10 Mart 2009 Salı

Zevkte Dibe Vurmak


İki televizyon programı izledim.

Birisi muhafazakar bir kanalda. Böğürerek şarkı söyleniyor, bir masumiyet ifadesiyle değil, işgalci şımarıklıkla, espiri adına (hiç bir nedeni, işlevi ya da çekilirliği olmayan) zontalıklar yapılıyor, şok estetiği desek belki bir anını açıklayabileceğimiz soyatarılık, kabalık zinciriyle programın zamanı sıvanarak sıradanlaştırılıyor. Kontrast, gerilim sadece savunduklarını düşündükleri kültürle, hayat dünyasıyla, hayatımızın en ince taraflarıyla. Yemek iğrençleştiriliyor, gülme iğrençleştiriliyor. Alkış kültürel linçe dönüşüyor. İnceliklerimizi, sanatımızı, kibarlıktan kırılmamızı protesto değil, bir kabalıklar diktatoryasının "bize alışın, halkın, kültürün yüzüne bu maskeyi takacağız, sizi apartman çocukları" deklarasyonu. Hattın, ebrunun, zeytinyağlılarımızın, haşlama, sarma, kapamalarımızın üzerinde gezinen bir program. Zerafetin, inceliğin camlarını kıran bir lümpen isyan. Bir itirazı da yok, herşeyin kolayından başka. Şimarıklığın dikalâsı.

Diğerindeyse anlamadıkları ritmlerde, anlamını bilmedikleri, semboliğine halkim olamadıkları elbiselerin içinde, modern hayat, eğlence, aşk ve uygarlık oyunlarını düşe kalka oynayan kötü oyunculara dönüştürülmüş insanlarımız, halkımız. Yemeğimiz yok. Oturma kalkmamız, sohbet geleneğimiz. Dostluğun kapılarını açan temkinli canayakınlığımız, içtenliğimiz. Kötü oyunculara dönüşmüşüz, uygarlığın sembolü Pariste yalnız Kırmızı Değirmende geçerli olabilecek bir maske. Yakılmış bir yalı üstünde yükseltilmiş şekilsiz bir apartmanın müzeleşmesi. Depresyon, nevroz kokan sessizlikler arası "biz eğleniyor ve mutluyuz, batılılar gibi yeme içmekteyiz"e ikna çabası. Herşey eğreti. Ne batının incelikleri ve asaleti, ne de bizim köklü bir halk oluşumuza işaret eden birşey. Tadı kaçacak bir gayretkeşlik, derin bir mutsuzluk ve huzursuzluk. Ama, hiç bir estetik çıkışa gebe olmayan, monoton, sığ ve uyuşmuş bir huzursuzluk.

Asil olan bizde halktı. Köklü geleneklerimizdi. Aristokrasi, burjuvazi var yok saçmalıklarıyla neler gevelemedik. Ne geçmişimizi eleştirme, gözden geçirme şansımız oldu, ideolojiyi eleştiriye seçmiş aydın, siyasetçi ve bürokrat yüzünden, ne de aynı yolun yolcusu ideolojik, sosyal mühendislik meraklısı, sömürgecilere yalaka, halkına çok bilmiş, iki yüzlü, zır cahil muhafazakarlık yüzünden.

Birbirlerine ne kadar benzemekteler. Çocuklarımızı, kardeşlerimizi "maymun etme" yarışındalar. Aynı çukura giden bir madalyonun iki yüzüler. Saldrgan şımarıklık, gelenkçi ya da gelenek düşmanı kisvesindeki geleneksizlik, kitsch, sığlık, yalakalık, müdahalecilik, kültür düşmanlığı.

Modernizmin ahlâklı bir ihtilalciliği de vardı, önce onu yerle bir ettiler, şimdi insanlık alanlarımızda tepindirmeye çalışıyorlar insanları.

Bu ne bir komplo, ne de bilinçli bir çaba. Bir yuvarlanan heyula. Ağlamayan, heybetini yitirmiş kaya.

Karadelik aktif, ama tembel, taklitçi, yorumlayamayan, kafa yoramayan, ter dökemeyen, risk alamayan, acıyı ve kaybetmeyi göze alamayan, başkalarıyla gülemeyen yalnızlıklarda mayalanıyor, ekşiyor, ekşitiyor, bulaş bulaş ediyor.

Nerdesiniz ey adalet, eşitlik, hakikat derdinde olan modernistler; nerdesiniz ey inceliğin, zerafetin, insanca didinmenin nmazbutlukta muhafazakar düşünenleri, çelebileri, aydınları; bütün gün bakırı çekiçleyen, keçeyle boğuşan zenaatkar, sırtında taşıdığı taşlarla Mostara köprü diken amele; medeniyetin halısını dokuyan kızlar; maharetin parmakları; sabrın ve emeğe rızanın işçileri; sancılarla mucizesini doğuran insaniyet; hücrelerine el kadar kapıdan girilen ak sakallı çevirmenler neredesiniz, neredesiniz?

