2 Ekim 2009 Cuma

"Evlilik İnsanın Doğasına Aykırı" mıdır?


Bu "doğal" hal insanın vahşi hali olmasın? Yani "insanlık öncesi" hali? Yani insan olmama hali?

(Buradaki "önce"yi "sonra"yı okumuş cahiller için izah edelim: Burada, tarihsel anlamda geriye referanstan çok analitik bir ayrıştırma söz konusudur, genellikle.)


Eğer bir şey insan için mümkünse, hayata geçirilebiliyor ve insan kültürünün bir parçası olabiliyorsa insanın doğasında da vardır.


İnsanın doğası, doğal hali üzerine konuşma ve iddialar çoğu kez düşünce deneyinden, "kuramsal" varsayımlardan/önkabullerden ibarettir, kurgudur: Şunun şöyle ya da böyle olduğunu düşünerek açıklama modelleri kurarız/kurarlar.


"Çocuk için, çocuk hatırına evliliğin sözkonusu olmuşluğu" iddiası, en iyi niyetli halinde dahi sadece fonksiyonalist bir açıklama modelinin devreye sokullmasından ibaret.


Evet, cinsellik bugün kapsamından, boyutlarından, doğal halinden (burada doğadan neden bahsedilmemektedir, şaşırtıcı olmalı idi!) koparılarak bir haz fonksiyonu olarak ele alınıyor. Çocuğun hesaba katılışı önemli, ancak evlilik sadece çocuk hatırına yapılmaz. İnsanların karşı cinsle ilişkisi sadece üreme ve çocuk yetiştirmeden ibaret değil. Çoğalmanın, çocuk yetiştirmenin önemini küçümsemek anlamına gelmez bu. Aile oluşturmak her hangi bir indirgemeci model ile sadece karikatürize edilebilir.


İnsan toplumsaldır. Bir toplumsallıktır. Başkaları ile bir arada, başkaları ile alışveriş içerisinde dillenir, serpilir gelişir. Aile toplumsal dayanışmanın, kültürün, yetiştirmenin, yetişmenin, toplumsallaşmanın temel birimidir.


İnsanın insestiöz hali, çocuğun sürünün çocuğu olma hali insanın kültür öncesi, ahlak öncesi; kişilik, rasyonalite, bireysellik öncesi halidir olsa olsa.


İnsan oluş bir kültür geliştirme işidir. Ahlak, hukuk, vicdan geliştirme işidir.


Aile terbiyenin, toplumsallaşmanın ve dayanışmanın kurumudur. Burada, örneğin, "iktidar" kavramından yola çıkılarak eleştiriler gelmiştir. Bunun ilkelliğe çağrı ifadesi değil de, sosyalpsikolojinin ortaya çıkmadığı zamanlarda, daha "derin" ve köklü bir dayanışma iddiasıyla yapıldığı olmuştur. Bugün aynı iddiaları sosyalpsikolojiyi ve toplum kuramını bilmemezlikten gelerek yapmak akıl kârı değildir.


Aileyi eleştirmek başkadır, kültürü ideoloji ile değiştokuş etmeye çalışmak başka.


Herkesin herkese rakip olması ilkelliktir. Sadakat kültür işidir. Aldatma insanlık halidir, ama insanın doğası değildir. "Kültür"ün, dayanışmanın, ahlakın, hıkukun reddine giden yanlarımızla alakalandırılabilir. Tepkileri, insan davranışını karikatürize etmeye kalkmazsak, genel kavramlarla bireysel davranışı açıklama cehaletine düşmezsek.


Aidiyet bireyselliğin mezarı değildir. Birleştiren bir ölçüde yontar, boğar da. İtiraz, farklılıklar ortak noktaların yoksunluğu, bağsızlık üzerine kurulmaz. Ortak noktaların, birleştiren noktaların totaliter yanını törpüler, nüanse eder, dengeler. Birleştiren ve ayrıştıran yanlar kimlik, kişilik, bireysellik edinme süreçlerinin içindeki alışverişte şekillenir, oluşur.


Çocuk, daha akıllı ve güzelini sokakta bulduğumuzda nasıl değiş tokuş edilmiyor, yine bizim evladımız olarak kalıyorsa, eşler de her daim başkalarından güzel, sağlıklı, akıllı, zengin v.b. olmak, teyakkuzda yaşamak durumunda kalmıyorlar.


Çocuk evlatlıktan reddedilebiliyor. Bunun savunulabilir olduğu zamanlar, durumlar söz konusu olabilir. Eşler için de ayrılma, uzak düşme pekala söz konusu olabiliyor. Sadakatın "fazlası"nın eleştirilebilir olduğu zamanlar vardır mutlaka. Bu "fazla" sadakatın içeriğini boşaltan bir fazladır, sadakatin fazlası değil dengesizliğidir genellikle. İnsanlığı incitecek; hakkı, kukuku, hakikati incitecek "dayanışmalar", dengesiz sadakatlar sadakat olarak düşünülmese daha iyi olur kanaatindeyim. İnsan bir sorumluluktur. İnsan bir toplumdadır. İnsan bir çevrededir. Kainattadır. Alemdedir.


İnsanlığın, insan olma halinin geren, zorlayan, çelişir görünen yanları içinde olgunlaşıyor, şekilleniyor, öncelikler belirliyoruz. Kolaya kaçmak kadar, kolaydan kaçmak da insanın işi. Kaçılmayan kolay, yani aslında yapılması gereken çoğu kez o kadar çetrefilli ve zor olmayabiliyor. Kaçak güreşmelerimiz, iki yüzlülüklerimiz, tutarsızlıklarımız, başkalarıyla birarada oluş, başka insiyatiflerle bir arada oluş, akıntıya karşı yüzme durumunda kalışlarımız, daha nice şeyler işimizi güçleştiriyor. Listesine gerek de yok zaten. Yetişmeye çelışıyoruz insanlığın, zamanın, şartların ve keyfimizin gerektirdiklerine. Her yaptığımız doğru değil. Her yanlışımız da yanlışa/yanlışta inattan değil.


İşimizi kolaylaştıran bir kültürümüzün oluşu. Terbiyeden geçişimiz. Eğriyi doğrudan ayırdetme yetilerimizi sürekli eğitimden geçirmemiz. Ve nasıl oluyorsa bir insana başka gözle bakmayı da öğrenebilmemiz. Sevdiğimizin yüzü dağılıyor, aklını yitiriyor falan, ama sevgiyle elini tutuyoruz. gerekirse altını değiştiriyoruz.


Kaçmak da insanlıktan. Kalmak da. Kimse kimseye insanlığı ile büyüklük taslamasın. İnsanlık, insan oluşumuzun zayıf yanlarını reddetmek, unutmakla yücelmiyor. Fani, sınırlı, kırılgan halimizi genelliği ile bilmekle ayakta tutuluyor. Ve bin yıllarda gelişmiş kurumların içini boşaltmamakla.


(ayrıntıdan kaçındık, konuya sık sık geri döneceğiz, efendim. düzeltilmedi, uyku öncesi acele yazıldı, kopukluklar mutlaka vardır)

8 Eylül 2009 Salı

Muhafazakârlaşıyor muyuz?


Muhafazakârlaşıyor muyuz?

Nerde! Keşke! Nereden çıkarttınız bunu?


Gazeteler öyle söylüyor.

Gazetelere bakmayın siz. Tersi geçerli. Hiç bu kadar hayat tarzsız, geleneksiz, ölçüsüz, egoize edilmiş sosyal dayanışma görmedik. Birinci Cihan harbinden sonra da benzer bir dönemimiz oldu. Nedense bilinmiyor. Hatta daha beterdi gündelik uzantıları, ancak itiraz da vardı, karşı tutumlar canlı ve çekici idi. Toplumsallaşma kanalları sarsıntıya uğrasa da devam ediyordu.


Cumhuriyetin kuruluşu bir toparlanma getirdi demek istiyorsunuz?

Evet. Aynen. Sanıldığı gibi "asrilikler"in, karikatürize ettiğimiz, bazan hicvettiğimiz, olayların ötesinde etkileri oldu. Toparlandık. Gelecek için angaje olduk. Herkesi kapsayabilecek, daha uzun süre devam edebilecek ivme çeşitli nedenlerle frenlendi, isterseniz bu konuya girmeyelim. Cumhuriyet aileyi, eğitimi, gündelik hayatı toparladı. İnsanları angaje etti. Toplumsal ahlak işler hale geldi. Toplumsal diyorum, bireysel eylenir veya karar verilir, ancak meşruiyet iddiaları ve ahlak düşüncesine açılan "ahlaki dayanışma" çok karmaşık toplumsallaşma süreçleridir. Evi vicdan görünse de, bahçesi kültürdür. Cumhuriyetle panik, korku pragmatiği, güvensizlik ve gelecek tasarımsızlığı ortadan kalktı. Cumhuriyetle imkanlar ne kadar dar olursa olsun, insanlar kendi geleceklerini de tasarlayabilecekleri, uzun vadeli düşünebilecekleri bir ortama kavuştular. "Yeni" bir bireysel duruşun, vatandaşlıktan bakışın önü açıldı. Vatandaşlıktan bakış aslında osmanlı döneminden de miras kaldı. Çoğul dispozisyonlar sözkonusu idi, içiçe. Aidiyet, özdeşlik, kimlik, vatandaşlık çok boyutlu toplumsallık kesitleridir. Anlam ve vurgu değişse de, bazı şeyler derinlerde akar. Bilim haline getirdiğimiz bakış tarz(lar)ı tüm insani kurumlaşma ve ihtiyaç spektrumunu kapasamaz. Anlaşılır kılınamayan, ihmal edilen, hatta bazan problematize edilirken ihmal edilmesi gereken kurumlaşmalar, yapılar vb, gelecek herhangi bir bugünden bilinmediğinden , anlamlandırılamaz, önemsenemez, kavranamaz. Bireyin, insanın oluşumunu/hayatını/şekillenmesini gözlemleyebildiğimiz halde, insani hayatın boyutlarını makaslamaya, basitleştirmeye ve böylelikle kontrol altına almaya kalkışabiliyoruz. Yani hayat hikayelerini bildiğimiz halde, hayatta şekillenmeleri adeta küçümsüyoruz. Aslında indirgemecilik, insani minimalizm, cehaleti halının altına süpürmekten ibaret. Kandırmaca değil, karmaşık olanın tutarsız ve omurgasız görülmesi ile de alakalı. İlkel pozitivist dönemden kalma bir pratik. Fakat tamamen de o yüzden değil. "Bir şey olmaz"cılıkla yapılıyor çoğu ülkede binalar. Kurumlar. En gelişmiş ülkeler bile savaş ilan ederken hakikat analizlerinin üzerinden atlıyorlar. Hakikatle düzeltilmeleri, rakipsizlik ve karşı insiyatifsizlikten. Bazan karşı sorumluluklardan. Karıştırmayalım daha fazla.


İnsanî minimalizm dediniz, açar mısınız?

Marcusenin Tek Boyutlu İnsan'ı da bir yere kadar bu kavramın içini doldurabilir. Kolaylık olsun diye söylüyorum. Ama benim açımdan, yetersiz, hatta Marcuse bile benim bakış açımdan bakılırsa, minimalist. İnsan olduğu, olabileceği ile, imkanları ile ele alınmıyor. Buraya kadar Marcuse ile beraberiz. Kavramla insana, topluma gittiğimizde, inşa işine başladığımızda insan bir olması gerekende şekillendiriliyor. Düşüncede ise bu şekillendirme, sorun teoriyle praksis ve fronesis arasındaki alakadaki tıkanıklık, daraltma ve hakikatinden koparma olmasa da yerinden oynatmaya, insanı insani boyutundan teorik anlamda da olsa kaydırmaya yol açıyor. Marcuseyi ilerde tartışalım, onu bir karikatüre dönüştürmemek, hakkını vermek için. Bu şekillendirme, budama pratikte, uygulamada ise özgürleşme ve emansipasyon iddialarıyla bile hayata geçirilse, filizsiz, dalsız, budaksız ağaçlardan, keyfi "gerekirlik" süzgecinden geçirilmiş birarayagetirişler'de söz konusu oluyor. Bir ara sormanlardaki çeşitliliğin, başka müdahalelerle canlı varyasyonlarının seyreltildiği, çürüme ve doğal ölümün ortadan kalktığı, ekolojinin ancak mühendislik bağlamında ele alındığı, orman "sisteminin" tekilleştirilmiş de olsa açık uçluluğunda düşünülemediğinde olduğu gibi. Şimdilerde bir kaç kütük, doğal olarak, yaşlanmaya, kurumaya, kırılmaya, devrilmeye çürümeye bırakılıyor, lütfedilip. Dikkat edilirse doğa toplum analojisi yapmıyoruz burada. Bilimcilik at gözlüğü gerektiriyormuş gibi görünüyor. Daha genel konulara geçsek? "Kuramsal Felsefenin" ya da Toplum Kuramı'nın çetin gerekçelemelerine başvurmak zorundayız, fazlasını söylemek "dogmatik kaçacak".


Bu söylediklerinizin ışığında yeniden soracak olursak ...

Hayır! Muhafazakârlaşmıyoruz! Çözülüyoruz! Muhafazakârlaşma sanılan şey sadece en kibar formülasyonuyla, bir sırt dönme biçimi, eğer han-ı yağmada bir dispozisyon değilse.


Sanırım bu sizi korkutmuyor?

Olmayan bir birlik çözülüyor. Yerine bir başkasını önermek durumundayız. İşin hakikatini önemserseniz, ortada korkulacak bir şey yok. İsteyen istediği kadar manipule etsin toplumsallaşmanın kurumlarını, hakikatin emrettiğine kulak verirseniz, yani görürseniz, okursanız, indirgemezseniz, kapıp götürmezseniz, paralel akan bir hakikatlilikle, dayanışmaya hazır oluşla buluşursunuz her daim. Gentekniği ile hibrit bir insan nesli orataya çıkarılmadıkça haksızlık, hukuksuzluk, insanfsızlık tutmaz. Her daim yeni köleler, daha az eşitler "imal" edilir, edilecektir. İnsanlıktan efendiliğe geçmeyi seçmeyecek bir ahlak ve ahlaklılık direnecektir buna. İnsan dayanışmada insan olur. Toplumsallaşma süreçlerinin bir adı zaten toplumsal dayanışmadır. İnsan bir dayanışmadır! İnsanlık dayanışmadadır.


