4 Eylül 2010 Cumartesi

MUKADDER DENİZ'İN ŞİİRİ

sabrın sularında bir ince dalga,
kumdan kaleli kıyılara çarpar
yakamozlar ışıldarken yüzünde
bir balık kendini ağlara atar
ulaşmaz sesler derinliklerde
biçareler yalnız kendini duyar
mehtap uyanmasın diye usulca
bir balık kendini ağlara atar
kayalıklarda bekler denizkızı
aşıklar çırpındıkça kan akar
geceyi bölmesin diye kürek sesi
bir balık kendini ağlara atar
yükselir sular ,daralır nefes
kumdan kaleli kıyıları yıkar
dönsün diye balıkçı çaresiz
bir balık kendini ağlara atar.
aşkın hakikati doğarken geceye
kaç pervanenin kanatları yanar
hiçliğin tadına erme deminde
bir balık kendini ağlara atar
segâh [Mukadder Deniz]


...

Evet, Mukadder Deniz'in şiiri, kendisini yeterince konuşuyor, (nadiren de olsa) bana lâf etmek düşmüyor. 

...


"Sessizce" gibi bir şiir her sene yazılmaz. 

Sizlere, türkçenin bir başka büyük şairini, şiiri bir iş olarak seçmemiş ve neredeyse başka bir şiir yazmaya ihtiyacı kalmamış bir şairini sunmakla gurur duyuyorum. Efendim. 

20 Temmuz 2010 Salı

"HAVET" DE NE?

Kararsızlık bazan bir şeye sağndan solundan bakabilmeye de işarettir. Sorumluluk alma, sorumlu davranma korkusunun kronik işareti olmadığında.

Ortada bir referandum var ve mümkünse bir tavır almak gerekiyor. "Evet" de "hayır" da tartışmaya açık gerekçeler üzerinde kurulu. Ne "evet"çiler ne de "hayır"cılar geleceği okurluktan konuşmuyorlar, konuşamazlar.

Önemli olan gerekçelendirilebilir, temellendirilebilir bir tavra duruşa sahip olmaktır.

İnsiyatif alan, geleceği bilebilirlikten konuşamaz. Geleceğin imkânlarından, duruşunun sürekliliğinden (hatada süreklilik anlamında değildir bu, tavrın süreçselliği ile ilgilidir) gelişmelerin mantığından, aktörler, zemin ve maddi şartlardaki ivmeden yola çıkarak geleceğe yönelik bir yol seçer.

Cahil kararlılığının yakıp yıkıcılığı karşısında bir de aydın kararsızlığı var ki sürekli seyirci kalma üzerinde muhalif bir dil kurulabileceğinin politikasını güdüyor.

Hep muhalif, hep teorik, hep haklı, hep kararsız.

Yeni bir şey söyleme derdi olmadıkça, yani praksis terkedildikçe ezber konuşur, yani ideolog konuşana, düşünene, üretene dayatır, ön kapatır, susturur, sansür eder.

Söz hakkımıza, yani söz haklarına sahip çıkmışların söz haklarına sahip çıkmamış olanların kıskançca sarıldıkları tek söz kararsızlığın sözü, hakim oldukları tek dil insiyatifsizliğin dili.

İnsiyatifsizliğin diyalektiğinden seyirci mantığı dşında bir şey çıkmamıştır, çıkmayacaktır, maalesef.

6 Haziran 2010 Pazar

Ortadoğuda Ne İşimiz mi Var?

Ne işimiz yok ki?

Başımızdaki püsküllü belâ Ortadoğu. Sorunların kimi Ortadoğu'nun şekillenmesinden, kimi şekillenmişliğinin karakterinden, kimi şekillendirilmesinden.

Ortadoğuya yoğunlaşmamız bir anlamıyla geçici bir yoğunlaşma, çünkü başka dertlerimiz, başka dikkatimizi çekecek bölgeler de var. Ama bir başka açıdan kalıcı bir yoğunlaşma olacak, kaçıp kurtulamayacağımız bir sorun alanını sorunçözme alanına çevirmemiz anlamında.

Ortadoğuya bağlayacağımız çoğu sorunsal aynı zamanda modernleşmemizin, batılılaşmamızın, kendimizi temellendirişimizin sorunları ile de ilgili.

Kaçıp kurtulmamız, ertelememelerimiz, indirgemelerimiz bir yere kadar götürecek bizi: Hakikate yüzümüzü çevirmek, sorunlarla boğuşmak, rüyadan kalkmak, ağabeylerimizin sorun çözcülüğünün paryalığından kurtulmaktan başka yolumuz yok.