Sizleri beğenmiyor çok bilmişlerimiz, ama ortaya koyabildikleri, onaylayabildikleri, arkabahçelerinde palazlandırabildikleri sığlık bu ve bundan ibaret!

9 Mart 2009 Pazartesi

Evde Ayakkabıyla Dolaştırmam Kimseleri!


Dolaştırmam!

Pijamamı giyerim. Çizgilisini bulabilirsem yatılı okul yıllarındaki gibi, derhal alırım. Üzerimdeki fazla şık, şikayetçi de değilim şık olmasından, olmayabilirdi, olmasın, ama rahat olsun, sağlıklı olsun, öncelikle pijama olsun.

Seviyeli beraberliklerden midem bulanıyor. Ama, ama seviyesiz beraberlik kiminle kuracağız, dünya benim gibilerin dünyası değil ki, çoktandır? Yenildik, linç edildik, lime lime edildik, ama dimdik ayaktayız, kendi kılığımızda.

Sevgililer gününü de kutlamıyorum, her gün aşk okuyoruz zaten, sevgililer gününde mola vermemizde ne sakınca olabilir?

Goethe, Heidegger, Habermas, Gadamer, Gazali, Mevlana, Tanpınar, Kafka üzerine ince yazılar yazabiliyorum. Yorumbilgisini en iyi bilenlerdenim, hattâ düşünür sayılırım af buyurursanız, belki bir yerli feylesofum biraz ney falan da üflüyorum, ama taksi sürüyorum gece gündüz, bu yüzden ağzım biraz avam ayar, hep hır gür içindeyim, ayaklarım araba motorunun sıcaklığından kokuyor bazan, çalışarak geçiniyorum, kan ter içineyim, çalıştıkça kirli ve pasaklıyım, tırnaklarım kırılıyor, altlarına yanık yağ doluyor.

Eve geldiğimde ayakkabıları çıkarmak, yıkanmak, mis gibi su kokmak, rahat giyinmek ne hoş oluyor bir bilseniz. Tırnak altında yanık yağ kalmaması, mümkünse, deriyi kurutmadan.

Avrupada da türk yemekleri yiyorum bulabilirsem, zamanım ve mutfağım olur da yapabilirsem. Pariste bile.

Aldatmayı heyacanlı bulmuyorum. Sadakat heyecan verici geliyor. Birbirini sevenleri seviyorum.

Para peşinde koşturuyorum. Paralanınca, ihtiyacı olanlarla paylaşıyorum. Bazan dünyayı unutuyorum. Afedersiniz.

Yiyeceğe, giyeceğe, kitaba para veriyorum, hiç kısıntı yapmıyorum. Hele yiyecek giyecek: Hastalansam bana kim bakar ki?

Sokaklardayım gece gündüz, gündüz ışığı görmediğim de oluyor. Eksi otuzlarda teker değiştirdiğim de.

Bir şeyin şık, güzel olmasına karşı değilim. Terliklerim ayakkabıya neden benzeyecekmiş? Bir gerekçesi olmalı. Daha sağlıklı, misafirliklere götürülen terlikler? Evet, bir zamanlar kullanılırdı. Bir nedeni olsun kullanırım, ayakkabıya benzeseler de.

İçki? Sarhoş müşteriler bezdirdiler canımdan. Neler, neler olmadı ki? İçkili araba kullanmayacağımdan, istesem de kullanmazdım. İçki kötülüklerin anası diyorum, evet. Ama içki sofralarında oturuyorum, tadında bırakabilenlerle, işi ilericilik gericilik görmeyenlerle, yani memlekette, taşrada. Sohbet, dostluk, insanca hoşbeş neredeyse, orada. Yemekte nar suyunu severim, yeri gelir sadece yalın tadlı bir su içerim. Sudan anlarım, seçerim bazan, mümkün olursa, maalesef.

Sigara içmiyorum. Bir ara yaprak sigarası içtiğim oldu, sert sade kahve içerim, kavrulurken yakılmamış olacak, türk kahvesi yoksa espresso, o da yoksa filtre kahve ararım. Fincana önem veririm. Çay semaverden olursa, demlik porselense neden itiraz edeyim? Çay bardağına da bir itirazım yok. Ben moğol baskınına uğrayacak gazetedeki sömürge müfetişi miyim?

Nargile, sigara, tütün, duman ne evime sokarım ne çay kahve içtiğim yerde isterim, ne de arabamda izin veririm. Çalıştığım yerde sigara içilmiyorsa kafeteryada otururdum.