Sorunlar az değil?

Birikiyor, evet. Felsefesiz, arifsiz, insansız, insafsız da olmaz! Sorgulayıcı olmak, insanlığa/insanlığımıza sadakat işidir. İnsanlıkvazifemizdir. Sadece insan değiliz, olmak da zorundayız. İnsan oluş herşeyin üstüne çıkmak için olamaz. Sorumluluğuna varmak, ezmemek, çiğnememek içindir öncelikle. Çiğnenen bir yerde isyan eder. Çiğneyen isyan ettiğinde; çiğnemeye, çiğneyenle yer değiştirmeye itiraz ettiğinde; insan oluşunda karar kıldığında neler olmaz! Sorunlar doğal afetlerden, kontrol edilemez güçlerden kaynaklanmıyor şu anda, insanlığın hallerinden, tutumlarından, hayata düşmanlığından kaynaklanıyor. İnsan herşeye çare bulamaz. İnsan ulaştığı yere tutunamaz. İnsan biteviye koşuşturmak durumundadır. Bu boş ve boşuna değildir. İnsanlığın hayatı budur. Felaketlere karşı bağdaşık olma şansımız yok. Göğüsleyeceğiz, dayanışmada kendimizi bulacağız, her seferinde.


Muhafazakârlık gibi görünen şeye Muhafazakârlığı tercih ediyorsunuz?

Evet ama, o kadar basit değil. Hangi anlamıyla muhafazakârlık? Bir temkinlilik, ölçülülük anlamında muhafazakarlığı toplumsal hayatta önemli bulurum. Ama deneme sınama gereken yerde cesaret ihtiyaç olduğunu da düşünürüm. Cahil bir gözkaralığı değil bu, başkalarını, başka şeyleri hesaba katabilmenin, birikime ve eleştiriye sırt dönmemenin insiyatifliliği. İnsan, zevk sahibi, kültür sahibi, terbiye sahibi olmadan yol açıcı olamaz. Yeni bir şey söyleyemez. Yeni şey söylemek, hem hayatı, anı, akışı, olanı, olmakta olanı okumayı gerektirir hem de o güne kadar nasıl yapıldığını, nasıl yapılamadığını bilmeyi, insani birikime hakim olduğunu iddia etmeden ona açık olmayı gerektirir. Yeni şey söyleyenler ukala değildirler, tecrübeye ve başkalarının tecrübesine kapalı değillerdir. Bir kural ortaya atıp etrafına hendek kazmazlar. Bu (ister geçmişle, ister birikimle, ister çevresiyle ya da hepsiyle) konuşma, alışveriş halinde olur.


Muhafazakâr hal'e razıdır?

Hayır. Ama o güne kadar nasıl yapıldıysa öyle yapmak ister karşı çıkarken bile. Burada "hal" ile reddedilmesi gereken hali kastediyorsunuz. Geleneği taşlaştırmak zorunda değildir. Zulme varolanı korumak için katlanmak zorunda değildir. Hatta temkinle yeni şeyler de söyleyebilir. Eldekini kaybetmek istemez öncelikle. Maceraya karşıdır. Ama her isyan, her karşı çıkış macera gibi hatta daha ağır şekillense de maceracılıktan kaynaklanmaz. Muhafazakar da isyan eder, çok aleni hallerde Ama muhafazakar kalır sonuna kadar, çünkü itiraz, macera, ihtilalcilik yeterince temsil edildiğinden, yeterince risk aldığından kendi pozisyonunu önemser. Biz muhafazakar ile tutucuyu kastediyoruz bazan. Oysa atılımcılıkla bir denge kurma işidir muhafazakarlık. Gereklidir. Şöyle ki, bir açıdan karşısındakini muhafazakarlıkla suçlaan, bir başka açıdan muhafazakar pozisyon alır. Demek ki sıfat üzerine konuşmuyoruz. Bir siyasi kültür üzerine konuşuyoruz daha çok. Sağ ve katı satatükoculuk sanırım ilk akla gelen burada. Ama onların da atılımcı, ilerici hatta sol takıldığı olabilir. Burada dikkat edilmesi geren şu: Eleştirdiğimizi dinamiği içerisinde eleştirmek durumunda olmuyoruz her daim. Bu meşrudur. Dinamikte(n) konuşmak zordur. Bazan gereksizdir. Gerekli olduğunda da donanım yetmez. Eleştirinin geçerlilik alanını bilmek kaydıyla, daha geniş aralıklardan, daha geniş ufuklardan bakmamış olma hakkına sahibiz. Daha iyi bakış açısı arayanların ise dikkat etmesi gereken şu: "Daha iyi"nin de sonu yoktur. Yanılmazlık garantisini hiç bir güzel emekten sağamazsınız. Her daha geniş, daha iyi bakış açısı, bir başkasına göre dar gelebilir. Burada relativizme düşmeden, başka bakış açılarının çoğulluğuna bakış açınızı relativize edebilmek durumundasınız. Söylediğinizin elbette bir geçerlilik iddiası, bir hakikat iddiası var, ya da olmalı. Daha fazla karışmasın, isterseniz?


Muhafazakarın kaygısına sahip, yeni şey söyleyen ve işte bu yüzden...

devrimci de ola(bile)n? Bu biraz süper entellektüellik gibi bir şey? Ben herşeyin herine bir başka şey koyulması gerektiğini düşünmüyorum. Devrim, düşünce tarzında olur. İdare biçiminde olabilir, vandallık olmama şartıyla. "Kültür devrimi" diye bir şey düşünemiyorum. Bir slogan olarak anlayabiliriz, bir epok olarak. Ancak kültür devamlılık ve eleştiri işidir. Yeni şey söyleme işidir. Bazı alanlarında kültürün devrim diyebiliriz belki, teknik devrimlere benzer şekilde belki, bir şeyler hayal edebiliriz, meşru bir anlamda kullanımı. Ama bir şeylerin yerine çoğu kez bir ilkel ezberin ötesine geçmeyen şeyler koymayı "devrimci." bulmuyorum Değiştokuş edilemezlerin alanında oluyor bunlar zaten en çok. Dinin yerine bilimsiideoloji, ya da bilimin yerine dinselimsiideoloji koymak gibi. toplumsal süreçlerde nasıl çiçekleneceklerini de biliyorluk edasıyla. Yanlış anlaşılmış bir şeyin yerine doğrusunu, daha kapsamlısını koyabilirsiniz. Toptan karşıysanız bir şeye, karşı pozisyonunuzu koyar, tartışmaya açarsınız, eleştiriden nasibinizi alırsınız, çok bilmişlik etmezsiniz. Yasak, sürgün, ezberle biten işleri eleştirmek bile abes. Hiç bir toplum(sal kurum) bireylerin ve grupların bir şeyleri kabul etmişliğine müdahale edemez, darbe indiremez. Yanlış gördüğünü yanlışlanmaya açık durarak eleştiren insan ise anlama ve anlaşmanın açık tutulmasına hizmet etmektedir. Yaftalarla değil, kavramlarla konuşabiliyoruz, bir yerden, bir sorundan, duruştan. Kavramlar meşruiyetlerini ansiklopedik içeriklerinden almıyorlar gerçek/sahih bir konuşmada. Anlam alanları konuşmada açılıyor, kapanıyor, taşınıyor...


Yani sizin açınızdan "ansiklopedik" bir tartışma değil, muhafazakarlık, devrimcilik gibi kavramlar üzerine fikir alışverişi?

Ne ansiklopedisi bu? Ansiklopediler de bir fikirden, perspektiften şekillendiriyor. "Entrikalar Ansiklopedisinde" Kösem Sultanın başka yanlarını vermek, tartıştırmak isteseniz de, zorlanırsınız. Baştan zaten kendisi bir yere yerleşmemişse de siz yerleştirmiş oluyorsunuz. Bütün duruşların, fikirlerin, açıların ansiklopedisini evet, tahayyül edebiliriz. Mantıksal olarak mümkün. Tek tek maddeleri için daha da mümkün. Benim vurgum şu ayrımla anlaşılabilir: Ben olup bitmiş ve tanımlanmış "kelimeler" üzerinde tartışmıyorum, bunun yapılmasını gereksiz bulduğumdan değil. Ben bir iletişim, konuşma, tartışma içinde kullanılan, onun içinde anlam, anlamlara katkı, nüans taşıyan ve bir süreçte, konuşma sürecinde, alışverişte "hakikatinin gerçekliğini" kavramaya başladığımız ya da tartıştığımız mesele/konuya alakalandırılarak düşünülmesi gereken kelimelerden bahsediyorum. Ansiklopedik, leksikal, ostensiv, etimolojik yüklerini, bağ ve bağlantılarını reddetmiyorum. Bir konuşma sürecinde elbette onlara da açılıyor, eğretileniyor, tersine eğretileniyor, stipulasyonlara uğruyor, özgürlüğüne kavuşyor, açık anlam taşıyor vs.


Sanki söyleyeceğinizi söyleyemediniz?

Söyleyiş, başka türlü düşünülebileceğini (söylenebileceğini) dışlamıyor. Son sözü söyler gibi konuştuğumuzda, çoğu kez, nerelerde sorun çıktığını bildiğimizden, konunun etrafında başka bir şekilde dolaşmış oluyoruz. Burada size bir şey söylemeden çok, önyargılarımı tasnif etmeye çalıştım, sorun alanlarına girdim çıktım, cehaletimin haritasını da çıkardım, sessizce. Sanrırm kimse de bizden cevap beklemiyor olmalı. Burada bırakalım bence, önyargılarmız pişe dursunlar, Efendim.
(düzeltilmedi, online hazırlandı, yanlışlar var)

23 Ağustos 2009 Pazar

Demokratik Açılım Ne Kadar Demokratik?

Bilmediğini eleştirenleri, bilmediğini eleştirdiği için eleştiren bir eleştirelliğimiz var.
Peki başından beri bilen, gidilecek yeri tüm süreçlere katılarak bilecek olan, bilerek savunan, savunacak olan kim var?
Hükümet? Devlet Zirvesi? Entellektüel iddialı korporativist kuruluşlar?
Bir şeyler bilen gerçekten var mı? Bu kararlar nerede nasıl alınıyor, sonuçlara nasıl varılıyor? Özlemler kimlerin özlemleri? Verilen kararların kendini bu işe adamış takipçileri kimler olacak?

Bilmediğini savunan, bilemdiğine güvenmesi gereken aydından, bilmediğini savunma cesareti gösteren basından, toplumun özlemlerini toparlayarak ve toplumun önyargılarını deşerek ilerlemeyen bir siyasetçiden neler bekleyebiliriz?

Nereye varacağını, nerede duracağını bilmediğinden çekinenleri topyekün demokrat olmamakla suçluyoruz. Açık bir paketi savunanları gözümüz kapalı demokrat mı ilan etmemiz gerekiyor?

Açık paket, tartışmaya, işlemeye, üzerine emek vermeye açıksa evet demokratik olarak nitelendirilebilir. Ama bu açıklık nerede ve nasıl tartışıldığını bilmediğimiz bir geliştirmeye, planlamaya ve tasarıma gönderme yaptığında pekala kaygı duyabiliriz ve bu cins açıklığa korporativist bir içerik yazabiliriz, haklı olarak.

Devletin Zirvesinin onay vermesi paketin nasıl geliştirildiğine ve ilerletilip işleneceğine dair kaygılara cevap verildiği anlamına gelmez.

Gelişmeler sürecin çeşitli aşamalarında demokratik prensip, pragmatik ve işleyişin meşruiyet testlerinden geçirilemeyecek gibi görünmektedir.

Irak'a da demokrasi "getirildi". Bu bir gün gerçekten de demokrasi olabilir mi? Evet, mümkün. Ama tüm toplum için ancak sonuçta bu söz konusu olabilir. Yani, baştan itibaren getirilen, bazı kesimler açısından demokratik de olsa toplumun toplamı için bir işgal, yağma, ve talandır. Herkes memnun edilemez mantığı, bu işlerin böyle yürüdüğünü ve yürüyeceğini kabul ediş, sonradan demokratik yapılara varılabilecek olsa da, başlangıçtan itibaren sürece yüklenmiş varılmama, hedeflememe, gerektiğinde engelleme opsiyonlarını görmemezlikten gelme eğilimindendir.

Demokratik olanın işe geldiği gibi olmaması, "getirenin" herhangi bir anlamda zararına da olsa işletilmesi, risk tasarımının arkasındaki kararteorisinin ve bundan yola çıkan hesabın açık tutulması gerekir.

Demokrasi "getirilir" mi? Getirilirse kim getirebilir? Getirmek nerede ve nereye kadar meşrudur? Getirmek hangi anlamlarda götürmektir? Yarım bırakılacak tartışmalara taraf oluyoruz.

Türkiyenin sorunları ciddidir. Ülkemizin demokratik, eşitlikçi, dayanışmacı bir yapıya kavuşması elzemdir. Ve her dediğimiz, diyeceğimiz tartışmaya açıktır. Demokratik bir toplumda, yapılanlar, düzeltilmezlik ve geridönülemezlik aldımgötürdümcülüğüne kapalıdır.

Ancak, bazı adımlar kurucu konsensusları yeniden yapılandırmak olduğunda, üzerinde sık oynanamayacak, tüm toplumun çivilerini yerinden oynatan adımlar atıldığında, toplumun bütünü angaje edilmelidir. "Seferber edilmelidir" demiyorum, eskiden kullanılan "mobilizasyon" kavramı bugün "militarist" bir dilin ifadesi olarak görülebiliyor. Önemli olan, neyi içerdiğidir, neyi önerdiği, "ne"den yola çıktığıdır. Demokrasi için "seferberlik" haklı nedenlerle gereksiz ve populist de görülebilir bugün. Ama her anlamıyla temelsiz değildir. Tartışılabilir.

Toplumların yeniden yapılanmalarında toplumu ayağa kaldırmanın "sakıncaları" olabilir ve bu yüzden demokratlar farklı çizgiler izleyebilirler. Kabuledilebilirlik ve meşru davranış çerçeveleri oldukça geniştir, aslolan toplumsal dayanışmanın yeniden şekillenişinin katılımcı bir yol izlemesidir. Demokratik bir yol izleniyorsa. Şark despotizmi, sömürge demokrasisi gibi tuhaf şeyler önerilmiyorsa.