Ne bir sömürge olmak istiyoruz, ne de yığılmış sorunlarımızla yüzleşmek. Günışığı görmemiş elitimiz günün yakıcılığına, insanın sorunluluğuna, ülkelerin çatışan çıkarlarına alışmak zorunda. Başkalarına tabi olmanın kolaycılığı kolaylık getirmiyor artık, başka ülkelerin dert çöplüğüne dönüştük, kendi sorunlarımızı çözemediğimiz gibi. Çöplükten rahatsız olmamışlar bölgenin sorunlarına ilgi göstermemizden rahatsızlar: Ne işimiz var?

Çok işimiz var. Bizi de şekillendirecek dünyayı, özellikle yakın dünyayı hakikatinde düzeltmek durumundayız. Yani dengelemek, adaletli şeklillenmesine katkıda bulunmak zorundayız.

Şimdiye kadar öne sürülen gerekçeler açıklayıcı değil. Aynı gerekçelerle müdahale edebileceğimiz çoğu yere sırt dönebiliyoruz.

Önce şunu görmemiz gerekli: Risk alamak istemediğimizden öncelikleri belirleyemiyoruz, öncelikler, hayatın karşımıza çıkardığı, durup dururken kaşımayacağımız yaralardan geliyor.

Olan oluyor, bizlere krizi yönetmek düşüyor genellikle. Ancak değişen bir şey var, arı kovanlarına çomak sokmasak da, şişeden çıkan cinleri şişelerine geri tıkmaya uğraşmıyor, ortaya çıkan durumla yüzleşiyoruz. Durumları bekle gör politikasıyla idare etmiyoruz. Belli insiyatifler kullanıyoruz.

Öncelikler, hayatın bize sunduğu ya da belki biraz işimize gelen sorunlarda. Boğuştuğumuz sorun belki de en çetrefilli sorun olabiliyor, hiç olmasa belli bir yere kadar sorun çözümünü olgunlaştırıyoruz öyle durumlarda, sonradan küllendirmeye bıraksak da.

Komşularımızla eski tip ilişkileri özleyenler kaldı mı bilemiyorum. Bazı gerilimler bitiyor, bazı sorunlar çözülüyor ve bu rahatlamalar başka alanlara güç kaydırmaya kolaylık sağlıyor.

Son kriz üçüncü ligde mi oynadığımızı düşündürdü, rüyadan uyanmak istemeyen herkezden fazla hak sahibi vatandaşlarımıza. Ne sandığı gibi bu çiftliğin sahibiler, ne de birinci lige sırt dönüyoruz.

İyi bilmediğimizi sandığımız oyunun kurallarını iyi bilenler olarak düşüdüğümüz oyunculara da anlatmak zorunda kalıyoruz iki de bir.  oyun oyun değil. Halâ ne anlama geliyorsa, "müttefiklerimiz" ülkemizde darbe planlaması yapabiliyor, hükümet değiştirme operasyonlarına girişebiliyor, gerekirse bu dili kendilerine de çevirerek ama aynı oyunu oynamayarak bir "toplumsallaştırma" işlemi bence pekala meşru bir çizgide ilerliyor, oyun kurallarına çekilirse, çekilmesi hedeflenirse, bundan vazgeçilmezse.

Sorun alanlarını, bölgeleri, zamanlamayı kendimiz seçmiyoruz. Risk almaktan kaçınıyoruz, ancak bir risk alanı açılmışsa, o alan için yapılması gerekeni yapmanın riskinden kaçınmıyoruz. Bir kısmı temkin, bir kısmı cesaret, bir kısmı zamana bırakmadan ibaret bir müdahillik politikası güdüyoruz ve ideolojik hesaplardan çok gücümüzü, imkanlarımızı ve konjunktürü hesaba katarak, deneye sınaya ama deney yapmaktan kaçınarak.

Ortadoğunun sorunlarında boğulmaya talip değiliz, ortadoğunun sorunları zaten kapımıza dayanmış durumda. Avrupa kafasını kuma gömüyor. Amerika arka bahçesi olarak gördüğünde bile bazan pervasızca hareket ediyor gibi görünürken, bazan eli kolu bağlı bir dev gibi. Zayıf noktasını uyutan bir dev.

Türkiyenin bir planlamayla mühendislikle daldığı yok sorunlara. Türkiye yapması gerekeni yapıyor ve yapacağı çok şey var: Komşularıyla sorunlarını çözmeyi düşünüyor ve bazıları düşe kalka çözülüyor, bazıları zamanla kendi çözümlerini gösterecek, bazılarının ise çözüm yollarını keşfedeceğiz.