Hayatım zevksiz mi? Her gün yeni bir şey söyleyebilmek, yeni bir şiir kurabilmek, yeni bir şeyler anlayabilmek, halâ saatlerce koşturabilmek, hilesiz hurdasız nefis yemekler, tatlılar, salatalar, çaylar yapabilmek, ama yalnızken sadeliği tercih edebilmek o kadar fena bir şey değil.

Suyun tadını alabiliyorum. Tuzun tadını alabiliyorum, temiz havayla mutlu olabiliyorum, insanlara dert anlatabiliyorum, her gün bir şeyler öğrenebiliyorum, tambura çalabiliyorum, ufkumu başka ufuklara açabiliyorum. Kokuları, sesleri yorumlayabiliyorum. Kedilerle, delilerle, bebeklerle anlaşabiliyorum. Finolara uzak düştüm.

Ürkmeden, korkmadan, kendim olmayı bırakmadan.

Ve hiç bir gazetede, dergide, yayınevinde çalışmaya tenezzül etme durumunda değilim.

Kapak olmak neyime? Onlara diyebileceğim ne olabilir ki?

Onlar halkımı beğenmiyor, ben de onları ve itişip kakıştıklarını adam yerine koymuyorum.

Bizim yapabildiğimizi başkaları yapamadığında düşünürüz çorap-ayakkabı ligiyle hemhal olmayı.

Şimdilik kendi halimizdeyiz. Bir süre böyle devam edeceğiz.

Ayakkabılı kardeşlerim, altlarını iyice silin, onca pisliği içeri taşımayın, altında sakız, tükrük, kusmuk, etiket olmasın. Fotoğraf makinasına da, karşınızdakine de ayakkabı altını göstermeyin, başkalarının sehpalarına, sandalye, koltuk ve puflarına basmayın.

Çoraplılar, lütfen eve gelince ayaklar yıkanmış, çoraplar değişmiş olsun, fotoğraf çektirecekseniz çoraplarınız deliksiz, uçları ayakkabıdan boyanmamış olsun.

Finolular, terliklerinizi finolara oyuncak olarak vermeyin, çok pejmürdesiniz bazan. Finonuza da sahip çıkın. Saldırmasın terliklerimize.

Son kedi kardeşim patilerini silmeden, ve yalayıp temizlemeden evinde dolaşmazdı. Dolaştırmazdı da. Tanıdığım son istanbullu şımarık fino banyoda ayak yıkatırdı, kendini kucakta taşıtıp. Kimse nasıl bir estetiğe çomak soktuğunun farkında değil, yeni, yepyeni, daha da yeni medeniyet önerileriyle.

1 Mart 2009 Pazar

Kırıldı Yine Zevrâk-ı Derûnum Kenare Düştü: Hangi Mevlevîlik Devlete Küs İmiş?


Mevlevilik adına konuşabilecek birileri var mı? Mevlevîlik kaldı mı da bu iddialar ortaya atılıyor?

Yıllardır Mevlâna ve Mevleviyye adına yazılanlar kullanılarak Mevlânâ ve Şemse hakaret ediliyor. "Ben O'nun yolunun tozuyum" alıntıları ile, aba altından sopa göstermelerle halledilebilecek hiç bir şey yok!

Bir takım insanlar kendilerini ve birbirlerini kutsallaştırıyor, yanılmazlık iddialarıyla, ezoteriyle, cehaletle giyiniyorlar. Kendileri kutsuyor, kendileri aldırıyor.

Söven'in de öven'in de Mevlanâ sunumları örtüşüyorsa, durup düşünmek lazım.

Goethe'nin Mevlânayı okuyup okumadığı üzerine anlamsız bir diskur yürütülür durur. Kimse Hakikat ve Metod'da (Gadamer) bile Goetheye kadar giden ve Mesnevi ile paralel okunabilecek hakikat, fanilik, değişerek aynı kalma, praksis, fronesis, yorum kavramlarını anlar halde değil. Oyunla çocukların kişilik bulması, vesaire.

"Yeni bir şey söylemeyen" yani zamanına eleştiri, öneri, fikir getirmeyen, adaleti uygulamayan, okumayan, anlama çabasında olmayan, zulme itirazı olmayan ne kadar Mevlâna ile alakalandırılabilir?

O kadar çok şarlatan çıkıyor ki karşımıza sikkeli, hırkalı: Kavuk devirme töreni bile olmayan bir gelenekten konuştuğumuza işarettir bu! Hakikatsizine had bildiren, hakikatsizliğe ev kurdurmayan gerek, Mevleviyyeden bahsedebilmek için.

O kadar çok rakip duruş aynı kişilerle temsil ediliyor, ondan ona şundan buna icazet geçip duruyor ki, artık anlamak, ciddiye almak söz konusu bile değil.

Mevleviyye şimdilik bir müzedir. Musikisi ile, mirası ile ayakta durmaktadır. Bu kötü bir şey değildir, kültürümüzün derûni kapısını açık tutmaya çalışmaktır. Ancak Mevleviyye de değildir!