"Toplumun bütünü" ile kaygıların çeşitliliği, sorunların çeşitliliği, tasarımların takip edilebilirliği, anlam alanlarının çok katlılığı işaret edilebilir. Demokrasiyi herkes meydan demokrasisi olarak görmeyebilir. Ancak anlayış farklılıkları arasında geçişlilik olmalıdır. Meşruiyet kanalları özelleştirilmemeli, yani başka kesimlere gayrımeşru kılınmamalıdır.

Kamplaşmalar, kutuplaşmalar, çatışmalar olduğunda ve meşru olması gereken gayrı meşru görüldüğünde, merkeze alınacak olan, keyfi ayrışmalar değildir, sorunçözümlerinde, pragmatikte ve katılımda açıklıktır. Mutlak örtüşmeler, uzlaşmalar değil, herkese açıklık söz konusu olmalıdır.

Anlaşmazlıklarda "tasarımsal inadı" meşru kılabilecek tek şey katılıma ve meşruiyet sorgulamalarına açıklıktır. Çatışmaları ve anlaşmazlıkları körüklemek, dayatmacılık, ikna edilmemeleri gerekiyormuşçasına toplum kesimlerini kenara almak, demokratik meşruiyetçilikle çelişir.

Aydınlanmış dayatmacılık ihtilalcidir genellikle. İhtilalci olmadığında da "ilerici" gibi nitelendirilen, demokrasiyi hedefleyebilen antidemokratik duruştur.

Demokratik Açılımımız ve "önümüze çıkan fırsatlar", hatta "son fırsat"ımız nedir, açıkçası ben bilmiyorum. Haberim yok. Nerede tartışılmış olduğunu, hatta tartşılıp tartışılmamış olup olmadığını anlatmaya niyetli kimse de yok, etrafta.

İçinde yaşadığımız ülkenin, etrafımızdaki ülkelerin ve tüm dünyanın ağır sorunları var, bunu biliyorum.

Her türlü kaygıyı anlıyor, demokratik dayatma olduğu sanılan şeyin içinde sosyalize olduğumuz demokratik dayanışmayı zayıflatıcı olduğunu görüyorum. Yine de bize düşen, sorunçözümünden, tartışmadan, öneri ve itiraz alışverişinden yana olmak, toplumu meşruiyet çizgisinden uzaklaştırmamak, anlaşmamazlıklarda demokrasinin işletilebileceğini göstermektir.

Yeniden kuruluşu, yeniden şekillenişi söz konusu ettiğimizde daha yapısal, daha temelden, daha kurucu bir dayanışmadan yola çıkılması gerektiğine inanıyorum. Demokratik olmayı beceremeyen bir demokratlık iddiasını demokratikleştirip demokratikleştiremeyeceğimize peşin hükümlerle cevap vermek istemiyorum. Önyargılarımın hakikati vardır belki, ama, demokratik tartışmanın kanallarını kapatan bir demokratik iddia ile karşıkarşıya da olsak, daha çok ter dökmek, daha çok emek vermek zorundayız.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Yenipaganlık Olarak 12 Eylül


12 Eylül sanatta antimimetik hareket başlattı. Özellikle heykelde. Cumhuriyetin arkaik sakralitesinden bağımsızlaşmış sanat nesneleri üzerine kurulu estetik semboliği (ki buna da itiraz eden duruşlar vardı, bir kapışma olduğunu biliyoruz, özellikle 30'ların sonuna doğru açığa çıkan) yerle bir edildi.

Heykel, cumhuriyetçi modernizmin mimetik bağlamından çıkarıldı, temsiledilenin temsili, hatırlatıcı estetik noktalar olarak monumentalitenin, hakikat iddiası temsillerinin, nesnesinin kutsallığından kopmuş estetik iddianın ifadeliliğinin yenipagan bir anlamlılıkta; yorum, anlama, hatırlatma ve tartışmanın antimodernist bir sakralitede eritilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Anma törenleri sosyalize edici, hatırlatıcı, profan-anamnetik özelliklerinden ritualteye doğru çekiliyor.

Eleştiri yasaklanıyor, şikayet ritualleri kuruluyor.Tartışılır, içinde yeni şeyler söylenebilir retorik ayinleştiriliyor.

Proje ile gelmeler, öneri sunmalar, meşruiyetleri sınanarak ya da tartışılarak değil, kutsallaştırılan bir dünyayla, "işe gelen bir geçmiş" yüzeyle karşı karşıya bırakılalarak değerlendiriliyor (değersiz bırakılıyor). İdeolojinin emri, hakikatin demirini kesiyor, ama sadece kendi halkının insiyatif kullanmalarında.

Aydınlanmanın öncülleri/premisleri tartışılabilir, ancak 12 Eylül bir aydınlanma modeli olarak eleştirilemez. Başkalarının aydınlanmalarına, aydınlanmamışlıklarına yenipagan bir kalkan olmak dışında bir kültürü yok.

Kemalizm, rasyonel, tartışılabilir, önermeleri tartışmaya açılabilir bir tavırken, önce ideolojiye sonra bir antimodernist ritualler zincirine dönüştürülmeye çalışıldı.

“Ataya şikayet” gibi eskiden halk protesto folkloriğinde yeri olabilecek tavırların kitleselleştirilmesinde 12 Eylülün etkisi var ve 12 Eylül hep bir biçimde, bazan karşıtlarınca devam ettiriliyor. Bağımsızlık, öncelikle düşünce tavır bağımsızlığından geçer, ve geri dönüşsüzlükkten kaçınmayı seçenlerin pragmatiğinde yaşar.

Çocukluğumda, Tanrı’ya politikacıları, hali şikayet eden mektup yazıp köprü duvarına asan yaşlılar olurdu. Bir protesto çeşidi idi, tepki ile karşılanmaz, üzerine gülümseyerek konuşulurdu. Rasyonel bir dünya görüşüne eklemliydi, kutsalla alay değildi, eski tek tanrıcı geleneklerin de kalıntılarına, izlerine, folklorikteki izlerine başvurarak, tartışma açan, gündem açan özellikleri vardı. Eleştiri, çaba, didinme, gayreti dışlayan bir gizilgücün harekete geçirilmesi değildi.

Bazan ölü kahramanlara, bazan hayatta olmayan ebeveyne şikayet ile, eskinin etkin mirası ile hal karşı karşıya getirilirdi. Ve bu sosyal davranış halk kültürünün “repertuarı” içinde idi, meşruluğunu sağlayan kültürel kanallar var idi.

Bugün, direnmeyen sorgulamayan, karşı durmayan aydının “ataya şikayet ritualleri” pek anlaşılır değil. Mustafa Kemalin karşı çıktığı, yerle bir etmeye çalıştığı herşey onun adıyla pervasızca yapılabiliyor. Halk şikayet etse, içinde bunu temellendiği bir geleneği var. Aydının ne düşüncesi, ne duruşu, ne folkloriği, ne mizahı ne de gerekçelendirme kaygısı ve bu yüzden de rasyonel gelenegi var. İkna derdi olmadığından hamasi, dayatmacı. Retorik, ifade, ikna derdi yok. 12 eylül devam ediyor.

12 eylüldeki işkenceleri, idamları düşünüyorum. 12 Eylülcülerde bir suç ceza, hatta intikam (intikam dahi ilkel de olsa karşılıklılık üzerine kuruludur) derdi yok. Öldürme bir ritual. İlkel bir katarsis, estetik ayrışmışlığından sunağa geri çekilmiş. 1 Mayıs katliamını yapanlar belli iken, bir başkaları bunula yargılanıyor ve asılabilirler. Kollektif suç ve ceza bile değil bu, insan-kurban seçiminin anomize ediciliği, paylaştırıcılığı. İsmail kurbanlıktan kişiliğine, bireyselliğine, insanlığına geri döndürülürken, 12 eylülcüler kendi çocuklarını, ismailleştirilmişlerini kurbanlaştırıyor.

12 Martta ortada şahıslar, duruşlar vardı, bireysellikleri ile öne çıkabilen, bir söyleyecekleri olan. 12 Eylülde bireysellik, tavır, ifade, hayat ve duruş karşıtlıkları öne çıkartılmadı. Hem kitlesel bir zulüm uygulandı, hem de popkültürel bir mühendisliğe başvuruldu. Toplumsal dayanışmanın kültürü, kurumları ve kanalları talan edildi. İbrahim oğlu İsmail kişilik sahibiydi. 12 eylülün oğulları adsız, hayat hikayesiz bırakıldı.

Paganlık uygarlıklar kurarken, dönüşürken, yenipaganlık ilkelleştirdi, teslim etti, insanlığın alanlarını ve dünyasını daralttı, karar, tasarım ve gelecek planlamasını patronaja, yani sömürgeci aydınlanmalara teslim etti.

Askeri cezaevlerinde ulusal simgeler, modern semboliğinden çıkarıldı, insanlığın “temsilî ilk hali”ndeki sakral, can alıcı, kurban alıcı semboliğe dönüştürüldü, Durkheim’i bu noktada ciddiye alır ve geliştirirsek. Totemcilik döneminden kalma, anlamları değişmiş bir çok simge, gündelik hayattaki geniş semboliklerinden farklı görülebilmeye başladı. Bir bilinç hali mi bu? Red edemeyen, etmeyende bölünmüşlük yaratan, şizofrenik bir yeraltını zorlayan, o kadar sevdikleri popkültürde aidiyetsizlik kusan de-dekonstruktif bir “durum” yarattılar. Reddeden, içinde yaşadığı toplumdan koptu. Red edemeyenin hayatı karıştı. Eleştiri? Bir o eksik kaldı. Simgelerin tartışılabilen dünyası, hamasi bir kutsallıkça tabulaştırıldı. Hem simgeler rahatsız etmede, hayat zından etmede kullanılacak, hem de yeniden anlamlandırma süreçleri kapalı tutulacak.


...

12 Eylülcüler bir ihaleyi kazandılar. Birilerinin “bizim çocukları” idiler. Ama bizim çocuklarımız asla olmadılar, olamadılar, olmazlar, olamazlar.

12 Eylül başka halkların, geleneklerin, kültürlerin rasyonalitelerini, ihtiyaçlarını, planlanabilir gelecek yanılsamalarını, modernitelerinin bekçiliğini, cellatlığını yaptı. Ama kökü, kozmolojisi, gelişir ve dönüşürlüğü olmayan bir yeni paganizmle düşünce geleneğimizin yeşeren ağacını kuruttu. 12 eylül üzerinden aydınlanmayı eleştiremeyiz. Aydınlanmayı 12 eylülcülüğü yendikten sonra eleştirebiliriz. Eleştiri demokratik, açık, tartışabilir geleneklerin arasında olur. Ne geleneğimiz eleştirel takipçisine, yani kaçıp kurtulmnın mümkün olmadığını, emek, didinme ile medeniyetlerin ayakta tutulabileceğini (kurmaktan zor bu) bilenlerine kavuştu, ne de aydınlanmanın taşaronlarından kurtulup aydınlanmalarını görebildi.

Cumhuriyet neyi hedeflemişse 12 Eylülcülük ayaklar altına aldı. Bağımsızlık, bağımsız düşünce, modern hayatın ayrışmış, karmaşıklaşmış yapıları baskı altında tutuldu, homojenize edildi, bir ilkelliğe teslim edildi.


Amerikadaki yerlilerin arasında yaşamaktan onur duyardım, kültürlerinin üzerine incir ağacı dikilmeden. Onlarınn hayat tarzını, sömürgecilerin hayat tarzından medeni buluyorum. Yenipaganlığımızın imperatiflerini ise, sömürgecilikten daha beter, bir insanlık tutulması olarak görüyorum. Sömürgeciliğin içinde muterizler vardı, fikir vardı, aydın, üniversite, vicdan, birey vardı. 12 Eylülcülüğümüzün kurbanlarının adı yok, hikayesi yok.

Akşam'ın Akşamı


25 Temmuz 2009 tarihli Akşam Gazetesinde Mine Akverdi imzalı bir yazıda ("Paganlık Patladı") gazetecilik deontolojisi aşılmış görünüyor.


Yazı propagandif, seçmeci. Tartışılır bir fikir sunma biçiminde değil, bir hakikat deskripsiyonu tarzında sunulmuş. Yazarının elinden bu şekilde mi çıktı, hangi editoryal süreçlerden geçti, aslında sadece derleme mi, yazarı söylediklerinin altına imza atıyor mu bilemiyorum. Ancak yazılanlar hem olgusal olarak, hem sunum tarzı olarak sorunlu. Propagandif bir tarz yerine enformatif bir dil seçilse itirazımız daha sınırlı olurdu, eleştirel dilin, yani kendisini sorgulayan, tartışmaya açık bir dilin kaybolmaya yüz tuttuğu bir basın dünyasında.


Yazara mı, orada adı geçen araştırmacıya ya da bir başka yayına mı ait olduğunu bilmediğimiz iddiaların bazıları şöyle:


Paganizm kökenlerini doğadan alan ve doğanın kutsallığına dayanan bir inanç sistemidir. Doğayı sevmek ve bir parçası gibi hissetmek, bu yaşam kaynağına ve onun ölüm-yaşam evrelerinin durmaksızın tekrar eden döngülerine saygı duymak ve hürmet etmek esastır.


Tüm ritüeller doğal döngülere uyum sağlamak için vardır. Mevsim dönümlerinde, ay ve güneşin safhalarında özel törenler yapılır.


Kimsenin inancının kesin ve doğru olduğu söylenemez ve herkesin kendine en yakın yolu seçme özgürlüğü vardır. Paganizmde özgür düşünce desteklenirken, yaratıcı zeka kutsanır.


Paganizm anti-merkezci, anti-hiyerarşik ve bir dogmalar silsilesini kural olarak dayatmayan bir inanç biçimidir.


Pagan inancında dünya, varsayılan bir cennetin gölgesinde değildir. Dünya kutsaldır. İyilik ve kötülük kutuplaştırılarak birbirlerinden ayrılmaz. Kadın ve erkek eşit ve dengededir.


Tanrıça ve Tanrı kavramı kutsal gerçekliğin bir ifadesidir, ikisinden birinin üstünlüğü söz konusu değildir.


Pagan ahlakı 'Ne istersen yap, ama kimseyi incitme' sözü üzerine kurulur. Her bireyin etrafını kuşatan doğadan ve diğerlerinden sorumlu olduğunu söyler. Doğa ve diğer insanlar ile bir ahenk içinde olunmalıdır.


"Bu şekilde düşünüyorum", diyene, "bu fikirleriniz tartışmaya açık mı?" diye sormamdan doğal birşey yok. Bir dogmalar listesi,, doktrin, ideoloji sunulmuyorsa, fikrimiz merak ediliyorsa "karşı kutup bir yorum pluralitesinden çıkarılıp karikatürize edilmiş, benzer sorunlar, hatta daha ciddileri paganizmlerde de varoldu" derim. için


Ancak "paganizm burada ifade edilendir" diyene "one minut" demek durumunda kalırım: Hangi paganlıktan bahsetmektesiniz? Tarihi olmayan, geçmişi olmayan, sorunu olmayan bir paganlık mı bu bahsettiğiniz?


Bir tarihi olan, etkisel tarihi olan paganlık(lar) var, bir de bugünkü yeni din, modern din, sınırlandırılmış din, çetrefilli olmayan din arayışının ifadesi olarak paganlık var. İlki hem bazı dini geleneklerde sürüyor çeşitli biçimlerde, hem de kendi tanım alanının dışında kalmış geleneklerde etkisini sürdürüyor, bir "etkintarihsel" aktarım olarak. İkincisi, hayat dünyasından kopmuş, tanımlanmış sınırlandırılmış, kozmolojisinden koparılmış bir anlayış daha çok. Yeni dünyaya, eski paradigma nakli nasıl yapılabilir çok zor ve çetin bir mesele. Sadece, yeni paganlık, modern diskura eklemlidir ve onun tarafından belirlenmektedir demekle yetinelim. içinde ölçülen biçilen, tepki gösterilen, sorunları, karşıtlıkları, kopuşları kendisinden beslenen bir hayat dünyası içerisinde paralel olması mümkün dünya görüşleri, alt hayat dünyaları, parçalanmış içi boşalmış ama soruları belirlemiş kozmoloji(ler) içerisinde. Çoğul kullandım, aslında dünya sanıldığından daha bütünsel bazı açılardan, ama aynı anda bir birisine rakip kozmolojiler, paradigmalar yanyana paralel, içiçe de yaşayabiliyorlar, bazan entegratif bir rekabet ve çekişme, bazan cepheden sürtüşme kapışma içerisinde, bir hareketlilikte.


Freud'un insest üzerine eleştirilerinden yola çıkarak bir medeniyet tartışması yaptığımızda, geçmişteki paganlık nerede kalacaktır? Paganlık hangi tarihten sonra paganlıktır, hangi tarihten önce, meselâ, sadece bir önpaganlıktır? Durheim'in ele aldığı sakral/kutsal olanın profanize olması sürecinden etkilenmemiş bir paganlıktan bahsedemeyeceğimize göre bu yeni paganlığın eskisini tedavülden kaldırmışlığı, pagan sakralitesinin başka bir rasyonalitede anlamlanmışlığı, kaybolmuşluğu değilse, nedir?


İnsan kurban edilmesin tek tanrıcı dinlerdeki tematize edilişi, paganlığın, ahlaki düşünce tarzının özerkleştiği bir kozmolojiye çekilmesinin de ifadesi midir? Eleştirel tavrın gerekliliğinin vurgulanmasındaki kırılma noktası İsmail'in kurban edilmesi değil midir? Put kırma semboliğini hatırlayalım. Bir başka düşünce tarzının , eleştirinin, eleştirel ahlakın sunulmasını görebiliyorum, İbrahim'in tavrında. Dışardan empozeden çok, bir kopuş, isyan, aydınlanma biçiminde. Put kırma semboliği, afganistandaki Buda heykellerini kırmaktan farklı, yeni bir şey söylemenin gücüyle (yeni icatla ortaya çıkma değil, "yeni bir şey söylemek") yerleşik olana isyan, itiraz. İsmailin kurban edilmesine itiraz vahiy'in alanından geliyor. Bu çok önemli. Vahiy'in alanından gelip, insanın eleştirel sorumluluğuna aktarılan bir noktadayız, orada. Paganlığın insan anlayışı kırılıyor. Yalnız paganlığın değil paganlığın da içine dahil olduğu bir kozmolojide çatlak açılıyor.


İbrahim Peygamber, çıkarsamada bulunarak, bir imperatifi dinleyerek, bir hukuktan yola çıkarak bıçağı elinden bırakmıyor: Bırakması vahiyle oluyor. Bu ne demek? Bu şu demek, pagan geleneğin meşruiyet kanallarının kırılmasının, meşruiyet sağlama süreçlerinin insani sorumluluk, hukuk, düşünce, rasyonalite alanına aktarılmasının (çoğul) başlangıç noktalarından birisi olması. Doğrudan özeleştiri ile olsa, yine meşru olacak, ama bir kopuş, dünyasal ayrılık söz konusu olacak. Burada bir dönüşümün, iç dönüşümün de ifadesini görüyoruz. Burada, insanın kurban edilmesi engellenmişliği değil merkezi olan, modern anlamda insan anlayışının (da) eşik noktalarından birisinin sunuluşu. Karar ilahi, insan karara uyarak özeleştiri yapıyor, ya da düşüncesi ve duygusuyla barışıyor, temelli olanla olmayanın tartışma noktası, kritik noktasından konuşuluyor.


Doğayı sevmemek tek tanrıcılığın bir özelliği değil. Modernizmin araççılığı, teknik ilgisi elde bir veri olarak tarih kurgulandığında bu veriler din tarihinin ya da eleştirisinin bir parçası olabiliyor. Dün doğada, bugün microdoğada yaşadığımız bir çok sorun (gentekniği, genetik kopalama vs) hayata, ölüme, insana bakıştan alakasız değil. Dinlerin doğa karşısındaki tavırları eleştirilebilir, sorgulanabilir, her dinde yorumsal çoğulculuk her alanda söz konusu olmayabilir ( mezheplerin ortak düşündüğü alanlar, anlaşmazlık içinde olan tarafların sorunsuzca kabul ettiği alanlar var olabilir) . Dinler arasındaki ve farkılı dinlerin kendi içlerindeki farklılıklar şaşırtıcı bir şey değildir.


Dinler aradan çekilse dahi, insanların paylaştıkları hayat, üretim gelenekleri var. Belli bakışları, davranış kalıplarını, rasyonalizasyon "mekanizmalarını" devreye sokan. Dinler bir anlamda şekillendirici, ama maddi dünyanın tornacısı, imalatçısı, mimarı değiller. Dinler ideoloji değiller. Bir yorum praksisi, dünya tecrübesi, entellektüel birikim, kültürel kompetens de gerektiriyorlar. Yorum, şartlarının farkında oluştan, sorunların olaylar zincirinin devamlılığı içerisinde kendilerini ele verişlerinden yola çıkıyor. Başka bir dünyaya değil, kendi dünyasına eleştiri, öneri, öğüt, hikmet, emir getirdiği için. Ezbere konuşulmuyor, gerçekliği kavrayarak konuşuluyor, bu da bilginin tüm alanlarının devrede oluşuyla, düşünülenlerin, çıkış noktalarının eleştiriye, daha iyi bir noktaya açıklığı içinde oluyor.


"Modern dünya kötü!", diyelim ki. O halde yeni bir dünya mı kuracağız? Bu mümkün mü? Bir ada bulduk, yeraltında bir dehliz bulduk içinde yaşanabilecek, el değimemiş. Yine mümkün mü? Kendi yükümüzle, kafamızla, sorun çözme tarzlarımızla, ölçüp biçme biçimlerimizle, diskurlarımızla, dillerimizle, dil oyunlarımızla, kişilik kazanma yapılarımızla, öğrenme ve öğretme biçimlerimizle gideceğiz. "Yeni birşey yapılmaz!" demiyorum, tersine "yeni şeyler söylemek lazım!" diyen bir geleneği konuşturuyorum.


Dünya eleştiri bekliyor. Karşı konulması gereken onca acı zulüm var. İnsana karşı, canlıya karşı, doğaya karşı. Dağa taşa karşı. Bunu pagan olmayanlar, hatta hiç inanmayanlar savunmuyor mu sanacağız? Tasavvuftada cennet kazanmak için değil, öyle gerektiği için davranırsınız, eşyaları bile kardeş görebilirsiniz, iyilik kötülük bir zıtların birliği içinde ile alınabilir, sanırım, paganlıklarda olamayacağı kadar derin bir biçimde... bunlar daha iyi bir hayat, daha iyi insan olma garantisi veriyor mu diye de sorarlar üstelik. Evet, sufi oluş şart mıdır? İnsanların değişik değişik tarzları, tavırları duruşları olabilir. Hindistandaki yeri süpürerek (canlıları ezmemek için) dolaşanlar bizden her açıdan iyi midirler, ya da biz onlardan çoğu alanda daha iyi rasyonel, değerli miyiz?


Tabii ki insanların iddiaları, hakikat iddiaları, düşünceleri, savundukları, gerekçelendirdikleri inançları olacak. Bunları tartışacak, sunacaklar. Ama bu başkalarını karikatürize etmeden, sömürgelştirmeden yapılacak. İnandığının, bildiğinin büyüklüğü ile büyüklenene arif olanlar cahil gözüyle bakarlar. "Sen inandığın şey kadar büyük müsün? İnandığın şey inandığının kendisi mi, senin körlerin fili tarifinde anlatılanı yaşaman mı?" der benim geleneğim. Savunduğun, kendi yorumların, kutsallaştırdığın kendi fikirlerinse, öznelliğin dışında bir eleştirel diskur tanımıyorsan haikati olan fikir, içeriği olan ahlak, adaleti olan hukuk neylesin?


Dünya bizim gibi olan ve olmayanlarla, ufuk kaynaşmaları içinde anlaşılır, tartışılır, gelişecekse geliştirilir. Anlamak, anlatmak tevazu, açıklık, eksikliğinin farkında oluş, bir yerden, bir noktadan, bir hayattan konuştuğunu bilen insanların, duruşların, sözlerin tartışması, karşı karşıya gelmesiyle oluşur.


Anlamak ve anlaşmak ille de bir birimize katılmakla değil, birbirimizi çarpıtmadan, indirgemeden, geçişliliklerimizi, ortak yanlarımızı inkar etmeden, çıkış noktalarımızı pespektiflerimizi birbirimizin kabul edebileceği şekilde dile getirebilmekten, bunun için konuşmayı açık tutmaktan geçiyor.


Barışın tavrı, karşı tarafın içinde kendisini bulabileceği bir dilde, hikayede, ufukta temsilidir.


Bu olmuşu olmamış yapma da değildir. Ama her olabilişi farketmemişlik olabilir.


İster adına önyargı diyelim, ister tarihsel tortu, paganizmin sorunlu, çatışmalı, her daim barışçı ve doğayla uyumlu olmayabilecek (açlık, kıtlık, yağma, kölelik, ayrımcılık) yanlarının da olduğunu gösteriyor. Doğayla,havayla, suyla, insan oluşla kurabildikleri ve tüm insanlığın ortak mirası olan ve halâ etkisel tarihini sürdüren katkılarının da.


(zamanım bu kadardı, online yazıldı, düzeltilmedi. paganizm ve cinsiyetçilik gibi konularda da zaman bulursam kısa bazı şeyler söylemeye çalışırım: Rahibe tanrıçalar, tanrı tanrıça akrabalıkları, dinlerde tanrının vücutlandırılışı sorunu, paganizm karşıtı paganiteler vb)

25 Temmuz 2009 Cumartesi

"Light" Kavram Olarak "Light Din"

"Light" batı dillerindeki "moderate", moderat" kavramının çevirisi olarak kullanılıyor. Moderato gidiş, orta ayar gidiş, ne light, uçucu ne de ağır aksak. İşveçte Moderat Parti var. Muhafazakâr Parti anlamında kullanılıyor, ya da çevriliyor türkçede. Light Parti diyenleri görmedim, aynı gazetelerde. "Moderat(e)" ölçülülüğe, orta noktaya işaret ediyor. Bizdeki orta nokta kavramına yakın, ortayolculuk gibi bir içerik taşımıyor. İngilizcede ki "moderate" yorum, yorumu zorlamamışlığa, uçlarına çekmemişliğe işaret ediyor.

Kullanımına bağlı olarak bazan olumsuzlaşabiliyor, tutuculuğu işaret edebiliyor. Ama, genellikle olumlu bir anlam taşıyor. Bir siyasi parti adı olduğunda karşıtlarının yüklediği anlam, daha çok partinin rengi, tutumu, ülkenin siyasi ayrışmışlık biçimi belirleyici oluyor.

Yani, her "moderate", moderately acting and believing people", light margarin, gazoz ya da dondurmadan çok, yağı alınmamış peynir, orijinal belediye gazozu, kaymak tutabilen yoğurt tadında takılıyor.

Moderat oluş, tadında bırakış, topuzu kaçırmayış, had biliş, ileri gitmeyiş, duracağı yeri biliş çağrışımlarını taşıyor spektrumunda.

Çeviri bir kavram ya da deyim olarak, yanlış, çarpıtılmış, tartışma kapatıcı anlamında ideolojik. Muhafazakar, tutumlu, derli toplu, aşırıya götürülmeyen bir duruş iddiası olarak moderat duruş modernist de bir duruş.

Peki "light din" kavramının kullanılmasını meşru kılan bir şey yok mu? Elbette var. Bir takım müdaheleler, tasarımlar, ihaleler olmuştur, oldu, olacaktır. İrdelersin, analiz edersin, yerersin, şarkısını söylersin, karikatürünü çizersin. Karikatür haline geleni, karikatürde bırakırsın. Bir toplumsal analitik kavram olarak pi sayısı gibi bir sabit kullanamazsınız, açıklamanız, temellendirmeniz, gerekçelendirmeniz lazım, tartışacaksanız, ikna edecek, ikna olacaksanız.