Mevlevî, mevlanaî olmasa dahi, mevlanaî duruşa saygılıdır. Uçuk kaçık ezoterilere, derinliği olmayacak hevalara kapılmaz, new age'e özenmez. Cenneti garantileyen şifrelerle, neyin kaç kere yapılacağıyla ilgilenmez. Neyi kaç kere yapacağımız semboliktir. Sır, faniliğimizle çarptığımız duvardır. El Gurayb'a kulak tıkayanın gaipten gelen sesi değildir, işittiği buyruk!

İnsan ölümlüdür, fanidir. Yanılan insandır, tüm zamanlar için söyleyebilir, ama tüm zamanların diliyle, bir kereliğine, bir kerede, tüm zamanlar için sonra konuşulacağı gereksiz kılacak biçimde konuşamaz!. İnsan-ı Kâmil, yanılabilen, hakikate açık, hakikatle düzelmeye açık insandır. Peygamberler de insandırlar. İnsan tanrılaştırılamaz.

Bugün Mevlevilik adına konuşanlar ya olur olmaz herşeyi savunuyorlar, ya da Mevlanaî olmayan bir neşeden, yani Şems ve Mevlânanın çıkış gerekçelerini yok sayarak konuşmaktalar. Mevleviyye devam etse, buna izin verilmezdi. Farklı düşünmek başka, mevlanaî eleştiriye ve hakikat'e kulak tıkamak başka

Bir insan hem Mevlânânın geleneğini, hem de onun tersini savunan geleneği aynı anda savunamaz. Mevlevî giyinen ben yaptım olduculuktan bıktık, usandık. Hakikate sırt dönen mevlevî değildir olamaz. Olduğu gibi görünmeyen. Göründüğü gibi olmayan. dediğini kasdetmeyen, kasdettiğini söylemeyen.

Şeyh Galip'lerden sonra neler yaşandı artık adı konulmalı!

İnsanlar durup dururken tasavvufa tepki duymuyor.

O kadar Cumhuriyete yükleniliyor ki, yüklenenlerin baş tacı eder göründüğü Yahya Kemâl'in (pekalâ kendisinin de içinden geldiğinin söylenebileceği) mesihci/mehdici geleneğe müdahale (bir çeşit sosyal mühendislik mi bu ayrı bir tartışma konusudur) önerdiği unutturuluyor!

Yakup Kadri'nin "Nur Baba"sı, Kadrocu bir tepki değildir. Kültürel Muhafazakarlarımızın tepkileriyle de örtüşür. Başka türlü okunmalıydı. Tanpınarın da tanıklığı altında.

Cumhuriyet, evet, tekkeleri yıkmamalıydı. Ama, manevi yıkıntı çok öncelerdendi.

Tekkelere tepki, geleneğin savunucularında da vardır.

Kimseler dna'larından dolayı daha hakikatli olmuyor. Mevlânanın torunlarının dedelerie sahip çıkmaları güzeldir, neden itiraz edelim?

Ancak, yeni bir şey söylemeyen, Mevlanayı eleştirdiği bir çıkış noktasına mahkum eden, Mevlanayı Mevlânanın savunduklarına yabancı eden, Mevlanasız kendilerini savunamayacak insanlara ne demeli?

Yurtdışındaki şarlatanlara?

Bu iş dost post işi değildir. Bu ülkeyi kuranların içinde Mevleviler de vardır. Bir düşmanlıkları, kırgınlıkları asla olmamıştır. Mecazî anlamda dahi. Eleştirmişlerdir, eleştirilmişlerdir. Farklı şeyleri savundukları olmuştur. Bazan uygulayan, yürüten kendileridir. Hapisane kapılarından dönenler olmuştur. Çalışanların yanında yer alanlar (Abdülbaki Dede), mebusluk peşine düşenler, her devrin adamı ya da devr-i sabıktan olanlar olmuştur. Halk olarak, avam olarak, havass olarak.

Evlâd-ı Mevlânânın sikkelisi de olmuştur, kalpaklısı da (bahsettiğim mevlevi taburu değil): Çanakkalede, Kuttül Ammarede, Medine Önlerinde, Şile, Kütahya kırsalında.

Mevleviyyenin perifersinden ciddi şairler çıkmıştır, Asaf Halet, Can Yücel gibi. Bilim adamları. Sanatçılar. Zenaatkârlar. Bin bir çeşit insan. Muktedir, muhalif.

Ne olan biteni hakedilmişlik olarak okuyan, ne de şu ya da bu iktidarla toplumu ya da devleti affedecek olan.

Barışmak bile bir muhataplık öngörür. Hakikatle muhatap olanlar, kime kızsınlar, kime küssünler, kime yakınsınlar?