Moderat din anlayışı diye işaret edilen sünnetin en ifratsız yerinde mi duruyor? Durmayabilir. Moderat din diye bin bir şeye işaret edebilirler. Ancak burada light olduğu için karşı çıkamazsınız, en özenli yerde, orta noktada, ölçülülüğün merkezinde vb. durmakla adlandırılamayacağını gösterirsiniz.

Light din tasarımını da eleştirecekseniz, tasarımın kendi hakikatine yönelerek eleştirirsiniz. Eleştirinin nesnesine keyfi anlam yükleyerek bunu başaramazsınız, size direnmesini , cevap vermesini soru sormasını sağlayamazsınız. Öldürdüğünüz, uyuttuğunuz, kolunu kanadını kırdığınız bir rakibe meydan okumakla kalırsınız.
Hakikati olmayan, ya da kaydırılan, bir biri ile aynı kategoride ele alınamayacakları aynı kapsama sokan zihniyet, toplumunu bağımsız, özgür, insiyatif sahibi, hakikate açık, demokrasiye layık olarak görmede zorlanıyor demektir.

Ancak açık bir ortamda, üzerine tartışılabilir duruşlarla, hakikat taşımak iddiasında olabilecek iddialarla, anlaşmaya varabilmemiz, kendimizi düzeltebilmemiz, başkalarından öğrenebilmemiz söz konusu olabilir.

Hafif kaçmamak, hafife almamakla mümkündür. Eleştiri nesnesini tahrif etmek, öncelikle hitap edişin asıl hedeflediği insanları, yani ikna edilecekleri ya da katılacakları ciddiye almamak, eşit görmemek, has bir konuşmaya ortak etmemektir.

31 Mayıs 2009 Pazar

En Kolayı Hepimizi Asmanız !

Bu ne biçim bir saldırganlık?

Peşkeş diyormuşuz.

Oysa topraklarımızı geri kazanıyormuşuz.

Muhalefetle birlikte konuyu şekillendirme denilmişken manevralar her koldan başladı.

Emir demiri keser.

Topluma verilen söz tutulmayabilir?

Peki kime verilen söz tutulur?

Kim bu sözü tutulur güç?

Güvenmiyormuşuz. Ne kadar problemliyiz.

"Asın bu adamları, toplayın hepsini!" derseler dinleyecek misiniz? Besleyemediklerinizi de mi asacaksınız?

Bu noktaya kadar gitmeyecekseniz niye dayatıyorsunuz?

Tımarhanelere mi tıkacaksınız?

Siyaset yasağı mı koyacaksınız?

Zaten karnımızı bile sağda solda doyuruyoruz, dişle tırnakla, bin bir emekle, köpeklerin önüne atmadığımız bir derimiz kaldı.

Modası geçmiş "modası geçmiş emperyalizm teorileri savunucuları" savunucularını gazeteci yapabilirsiniz. Başkalarının verdiği kararları dikte edenleri kamuoyu önderi, profesör, panelist yazar ilân edebilirsiniz.

Bildiğinizi okuyacağınızı çok net ilan edebiliyorsunuz da, bu telaş, öfke, verilmiş sözü gürültüye getirme çabası neden?

İnsanları zıvanadan çıkarmak, güvenlerini sarsmak için ellerinden geleni yapan sizlersiniz.

Eleştiri mi terörize edilecek olan? Size başka türlü de bakılabileceğini göstermek zorunda olanlar, uyarmakla mükellef olanlar mı mayınları patlatan?

Zenginliklerinize zenginlik katarak, gerilimlere gerilim katarak mı fırtınalara, duvar olacaksınız?

Size ve iyi anlaştıklarınıza güvenerek mi savaşlara, altüst oluşlara, planlanmalara rıza göstereceğiz?

Muhalefetle işbirliği yapmamak için, meşruiyeti çiğnemek için bahane peşindeyseniz, (muhalefet çiğnemiş olsaydı dahi) bizim gözümüzde meşruiyetiniz sıfırlanacaktır.

Sonuçları ne mi olur? Daha da gererseniz darbe yapmış olursunuz. Hem de darbelere karşı çıkıyorum diye diye.

1) Hükümranlık haklarını devretmektesiniz,

2) Halkoyuna açmadan karar verirseniz diktatörlüğün sınırındasınız,

3) Bu ip bu kadar gerilmeye dayanmaz. Kopar. Dün darbecileri içeri tıktığınızı iddia ettiniz. Bugün bağımsızlık diyenlere "sizin için demokrasi yok!" diyerek meydan okumaktasınız. Zihninizden geçene güvenmedikleri için kızıyorsunuz. Güven verici değil gerici politika izliyorsunuz. Size oy vermeyenleri dışlamak neyi kazanmak içindir? Halkını reddetmiş duruma geleceğinizi, yalnız partililerinizi temsil etmeye başlayacağınızın farkında değil misiniz?

Bizlerden ne beklenebilir?

1) Bizi bağlamadığınızı, hükümetimiz olmadığınızı, bizi temsil etmediğinizi ilan etmemiz.

2) Yasal süreniz bitene kadar, hattâ yeniden seçim kazanırsanız yine yasal ve meşru süresi kadar iktidarda kalmanıza itiraz etmeyeceğimiz. Size karşı hukuksuz, saldırgan, antidemokratik ve darbeci her davranışı açıkça reddetmemiz.

3) Aldığınız toplumu şekillendirici kararların tümünün ilerde gözden geçirileceğini, uluslarası anlaşmalara taraf olanların toplumun çoğunluğunun rızasını dışlayan anlaşma ve uygulamaların ilerde yasadışı ilan edilebileceğini bilerek davranmasını istememiz.

4) Topluma dayatılmış anlaşmaların, toprak kiralamalarının anlaşmaya taraf olanların ilerde mağduriyet iddiasında bulunamayacaklarını ilan etmemiz (meşru olmayan bir alışverişte bulundukları tahkim edilecektir).

5) Bu işlemlere karşı çıkanlara yönelebilecek saldırı, hukuksuzluk, yıldırma eylemlerinin sorumlusunun ve tazmin edici tarafının anlaşmanın karşılıklı tarafları olarak göreceğimiz.

6) Halk iradesini, uluslarası hukuku çiğneyen bir kuruluş, kurum ya da şirketin bulundukları ve iş yaptıkları ülkelerdeki kitlesel dayanışma hareketlerden, kamuoyu önderlerinden, çevre hareketlerinden destek isteyeceğimizi, meseleyi tek bir ülke ile sınırlandırmayacağımızı, halk iradesini çiğnemiş, dayatmacı bir kuruluşun halk iradelerince hoş karşılanmayacağını dayanılmaz bir hafiflik ve rahatlıkla göstermemiz!

7) Bu bir süper kuruluşsa, eski yanlışlarıyla beraber değerlendireceğimizi, hesabını vermedikleri hiç bir cinayet, kan ve gözyaşı kalmayacaksa bu işe kalkışmalarını düşündürebileceğimiz.

Peki ya halk?

Darbe yanlılarıyla mücadele ettiğinize inanacaklar mı? Siz bağımsızlıktan ürken insanlar istiyor gibi görünüyorsunuz. İnandırıcılık gibi bir kaygınız da yok. Nereye kadar destek alırsınız? Çatışmacılıkla mı devam etmeyi düşünüyorsunuz? Birisi garanti vermiyorsa, neden bu zor yolu seçiş?

"İyi şeyler" düşünüyorsanız, bu kadar zorlama ve dayatmayı nasıl izah edeceksiniz?

Kesin olan da sizce şu:

Bizim gibiler karşınızda demokratik kaygıyla etkisiz kalacak. Karşınıza gürültü patırtıyla çıkanlarla da bir biçimde anlaşmak mümkün olacaktır, ezmek kabil olmazsa. Anlaşmalar, gizli gündem onların da üzerine yıkılacak, sorumluluk paylaşılacaktır.

Ne kadar kıymetli ortaklar varmış. Cansiperane sahip çıkacağınız ve uğurlarına toplumda dayanışma diye bir şey bırakmayacağınız.

Reddimiz red olacaktır. İyi düşünün. Onaylamıyoruz.

Muhalefetle işbirliği yapmak durumunda değil, zorundasınız: Bu işin hukuku bu!

Beğenmesek de katlanırız sonuçlarına, uğruna zarar görmeyi kabullenebiliriz her zamanki gibi.

Bakalım yeni aşağılamanız ne olacak, bu hallolsa bile?

(acele yazıldı, düzeltilecek)

10 Mart 2009 Salı

Zevkte Dibe Vurmak


İki televizyon programı izledim.

Birisi muhafazakar bir kanalda. Böğürerek şarkı söyleniyor, bir masumiyet ifadesiyle değil, işgalci şımarıklıkla, espiri adına (hiç bir nedeni, işlevi ya da çekilirliği olmayan) zontalıklar yapılıyor, şok estetiği desek belki bir anını açıklayabileceğimiz soyatarılık, kabalık zinciriyle programın zamanı sıvanarak sıradanlaştırılıyor. Kontrast, gerilim sadece savunduklarını düşündükleri kültürle, hayat dünyasıyla, hayatımızın en ince taraflarıyla. Yemek iğrençleştiriliyor, gülme iğrençleştiriliyor. Alkış kültürel linçe dönüşüyor. İnceliklerimizi, sanatımızı, kibarlıktan kırılmamızı protesto değil, bir kabalıklar diktatoryasının "bize alışın, halkın, kültürün yüzüne bu maskeyi takacağız, sizi apartman çocukları" deklarasyonu. Hattın, ebrunun, zeytinyağlılarımızın, haşlama, sarma, kapamalarımızın üzerinde gezinen bir program. Zerafetin, inceliğin camlarını kıran bir lümpen isyan. Bir itirazı da yok, herşeyin kolayından başka. Şimarıklığın dikalâsı.

Diğerindeyse anlamadıkları ritmlerde, anlamını bilmedikleri, semboliğine halkim olamadıkları elbiselerin içinde, modern hayat, eğlence, aşk ve uygarlık oyunlarını düşe kalka oynayan kötü oyunculara dönüştürülmüş insanlarımız, halkımız. Yemeğimiz yok. Oturma kalkmamız, sohbet geleneğimiz. Dostluğun kapılarını açan temkinli canayakınlığımız, içtenliğimiz. Kötü oyunculara dönüşmüşüz, uygarlığın sembolü Pariste yalnız Kırmızı Değirmende geçerli olabilecek bir maske. Yakılmış bir yalı üstünde yükseltilmiş şekilsiz bir apartmanın müzeleşmesi. Depresyon, nevroz kokan sessizlikler arası "biz eğleniyor ve mutluyuz, batılılar gibi yeme içmekteyiz"e ikna çabası. Herşey eğreti. Ne batının incelikleri ve asaleti, ne de bizim köklü bir halk oluşumuza işaret eden birşey. Tadı kaçacak bir gayretkeşlik, derin bir mutsuzluk ve huzursuzluk. Ama, hiç bir estetik çıkışa gebe olmayan, monoton, sığ ve uyuşmuş bir huzursuzluk.

Asil olan bizde halktı. Köklü geleneklerimizdi. Aristokrasi, burjuvazi var yok saçmalıklarıyla neler gevelemedik. Ne geçmişimizi eleştirme, gözden geçirme şansımız oldu, ideolojiyi eleştiriye seçmiş aydın, siyasetçi ve bürokrat yüzünden, ne de aynı yolun yolcusu ideolojik, sosyal mühendislik meraklısı, sömürgecilere yalaka, halkına çok bilmiş, iki yüzlü, zır cahil muhafazakarlık yüzünden.

Birbirlerine ne kadar benzemekteler. Çocuklarımızı, kardeşlerimizi "maymun etme" yarışındalar. Aynı çukura giden bir madalyonun iki yüzüler. Saldrgan şımarıklık, gelenkçi ya da gelenek düşmanı kisvesindeki geleneksizlik, kitsch, sığlık, yalakalık, müdahalecilik, kültür düşmanlığı.

Modernizmin ahlâklı bir ihtilalciliği de vardı, önce onu yerle bir ettiler, şimdi insanlık alanlarımızda tepindirmeye çalışıyorlar insanları.

Bu ne bir komplo, ne de bilinçli bir çaba. Bir yuvarlanan heyula. Ağlamayan, heybetini yitirmiş kaya.

Karadelik aktif, ama tembel, taklitçi, yorumlayamayan, kafa yoramayan, ter dökemeyen, risk alamayan, acıyı ve kaybetmeyi göze alamayan, başkalarıyla gülemeyen yalnızlıklarda mayalanıyor, ekşiyor, ekşitiyor, bulaş bulaş ediyor.

Nerdesiniz ey adalet, eşitlik, hakikat derdinde olan modernistler; nerdesiniz ey inceliğin, zerafetin, insanca didinmenin nmazbutlukta muhafazakar düşünenleri, çelebileri, aydınları; bütün gün bakırı çekiçleyen, keçeyle boğuşan zenaatkar, sırtında taşıdığı taşlarla Mostara köprü diken amele; medeniyetin halısını dokuyan kızlar; maharetin parmakları; sabrın ve emeğe rızanın işçileri; sancılarla mucizesini doğuran insaniyet; hücrelerine el kadar kapıdan girilen ak sakallı çevirmenler neredesiniz, neredesiniz?

Sizleri beğenmiyor çok bilmişlerimiz, ama ortaya koyabildikleri, onaylayabildikleri, arkabahçelerinde palazlandırabildikleri sığlık bu ve bundan ibaret!

9 Mart 2009 Pazartesi

Evde Ayakkabıyla Dolaştırmam Kimseleri!


Dolaştırmam!

Pijamamı giyerim. Çizgilisini bulabilirsem yatılı okul yıllarındaki gibi, derhal alırım. Üzerimdeki fazla şık, şikayetçi de değilim şık olmasından, olmayabilirdi, olmasın, ama rahat olsun, sağlıklı olsun, öncelikle pijama olsun.

Seviyeli beraberliklerden midem bulanıyor. Ama, ama seviyesiz beraberlik kiminle kuracağız, dünya benim gibilerin dünyası değil ki, çoktandır? Yenildik, linç edildik, lime lime edildik, ama dimdik ayaktayız, kendi kılığımızda.

Sevgililer gününü de kutlamıyorum, her gün aşk okuyoruz zaten, sevgililer gününde mola vermemizde ne sakınca olabilir?

Goethe, Heidegger, Habermas, Gadamer, Gazali, Mevlana, Tanpınar, Kafka üzerine ince yazılar yazabiliyorum. Yorumbilgisini en iyi bilenlerdenim, hattâ düşünür sayılırım af buyurursanız, belki bir yerli feylesofum biraz ney falan da üflüyorum, ama taksi sürüyorum gece gündüz, bu yüzden ağzım biraz avam ayar, hep hır gür içindeyim, ayaklarım araba motorunun sıcaklığından kokuyor bazan, çalışarak geçiniyorum, kan ter içineyim, çalıştıkça kirli ve pasaklıyım, tırnaklarım kırılıyor, altlarına yanık yağ doluyor.

Eve geldiğimde ayakkabıları çıkarmak, yıkanmak, mis gibi su kokmak, rahat giyinmek ne hoş oluyor bir bilseniz. Tırnak altında yanık yağ kalmaması, mümkünse, deriyi kurutmadan.

Avrupada da türk yemekleri yiyorum bulabilirsem, zamanım ve mutfağım olur da yapabilirsem. Pariste bile.

Aldatmayı heyacanlı bulmuyorum. Sadakat heyecan verici geliyor. Birbirini sevenleri seviyorum.

Para peşinde koşturuyorum. Paralanınca, ihtiyacı olanlarla paylaşıyorum. Bazan dünyayı unutuyorum. Afedersiniz.

Yiyeceğe, giyeceğe, kitaba para veriyorum, hiç kısıntı yapmıyorum. Hele yiyecek giyecek: Hastalansam bana kim bakar ki?

Sokaklardayım gece gündüz, gündüz ışığı görmediğim de oluyor. Eksi otuzlarda teker değiştirdiğim de.

Bir şeyin şık, güzel olmasına karşı değilim. Terliklerim ayakkabıya neden benzeyecekmiş? Bir gerekçesi olmalı. Daha sağlıklı, misafirliklere götürülen terlikler? Evet, bir zamanlar kullanılırdı. Bir nedeni olsun kullanırım, ayakkabıya benzeseler de.

İçki? Sarhoş müşteriler bezdirdiler canımdan. Neler, neler olmadı ki? İçkili araba kullanmayacağımdan, istesem de kullanmazdım. İçki kötülüklerin anası diyorum, evet. Ama içki sofralarında oturuyorum, tadında bırakabilenlerle, işi ilericilik gericilik görmeyenlerle, yani memlekette, taşrada. Sohbet, dostluk, insanca hoşbeş neredeyse, orada. Yemekte nar suyunu severim, yeri gelir sadece yalın tadlı bir su içerim. Sudan anlarım, seçerim bazan, mümkün olursa, maalesef.

Sigara içmiyorum. Bir ara yaprak sigarası içtiğim oldu, sert sade kahve içerim, kavrulurken yakılmamış olacak, türk kahvesi yoksa espresso, o da yoksa filtre kahve ararım. Fincana önem veririm. Çay semaverden olursa, demlik porselense neden itiraz edeyim? Çay bardağına da bir itirazım yok. Ben moğol baskınına uğrayacak gazetedeki sömürge müfetişi miyim?

Nargile, sigara, tütün, duman ne evime sokarım ne çay kahve içtiğim yerde isterim, ne de arabamda izin veririm. Çalıştığım yerde sigara içilmiyorsa kafeteryada otururdum.

Hayatım zevksiz mi? Her gün yeni bir şey söyleyebilmek, yeni bir şiir kurabilmek, yeni bir şeyler anlayabilmek, halâ saatlerce koşturabilmek, hilesiz hurdasız nefis yemekler, tatlılar, salatalar, çaylar yapabilmek, ama yalnızken sadeliği tercih edebilmek o kadar fena bir şey değil.

Suyun tadını alabiliyorum. Tuzun tadını alabiliyorum, temiz havayla mutlu olabiliyorum, insanlara dert anlatabiliyorum, her gün bir şeyler öğrenebiliyorum, tambura çalabiliyorum, ufkumu başka ufuklara açabiliyorum. Kokuları, sesleri yorumlayabiliyorum. Kedilerle, delilerle, bebeklerle anlaşabiliyorum. Finolara uzak düştüm.

Ürkmeden, korkmadan, kendim olmayı bırakmadan.

Ve hiç bir gazetede, dergide, yayınevinde çalışmaya tenezzül etme durumunda değilim.

Kapak olmak neyime? Onlara diyebileceğim ne olabilir ki?

Onlar halkımı beğenmiyor, ben de onları ve itişip kakıştıklarını adam yerine koymuyorum.

Bizim yapabildiğimizi başkaları yapamadığında düşünürüz çorap-ayakkabı ligiyle hemhal olmayı.

Şimdilik kendi halimizdeyiz. Bir süre böyle devam edeceğiz.

Ayakkabılı kardeşlerim, altlarını iyice silin, onca pisliği içeri taşımayın, altında sakız, tükrük, kusmuk, etiket olmasın. Fotoğraf makinasına da, karşınızdakine de ayakkabı altını göstermeyin, başkalarının sehpalarına, sandalye, koltuk ve puflarına basmayın.

Çoraplılar, lütfen eve gelince ayaklar yıkanmış, çoraplar değişmiş olsun, fotoğraf çektirecekseniz çoraplarınız deliksiz, uçları ayakkabıdan boyanmamış olsun.

Finolular, terliklerinizi finolara oyuncak olarak vermeyin, çok pejmürdesiniz bazan. Finonuza da sahip çıkın. Saldırmasın terliklerimize.

Son kedi kardeşim patilerini silmeden, ve yalayıp temizlemeden evinde dolaşmazdı. Dolaştırmazdı da. Tanıdığım son istanbullu şımarık fino banyoda ayak yıkatırdı, kendini kucakta taşıtıp. Kimse nasıl bir estetiğe çomak soktuğunun farkında değil, yeni, yepyeni, daha da yeni medeniyet önerileriyle.

1 Mart 2009 Pazar

Kırıldı Yine Zevrâk-ı Derûnum Kenare Düştü: Hangi Mevlevîlik Devlete Küs İmiş?


Mevlevilik adına konuşabilecek birileri var mı? Mevlevîlik kaldı mı da bu iddialar ortaya atılıyor?

Yıllardır Mevlâna ve Mevleviyye adına yazılanlar kullanılarak Mevlânâ ve Şemse hakaret ediliyor. "Ben O'nun yolunun tozuyum" alıntıları ile, aba altından sopa göstermelerle halledilebilecek hiç bir şey yok!

Bir takım insanlar kendilerini ve birbirlerini kutsallaştırıyor, yanılmazlık iddialarıyla, ezoteriyle, cehaletle giyiniyorlar. Kendileri kutsuyor, kendileri aldırıyor.

Söven'in de öven'in de Mevlanâ sunumları örtüşüyorsa, durup düşünmek lazım.

Goethe'nin Mevlânayı okuyup okumadığı üzerine anlamsız bir diskur yürütülür durur. Kimse Hakikat ve Metod'da (Gadamer) bile Goetheye kadar giden ve Mesnevi ile paralel okunabilecek hakikat, fanilik, değişerek aynı kalma, praksis, fronesis, yorum kavramlarını anlar halde değil. Oyunla çocukların kişilik bulması, vesaire.

"Yeni bir şey söylemeyen" yani zamanına eleştiri, öneri, fikir getirmeyen, adaleti uygulamayan, okumayan, anlama çabasında olmayan, zulme itirazı olmayan ne kadar Mevlâna ile alakalandırılabilir?

O kadar çok şarlatan çıkıyor ki karşımıza sikkeli, hırkalı: Kavuk devirme töreni bile olmayan bir gelenekten konuştuğumuza işarettir bu! Hakikatsizine had bildiren, hakikatsizliğe ev kurdurmayan gerek, Mevleviyyeden bahsedebilmek için.

O kadar çok rakip duruş aynı kişilerle temsil ediliyor, ondan ona şundan buna icazet geçip duruyor ki, artık anlamak, ciddiye almak söz konusu bile değil.

Mevleviyye şimdilik bir müzedir. Musikisi ile, mirası ile ayakta durmaktadır. Bu kötü bir şey değildir, kültürümüzün derûni kapısını açık tutmaya çalışmaktır. Ancak Mevleviyye de değildir!

Mevlevî, mevlanaî olmasa dahi, mevlanaî duruşa saygılıdır. Uçuk kaçık ezoterilere, derinliği olmayacak hevalara kapılmaz, new age'e özenmez. Cenneti garantileyen şifrelerle, neyin kaç kere yapılacağıyla ilgilenmez. Neyi kaç kere yapacağımız semboliktir. Sır, faniliğimizle çarptığımız duvardır. El Gurayb'a kulak tıkayanın gaipten gelen sesi değildir, işittiği buyruk!

İnsan ölümlüdür, fanidir. Yanılan insandır, tüm zamanlar için söyleyebilir, ama tüm zamanların diliyle, bir kereliğine, bir kerede, tüm zamanlar için sonra konuşulacağı gereksiz kılacak biçimde konuşamaz!. İnsan-ı Kâmil, yanılabilen, hakikate açık, hakikatle düzelmeye açık insandır. Peygamberler de insandırlar. İnsan tanrılaştırılamaz.

Bugün Mevlevilik adına konuşanlar ya olur olmaz herşeyi savunuyorlar, ya da Mevlanaî olmayan bir neşeden, yani Şems ve Mevlânanın çıkış gerekçelerini yok sayarak konuşmaktalar. Mevleviyye devam etse, buna izin verilmezdi. Farklı düşünmek başka, mevlanaî eleştiriye ve hakikat'e kulak tıkamak başka

Bir insan hem Mevlânânın geleneğini, hem de onun tersini savunan geleneği aynı anda savunamaz. Mevlevî giyinen ben yaptım olduculuktan bıktık, usandık. Hakikate sırt dönen mevlevî değildir olamaz. Olduğu gibi görünmeyen. Göründüğü gibi olmayan. dediğini kasdetmeyen, kasdettiğini söylemeyen.

Şeyh Galip'lerden sonra neler yaşandı artık adı konulmalı!

İnsanlar durup dururken tasavvufa tepki duymuyor.

O kadar Cumhuriyete yükleniliyor ki, yüklenenlerin baş tacı eder göründüğü Yahya Kemâl'in (pekalâ kendisinin de içinden geldiğinin söylenebileceği) mesihci/mehdici geleneğe müdahale (bir çeşit sosyal mühendislik mi bu ayrı bir tartışma konusudur) önerdiği unutturuluyor!

Yakup Kadri'nin "Nur Baba"sı, Kadrocu bir tepki değildir. Kültürel Muhafazakarlarımızın tepkileriyle de örtüşür. Başka türlü okunmalıydı. Tanpınarın da tanıklığı altında.

Cumhuriyet, evet, tekkeleri yıkmamalıydı. Ama, manevi yıkıntı çok öncelerdendi.

Tekkelere tepki, geleneğin savunucularında da vardır.

Kimseler dna'larından dolayı daha hakikatli olmuyor. Mevlânanın torunlarının dedelerie sahip çıkmaları güzeldir, neden itiraz edelim?

Ancak, yeni bir şey söylemeyen, Mevlanayı eleştirdiği bir çıkış noktasına mahkum eden, Mevlanayı Mevlânanın savunduklarına yabancı eden, Mevlanasız kendilerini savunamayacak insanlara ne demeli?

Yurtdışındaki şarlatanlara?

Bu iş dost post işi değildir. Bu ülkeyi kuranların içinde Mevleviler de vardır. Bir düşmanlıkları, kırgınlıkları asla olmamıştır. Mecazî anlamda dahi. Eleştirmişlerdir, eleştirilmişlerdir. Farklı şeyleri savundukları olmuştur. Bazan uygulayan, yürüten kendileridir. Hapisane kapılarından dönenler olmuştur. Çalışanların yanında yer alanlar (Abdülbaki Dede), mebusluk peşine düşenler, her devrin adamı ya da devr-i sabıktan olanlar olmuştur. Halk olarak, avam olarak, havass olarak.

Evlâd-ı Mevlânânın sikkelisi de olmuştur, kalpaklısı da (bahsettiğim mevlevi taburu değil): Çanakkalede, Kuttül Ammarede, Medine Önlerinde, Şile, Kütahya kırsalında.

Mevleviyyenin perifersinden ciddi şairler çıkmıştır, Asaf Halet, Can Yücel gibi. Bilim adamları. Sanatçılar. Zenaatkârlar. Bin bir çeşit insan. Muktedir, muhalif.

Ne olan biteni hakedilmişlik olarak okuyan, ne de şu ya da bu iktidarla toplumu ya da devleti affedecek olan.

Barışmak bile bir muhataplık öngörür. Hakikatle muhatap olanlar, kime kızsınlar, kime küssünler, kime yakınsınlar?

23 Şubat 2009 Pazartesi

"Kanlı Pazar"ı Savunmak, Olabilecekle Ceza'yı Savunmaktır! İşbirlikçilik Değilse!


Kimi neyi savunmuşlar Kanlı Pazarda?


Milliyeti mukaddesatı mı?


Sosyalizm gelecek din elden gidecek bunu engellemek için manda olalım, bununla da yetinmeyelim, sopa, balta, satır, bıçak şiş saldıralım denerek mi kutsallar savunuluyor? Yakarak, yıkarak, işbirlikçilik yaparak?


Kapitalizm eleştirilemez, biz zenginliklerimizle öbür dünyada tartılacağız denilmeye burada başlanılmıştır.


Sosyalizm gelir din elden gider diyenlerin o zamanlar önünde sultan Galiyev gibi bir örnek var, şimdilerde daha eleştirel değerlendirilse de.


Sosyalizmlerde dindarları ürküten bir şeyler yokmuydu? Elbette vardı. Sosyalistleri dahi ürküten şeyler vardı.


Fatsa'da tek tip insan önermeyen, değişik duruş, görüş, gelenek ve inancı yalnız bir arada tutabilen değil, tutmayı hedefleyen bir geleneğin bağımsızlık için yürüyüşüne karşı saldırıyı dinden mukaddesattan yola çıkarak meşrulaştırabiliyor bir yazarımız.


Soğuk Savaşın derin kurumlarında yer alabilirsiniz. Bunu üstelik para pul almadan da yapabilirsiniz. Hattâ o dönemler bunu içinizden bir şeyler koparak yapmak durumunda kalmış olabilirsiniz. Aradan yıllar geçti,kten sonra, pişkince katliamlara, pogromlara, saldırılara sahip çıkmak, tereddüt göstermemek, yanılmazlıktan konuşmak, dini savunmayı da yanılmayan, hep haklı, eylemleri tartışılmaz insanlara mal etmek ancak siyasi bir dinin, hattâ ancak ideoloji haline getirilmiş bir dinin ifadesidir.


Bizde peygamberler dahi insandır. Yanılmazlık, ölümsüzlük, tanrısallık iddiasında değillerdir.


Burada bir başka din anlayışıyla karşı karşıyayız.


Ben, bağımsızlık diye inleyen o samimi topluluğa azrail gibi dalmayı hiç bir ahlâka sığdıramıyorum. Karşısındakinin yanlışı kanıtlansa bile, kimse insanların, düşüncelerin, toplumların gideceği, geleceği yeri önceden sabitlecek, donduracak bir haktan konuşamaz. Böyle bir hukuk yok! Onca yangın, bunun üzerinde temellendirilmekte!


Mecdeli Magdayı taşlayanlar haklı olsaydı, O'na ömrünü bağışlayan bakış haklı çıkmazdı.


Peygamberine kılıç çekeni doğrayacak bir kültür olsaydık, en yiğitlerimiz saflarımızda olmazdı. Hangi seçilmiş halife canını yakana acıyarak bakmadı? Hançere sırt dönen taraf başka bir taraf, sırta hançerle dönen başka.


Kanlı Pazarda kan dökmüş, ama acı çeken kimseye bir kinim yok. Ölenlerle hepimiz öldük, öldürenlerle bir tarafımız katil oldu. Bunu temizlemeliydik. Temize çıkarmalıydık, insan olarak geleceğimizi. Ölenin ve öldürenin çocuklarının geleceğini.


"Gelecekte insanlar fikir değiştirir, hayırsızsa hayra meyleder, hayırlıysa şerre de meyleder" düşüncesinden değil. Onların savunduklarını savunma haklarından dolayı, kendi hayırsızlık ve hainliğimizi onlara yazmamamız gerektiğinden dolayı bunu söylüyorum.


Onların dedeleri Çanakkalede bizim dedelerimizin yanındaydı. Memleket için bir gelecek önerme hakları yok? Çünkü dinleri yok? Kimin dini yok? Sosyalist dinsiz de, Mandacı, İşbirlikçi dindar mı, vicdan sahibi mi, her yerde ve her daim hep haklı mı?


Her daim her yerde haklılık şirktir. Başkalarını ilerde yapacaklarından dolayı öldürmek tanrısallık iddiasındandır. Bu derece ileri gidilmiyorsa din adına, hakikatten yola çıkılarak konuşulmalıdır. O zamanlar, şuna şuna inandık, şu konuda yanıldık, şu konuda haklıydık demek dururken neden şirkin diliyle konuşmak?


Büyüklük taslamak, en iyi, en ılımlı anlamıyla dahi ne kadar dinle ve dinden savunulabilir?


Öldürülenler kardeşlerimizdi. Hepimiz bilmiyorsak bile, bağımsızlık düşüncemize karşı insanları silahlandıranlar, kışkırtanlar ne yaptıklarının pekâla farkında idiler.


Farkında olmayanlar şimdi farkındalar! Vicdanlarında yaprak kıpırdamayanları, insanlığa yüz çevirenleri yakalarımızdan silkelemeyenlere de veyl olsun!


Hiç bir haklılık, hiç bir kutsal değer başkalarının hak ve hukuklarını çiğneyerek, iftira ve kışkırtmayla, kan ve zulümle, yalan ve propagandayla ayakta tutulamaz.


Eğer bağımsızlık istiyorsan, karşındakiler de yanlış yolda ise, daha doğrusunu öner. Onlara yol göster. Zulme uğratma. İftira etme. Geleceklerini ellerinden alma. Yarın onların çocukları bizi işgale, sömürgeciliğe karşı savunacaklar. Yalancının, işbirlikçinin yetiştirdikleri değil!


Onlar, kendilerine zulmedenlerin çocuklarına bile analık babalık ettiler. Gelecek, diğerkâmların, çok bilmemişlerin, işbirlikçilikle kutsallarımızı savunabileceğimizi düşünmeyenlerin emekleri üzerinde yükselecek. Eğer adam gibi bir geleceğimiz olsaydı.


Ömerimiz ve Hamzamız zamanlarının zalimlerini, çokbilmişlerini hak ve hakikat adına konuşturmayacak bir hakikatlilikte kendilerini buldular.


Yanılanın, farklı olanın, bizim gibi düşünmeyenin cahil zulmüne karşı celâlleneceğimize; Zalim'in zulmüne, zulmü tutarlı bir biçimde uygulayan, savunan, meşrulaştıranlara celâllenelim, mümkünse, cesaretimiz varsa. Ama esaretimiz var. Zalim'e dahi isyan zulüm işi değildir. İnsanlık, işidir.


Yanılan, yanılgısını kabul eder. Farklı olanla ortak bir hukuk bulunur insanlık üzerinden, bizim gibi düşünmeyen, bunun farkına varır, ezberden değil, kendinden konuşur, yakınlaşır bir gün, arayışta olanlar . Sabredemiyorsan, kapışırsın, ama insanlık birleştririr, birleştiricidir.


Zulme tapınanı dost bilenin, zulme farklı önermelerle itiraz edene dünyayı cehennem etmesi, sadece ve sadece zebaniliktir!


Vicdansız , ahlâksız, insafsız insan yüzünü nereye çevirise çevirsin kendisini bulur. Her yer ben, her şey ben der.


Başkasını farketmek, onun dünyasını, taleplerini, itirazlarını, geleceğinin hikmetini de okumaktır. Kainatı okuyamayan, geleceğe cellat olmasın. Eleştirsin, önersin, kendini eleştiriye, yani Hakikatle düzelmeye açsın.


Önce 6-7 Eylül. Sonra Kanlı Pazar. Sonra? Daha sonra?


Hakkaniyet zebanilere çıraklıktan geçmiyor. Bu kadar gürültü, toz duman, ona yafta, buna yafta, sonra?


Tevazu diliyorum, zalimlerin çıraklarına, yarın Hakkın Divanında söyleyebilecekleri olsun istiyorum. Afeettiklerimizden ve affedilenlerden olsunlar. Yanlışta inat edip, sırlarını örten karanlık ve merhametli geceyi, başkalarının bedenlerinin ateşiyle aydınlatmasınlar.


Zulme kimse kapalı değil! Zulme ancak, hakikatle düzelmeye açık olan, yanılabilir olan, yanlış yapabilir olan insan karşı durabilir: Zulme karşı duruş, başkasını şeytanlaştırarak değil, önce kendi zulmünün önünü kapatanların duruşudur.


Yanılan da, çok bilmiş de, hançeri tutan el de, insana güvenen, rıza sahibi, cesur insanlar da bizim.


Ebu Cehilliğimiz, bilmediğimizden değil, bildiğimizi esir edişimizden, yani bilmeyi bilemediğimizden.


Ebu Cehillik insanın bir yanıysa, İnsanlık öte yanı. Kimsenin hatadan dönmemesini bekleyenlerden olmayalım. Yanılalım, yanıltılalım, önyargılarımızda.


Kınalı kekliği ürkütmeyelim, gül yaprağını yüksek sesle dahi dağıtmayalım, ama, solucanı, yılanı da çiğnemeyelim. Herkesin bir dostu, düşmanı var. Karganın yavrusu karga. Herkes için geçerli objektif nefret ve paspas etme objeleri aramayalım. Nefretimiz, yalanınımız, dolanımız, talanımız ayak altında dolaşır durur da mesele etmeyiz nedense.


Onlar, ipek donlarla, başkalarına çamur atan büyük arabalarla dolaşmadılar. Bıraksak belki dolaşacaklardı, belki dolaşmayacaklardı. Bilemeyeceğiz. Ahkâm kesmede bir hikmet yok. Bağımsızlık için kendi taburelerine tekme atan bir kuşağı sadece kucaklıyorum ve rahmetle anıyorum.


Bağımsızlık, öncelikle düşüncede bağımsızlıktır: Zincirlerini kıran, yalanla yaşamayı terkeyleyen insanlığın özlemiyle.


Zincirden boşalmış zulmü alkışlayan, ve zulme karşı koyanın hayatını karartan bizden değildir, değildir de haksız, hukuksuz da değildir.


Zalime çıraklığı marifet bilen, affedilebilirliğe inanmayan bir kardeş gibi.


Meşru müdafaayı savunmadığınızın farkında mısınız Ey İnsanlar, İnsanlarımız?



18 Şubat 2009 Çarşamba

Yeni Şafak Vadi?

Garih Cinayetiyle ilgili bir haber gördük Yeni Şafak'ta.

Zanlı, kendisine bir video gösterildiğini söylüyor. Garihin nasıl hançerlendiğine dair. Ve ortada bir resim var. Bu resmin Zanlı'nın anlatılarından yola çıkılarak çizildiğini çıkarıyoruz Ya polisin çizerlerinin modellerinden esinlenilmiş, veya doğrudan onlardan alınmış, ya da sorgu, itiraf tutanaklarından yola çıkılmış. Masum olduğunu iddia eden zanlı, videoda izlediği cinayetin bir tapınakta vuku bulduğunu ifade etmiş olmalı böyle bir resim çizilebildiğine göre.

Ne var ki, resim, kurtlar vadisi dizisinde Baron'un öldürülme sahnesinin de bir kopyası. Gönderme falan yapılmıyor. Aynen o, simgelerde tasarruf yapılsa da, tasarruf edlmiş simgeselliğe atıfta bulunulmuş. Ya Kurtlar Vadisi senaristleri bu cinayetin ayrıntısını biliyorlardı, ki bunu iddia etmek saçma olur, Kurtlar Vadisi bir belgesel değil, fiktif sanat eseri. Olanın değil olabilir olanın, başka türlü düşünülebilir olanın dünyasından. Hakikat iddiasının olması ne bir belgesel olmasını gerektirir, ne de gerçek cinayet şemalarının kullanılmasını.


Yeni Şafak editörleri, Baronun ölümü sahnesi üzerinden cinayete baronluk kavgası arkaplanını yazmış oluyor.

Dizideki Baron'un Garihle alâkası yok. Karahanlı, içeri alınanlardan çok içeri alınanların içeri alınmasından rant sağlayacak olanlarla ilintili bir fiktif şahsiyet. Ancak dizinin anlaşılma dünyasını fiktivitesini kaybettirerek realiteye kaydırmak, realiteyle örtüşme noktalarından sembolik aktarımına girişmek Yeni Şafağın amacını da aşıyor olsa gerek.

Bu cinayette yara izlerinin tahlili ile bir ülkenin imzasını okuyan; kimsesizlere yardımdan başlayıp dul kadın semboliğine kadar göndermede bulunan "komploteorik tahlil" ya da kulağa kar kaçırmalara şahit olduk. Son dönemdeyse çocuk kaçırma iddiası, video, tapnıak iddiaları gündeme getiriliyor. Doğru ya da yanlış, bir şeyler söyleyebilecek durumda değilim. Ancak, ortalık da toz duman, içinde hakikat de polsa, apaçık bir propaganda savaşı da gözümüzün önünde cereyan ediyor. Adaletle, hakikatle ezberimizin düzeltileceğini suçsuzları zan altında tutmamızın önüne geçileceğini ummaktan, ve bu toz dumandan insanlığın zarar göreceğini söylemekten başka yapabileceğim bir şey yok.

İşe kimler, neler karıştırılmadı ki? Fevzi Çakmak. Fevzi Çakmak'ın Şeyhi. Eski devlet erkanının kuruluşuna bulaştığı tarikatlar ağı. Çift kimliklilik meseleleri. Ve şimdilerde belki de yeraltı dinleri, kışlalar, morglar. Korporativist bir oligarşi. Vesaire vesaire.

Hakikat ortaya çıkmalı. Ama bu gözümüzün önünde tepişerek ortaya çıkarılabilecek bir şey değil. Soruşturmanın sağlığı açısından değil yalnız, sis tabakalarını katmerleştirmemek için de basın eleştirel ama dikkatli olmak zorunda. Basın ahlakının gerektirdiği, hukuka ve hakikate saygının gerektirdiği bir dikkat, elbette.

Bırakalım, soruşturmayı yürütenler ortaya bir iddia koysun. Mantıkla, narrasyonla, fiktif destekle isteyen düşünsün sorgulasın. İyi bir detektif romanı/dizisi olacak şey, olan bitenin hakikatle alâkasından farklı düzeyde hakikat iddiasında bulunur. Ne spekulasyon, ne de hakikate destek için propaganda aydınlatıcı olacaktır.

Yalan, dolan, talan demiyorum hiç bir iddiaya. Bizler polis, detektif değiliz. Vatandaşın, gazetecinin hakikati araması, sunulanları kurrcalamak ise elbette nafile değil.

Herşey mümkün. Teorik olarak. Ama balıkları da kavakta tahayyül edebilecek olan bir mantıksal olabilirlikle yargının işaret edeceği hakikati, ve daha sonra vicdanın hakikatin kendisinin işaret edeceği hakikati karartmamak gerekir.

İddiadan emin bile olsa bir gazete kaynak göstermek, illustrasyonları birtakım belge kanıt ve kaynaklarla açıklayıcı notlar koyarak, hazır sembolikleri ve semboliklere yönlendirmemek zorunda.

Propaganda ile gazeteciliğin, gazetecilikteki hakikat iddialarının arasındaki duvar şeklen ince olabilir. Ahlâken bu incelik çok keskin. Herkes, Asker, Polis, hukukçu, Gazeteci, Aydın, Tabip kendi mesleki deontolojilerinin, ahlakîn buyurduğu inceliklerinin farkında olmak durumundalar.

Gazeteci tüccarlaşması, dindarın zenginlik peşinde koşuşturması, bilim adamının ideolojye, bürokratın darbeciliğe kapılmasıyla açıklanamayacak bir postmodern hal ile karşı karşıyayız.

Postmodernistin somut koşulları titizce kurcalayan nominal ahlâkını da yok saymaya mwyl etmekteyiz.

Hiçbir kuruluşun, duruşun melekler kadar saflığına, ya da karanlık oluşununa somut bir günahsızlığı ya da suçu yazarak, adaleti hakim kılma şansımız yok.

Eleştiri, "ideolojik mücadele", hakikatin ve hakikatliliğin sınırlarını zorlamamalı. Dost için de, düşman için de, aldırmadıklarımız için de adalet! Yoksa adalet diye bir kavramdan geriye birşey kalmaz!


Yeni Şafak son zamanlarda kendi yayıncılığı dışında çok şeyi eleştirmekte. Telekulağın yarattığı dehşeti, giderilecek bir paranoya olarak gören milletvekillerimize, bunun bir kıyamet alameti kadar önemli bir iddiadan kaynaklandığını söyleyecek, pedagojik, didaktik, kolluk kuvvetleri de dahil bir takım kuvvetlere destek verici propagandif bir hafifliğin hakikat algısını ve eleştirel bir diskuru ortadan kaldıracağını anlatabilecek düzeyde toplum kuramcıları kendi yazı kadrolarında mevcut.

Hakikatlilik sabır işidir. Dik duruş, sözünü esirgememe hakkaniyetin yanında küçük bir ayrıntıdır.

Basın mensupları gazeteciliğin mesleki ilkelerine geri dönmeli, mutfak, yazıp kaybolan kadrodan daha ince eler sık dokur olmalı, en azından yapılabilir olduğu kadarıyla.

Yapılabilir olduğu kadarıyla diyorum, bunca önemli aydın, geniş kadrolar, teknik imkân ellerindeyken memleketin tüm entellektüel spektrumu, bürokrasisi, antibürokrasisi hakikatle kendini düzeltmeyi bir türlü akledememekte, ne yazık ki.

Memleketin ve insanlığın iki yakasını eleştirel bir diskurda bir araya getirmekten bizi vazgeçirebilecek hiç bir kutupsallık olmamalı. İçindeysek, dışına çıkacağız. Hapisanemizden, prangalarımızdan kurtulup hür oluştan konuşacağız, dost kayıran, düşman kovalayan şaşkınlıklardan değil.

Ancak hakikat özgürleştirir. Sarsılmaya, kendimizi hakikatle düzeltmeye açık olmadıkça insanlığa sunabileceğimiz bir şey var mı ki, Efendim.

Germir Bağları

Germir Bağları bir hayattan söylenecek parçalardan birisiydi. Son zamanlarda yeniden çalınıp söylenmeye başladı. Tek tek yorumları ele almak istemiyorum, hepsi birbirinden yola çıkmakta. Söze yapılan müdahalelerden, melodik atakların kaybolmasından, ifade patlamalarının törpülenmesinden, tavrın sürmelileri kavramadan sürmelileştirilmesinden aşikâr. Dert anlatma, paylaşma, ifade yerini "cover" icrasına bırakmış Sıkılanlara çeşni olmalı.

Söz'e müdahale dedik. Geleneğe hakimiyetle olmalı bu olacaksa, unutkanlık ya da yakıştırmalardan değil. "Ben bu yola başkoydum"daki "ben" çoğu icrada atlanmış. Tevazu işi değil, oradaki expressivitenin kaldırılmasına yol açacak bu müdahale. "Arabaya taş koydum"da vurgu tambura gövdesine vuruşla (makara atarak?) güçlendirilirdi, "Ben bu yola" da ustalar hiç bir sözcüğe ağırlık vermezler, ancak ifadeye kesinlik koyarlar, dinleyicinin beklentisini "başkoydum" ile koparırlardı.

"Boynuma boynuma dolar ağlarım"ı da kim icat etti? "Boynuma dolar, dolar ağlarım" olarak söylenirdi eskiden. Kayıtları, noter tasdikli kopyaları , folklor dermeklerini falan boşverin. Ustalara dönüp bakın. hafızanıza, halkın bir zamanlar nasıl söylediğine ve dinlediğine geri dönemiyorsanız. "Bakarım bakarım, erimez" demiyorsunuz ama? Kalıp daha kesin olarak kendini eleverdiğinden mi?
Bir parçayı "burası Huştur" diye birisi söylese yeterli, kulak kabartmaya yeter, bazan mantık değişiklikleri orijinale götürür, düşündürür, kurcalattırır ve saire ve saire. Burada Muş Huş meselesi de yok. Tanpınarın bir şiirinin kötü okunuşuna benzer bir durum var, bedbaht edici, bu "boynuma boynuma" dolamalarda. Orada boyun değil, dolanan saç var ortada, dostlar. Doluyor, doluyor ve ağlıyor aşık. Ama fiil öne çıkarılmıyor, saç simge olarak öncelikli burada, boyun'daki çağrışım yükünü öne çıkaracaksanız, bilerek yapın. Kendinizce düzeltme yapıyorsunuz, ama şiirin ritmik karakteri, ifade akışı, söz ve vurgu yapısı dümdüz ediliyor. İcra etmeyin, yeter! İfade edin, kendinizi, hayatı, bir sözü, verilmiş sözü. Sözün arkasında duruşu. Aşkın arkasında duruşu.
"Gözümün yaşı durmuş iken, yine başladı" dilekçe mi, metoroloğun, gazetecinin rapor edişi mi? "Gözümün yaşı durduydu, yine yine başladı"dır, bazan "dindiydi"dir, çeşitlemeler, değişik versiyonlar elbette mümkün.
"Yine yine"yi düzgün vurgulayan, Tanpınarı da rahat okur, bu arada. Bu halkın okuyup yazabildiğini ne hallere sokuyorsunuz ey okumuşlar, mektepliler!
Germir Bağlarına dönersek: Ahmet Gazi Ayhandan (Kalan Arşiv) dinlemenizi ve üzerinde düşünmenizi, tavrı, parçanın dinamiğini incelemenizi öneriyorum icracılar. Onun "Yarim İstanbulu"da yaptığını kopyelememeniz, bir nüktesini tüm zamanlar için yanlışa çevirmemenizi de diliyorum. O seçkideki Kırat Bozlağına dikkat edilmeli. Herşey sesle yapılan nakışlar, netlik, makam/ayak dışı ses çıkarmamak değil. Müzikal ifade, şiirsel ifade, ifade dinamiği, prozodinin pragmatiği duruş ister. Ve bir hayatın mütevazı iddiasını, iddialılığını. Germir Bağlarında Ayhan çok başarılı. Bunu kendinize de maletmekle bir hata işlemiş olmazsınız. Sonra "sound"la, nüansla, ses genişliğiyle falan oynayın.
Başarılı, tutturulmuş bir "sound kıvamını" ve müzikal ifadeliliği terketmektesiniz. Frekansları , müzikal işlemeyi yaymak ve bir birinin üzerine yoğurt gibi boşaltmamak ancak söylenecek bir sözünüz olduğunda, yani bir söylenmişi boğmadığınızda, dimdik duran bir hayatlılığı mıymıy bir ruhla devirmeye kalkışmadığınızda bir işe yarayacaktır.

Karşınızda yiğitçe duran insanlar var. Aşıklar var. Halk var. Unutmayın. Dert anlatamıyorsanız, dinleyin. Anladığınızı ifade edin. Ama ederken de dik durun. Omuz düşürmeyin!

17 Şubat 2009 Salı

Ne Encümen-i Daniş, Ne Abant konferansı, Bir Elde Cımbız, Bir Elde Ayna?


Konuşan konuşuyor. Konuşsunlar. Ama herşey konuşuldu sanıyorlar. Herkes konuşmadı, biliyorlar.


Bizim nesil hâlâ konuşamıyor. Söz hakkımız yok. Bağımsız Aydın konuşamıyor. Söz hakları için kılınızı kıpırdatmıyorsunuz. Bir nesil yurtdışında temizlik, taksicilik, büyük şehirlerimizde dolmuşçuluk yapıyor. Herkes uyanık değil. Çalışmaktan, alınteriyle geçinmekten başka birşey yapmasını bilemeyenler var, hâlâ. Dergilerinizde, gazetelerinizde aynı hikayeleri tekrarlayıp duruyorsunuz.


Oysa, memleket entellektüel bir iç savaşın eşiğinde. Güvensizlik, ayrışma, alışverişsizlik had safhada.


Kürsülerinizi mi koruyorsunuz, bizlerden? Derin fikirlerinizi mi? Yokluğumuzda gelebildiğiniz, kafa patlatmadan, ter dökmeden ulaşabildiğiniz ünvanlarınız, kürsüleriniz, dergileriniz, sütunlarınız, kongre ve konferanslarınız sizin olsun.


İtirazı bilen, ama söz hakkınızı da savunmuş bir nesli parya ettiniz kapınızda. Sırt dönücü aydınlar, ben söyledim olducular, eşik bekçileri yetti artık!


Evet şimdi tartışmaya gerek yok! Dinleme ortamlarıyla, günah keçileriyle, tartışmaya kapalı dergi ve gazetelerle, polisiye önlemlerle, ihbarcı gazetecilikle eşitlik hürrüyet ve demokrasi kuruluyor. Ya anlayacağız, onaylayacağız, seveceğiz, ya da terkedeceğiz.


Kimi nerden kovuyorsunuz? Sizler kimsiniz?


Toplumda telekulak yasasının oluşturduğu paranoya diyebilen insanlar mecliste olabilir. Herşeyi duyan, bilen gören , üstelik gece gibi başkalarının kusurlarını örtücü olmayan bir linç kültürünün ürkütücülüğü birilerine çekici gelebilir. Kıyamet alametleri boyutundaki müdahaleler işinize geliyor olabilir. Mağdurluğun bittiği yerde zalimliğin başladığını düşünebilirsiniz.


Sizler gibi düşünmeyenler var, hep oldu, hep olacak!


Önceliklerinizi görüyoruz Ey Abantlılar! Önerdiğiniz ilişkiler daha düşük boyutlarda da olsa zaten mevcut. Dediğiniz yapsak da yapmasak da, artık bir toplum değiliz, ayrıştık, ayrışmaya devam ediyoruz. İletişimin kanallarını tasfiye etmektesiniz!.


Bizler, toplum olarak kurumlarımızın arkasında değiliz. Konuşmuyoruz. Koklaşmıyoruz. Anlaşmıyoruz. Kolay ya da zor gerçekleştirilir bir takım önerileriniz, işleriniz, alakalarınız var. Size kolay gelsin, bizsiz yaşamak. Ama biz, nasıl bir toplum olacağız tartışmak istiyoruz, kürsülerinizin arasında, dar da olsa, itip kakaladığınız aydınlara da yer açmak durumundasınız, meclislerinizde yer açmak durumundasınız, bu toplum tartışmak istiyor, anlamak istiyor. Aklı selim düzeyini yakalamak, alıteriyle yaşamak, eserleriyle ölçülmek tek kale oynanacak bir oyun değil. Sözünü tutarak yaşamak o kadar zor değil.


Ey Encümen-i Daniş, Ey Meclis, Ey TUSİAD, MUSİAD! Bugüne kadar konuştunuz, hep konuştunuz, hiç başkalarının itirazları aklınıza gelmedi mi, gardroptaki cesetler ayaklarınıza dökülmedi mi?


Kuşakların suskunluğu üzerinden konuşuyorsunuz, Kanlı Pazarlardan, Maraşlardan, Çorumlardan, Sıvaslardan söyleyeceği olanları bastırıyorsunuz.


Artık vatandaşlık diye bir kavram aklınıza gelsin! Bu ülkenin dik durmuş insanları, çalışanları, ayakta tutanları, sessizleri, susturulmuşları, dilsizleri ne demek istiyor bir dinleyin. Allahaşkına artık biraz dinleyin!


Toprak kabaracak, insanlar sizlere sırt dönecek, bu kadar fransız kalmayın kaderiyle bu kadar alâkâlı olduğunuz topluma!


Biz sizler gibi değiliz. Yalnız olmadığımızı biliyoruz. Hukuk herkes için işler. Bizim için işletmediğiniz hukuk, tutmadığınız sözler, korumadığınız söz hakkımız size intikam olarak dönmez. Ahlâk karşılığını vermeyene de düzgün davrananın kalesi.


Ahlâk bizim kalemiz. Sizler duygusuz toplum mühendisleri gibi konuşmakta özgürsünüz. Entellektüel, kaba, buyurgan ya da populist.


Bizler konuşmakla, anlaşmakla, koklaşmakla, tartışmakla, daha iyi gerekçeye, daha ahlaklı duruşa, daha meşru çıkış noktasına açık olarak toplum oluyoruz, insan oluyoruz.


Degileri kapatın, manifesto yazın, ihbar edin birbirinizi, hepimizi. Bizim dışımızda herşey demokrasinizi kuran. Düşünceleriniz buyruktan kamçılar gibi. Buz gibisiniz. İçimizi ısıtamıyorsunuz. Bir gün selâm verdiğinizi ertesi gün tanımıyorsunuz. Başkalığın avukatısınız, başkalığımızı paspasınız etmektesiniz.


En zor zamanlarımızda dahi sizleri düşündük. Elimizdeki avcumuzdaki herşeyi, bildiğimizi, kalbimizi hepinize açtık. İşimizi bizden daha iyi yapacaklara bıraktık başka dünyalar açtık.


Biz çetin, zor, pis ve aşağılayıcı olandan şikayetle dönmedik. İnsan olarak, olgunlaşarak döndük.


Mağdur değiliz, çilesiz aydın olunmuyor. Hakikatsiz insan olunmuyor. Eleştiriye, itiraza, yanlışlanmaya açık durmadan bilim adamı, ana baba, çoluk çocuk, şöfür, kapıcı, hiçbirşey olunmuyor. Ama siz, ben yaptım olur diyorsunuz. Olmuyor. Olmayacak.


Yine bu toplumu bizler omuzlayacağız. Bu toplum bizleri omuzlayacak. Yüzlerce fikir tartışılacak. Binlerce çiçek açacak!