Yani, varolan sorunların kendisini ilan eden çözümlerine, sorun alanı kapımıza dayandığında, ya da içimizden birileri yanlışlıkla bile olsa sorun kapısını araladığında başvuruyoruz.

Beyaz Türk ayrıcalıklarından vazgeçmek zor da gelse, ortadoğu ile olduğu kadar balkanlarla, kafkasya ile, akdeniz civarıyla ve deniz aşırı ülkelerle alışverişimz devam edecek gibi görünüyor.

Başkalarına benzeyerek değil, olunması gerekeni olarak, daha adil, eşit ve barışta bir dünyanın önünü açarak yürümekten başka yolumuz yok. Kendilerimize özendiklerimiz de genellikle içi boş bir kendisi oluşa özentiden ibaretler. Beni çakma parizyenler, çakma sufiler, çakma aydınlar, çakma bilimadamları falandan çok insan olmanın içini dolduracak bir kültür, duruş, ufuk ilgilendiriyor.

Çalışacağız, ter ve tezek kokacağız! Fakir komşularımız ve akrabalarımız bizi utandırmayacak, mahallenin mirasyedi belalısı gurur kaynağımız olmayacak.

Kendi sorunlarımızı çözüşümüz, başkalarının dünyasını karartarak  gerçekleşmeyecek,, adaletten, insanlıktan başka yolumuz yok. Kolaya kaçamama gibi bir şansımız, güzel bir ülkemiz, bize miras kalmış bir sorun çzme geleneği var.

Temkini elden bırakmadan, tüm sorunları bir anda çizmeye kalkmadan yolumuza devam edeceğiz. Napolyonun bela aradığı yerlerde ne "ne işimiz var!" diyerek, ne de belamızı arayarak.

4 Nisan 2010 Pazar

Cehennem Biziz!

Çek senet mafyasının bile insan göndereceği yerlere insafsızlık ve akılsızlık gönderenlerin hukuktan, insanlıktan, halklılıktan iddiaları olabilir mi?

Onca rezillliği fark edip de değiştirmeyenler neyin açılımını, tartışmasını akıl edebilirler ki?

'Kaymakamlığa başvursaymış'mış! İcraya verilmişler, gelirleri, halleri, durumları ortada. Kulağı olan duyar, gözü olan görür! Bir hukuk varsa, doğrudan devreye girer! Sesi çıkmayana insaf yoksa hukuk, devlet, adalet niye?

Kalp krizi geçiren hastaneye gitse kurtarılabilir bellki. Ya yere yığılan, ayakta kalamayan? Gelen geçen, konu komşu, kurumlar, anlayış, getiriş götürüş hukuku yoksa?

Bir hukuksal otomatiğin olması için, evet, gelir verilerinin güvenilir olması lâzım. Düğünlerde takılmış altınlara referanslar vergi verilerinin veri kabul edilmeyeceğinin bildirgesi değil de ne? Deniz Feneri meselesinin hasıraltı edilmesi, vergi ve gelir sorunlarının çözülmeyeceğine işaret değil de ne? Yoksullar için icra hukukunun çek senet mafyası adaletini bile aratır halde olması verilerin güvenilir olmadığının kabulünden değil mi?

Karaparasından vazgeçmeyen bir hukuk hiç bir açılımı yapamaz, hiç bir insanî adımı atamaz!

Adil ya da meşruiyet iddiasında bulunabilecek bir sistemin niceliksel (buna muhalefet edip de becerebiliyorsanız niteliksel) veri tabanını oluşturmamaya inattan ne vatandaşlık anlayışı çıkar ne de aklı başında bir toplum anlayışı.

Ortalık gelirsiz, vergisiz zenginlerle ve onların önlerine geçeni o eleştirilen arabalarla ezip geçen mahdum ve mahdumeleri ile dolu. Gelir verileri ile ilgili düzenlemelerin yapılmaması sermaye birikiminin, 'bir lokma bir hırka'dan vazgeçmişliğin mekanizmaları ile açıklanabilecek bir şey değil. Yoksulun, zorda ve darda olanın hesaba katılmaması lanetlenesi bir ezip geçme hukuku ile alâkalı.

Ağır ve kasıtlı bir insafsızlık, sırtdönme, halden anlamama ile karşı karşıyayız!

Kaçak elektrik kullanan sanayicilerin sırtı sıvazlanırken, elektirik borcunu ödemeyen yaşlıları içeri tıkabilen bir hukuk, hukukçular üzerine düzenleme ile mi adaletini kazanır? İş siyasidir, anlayış sorunudur. İnsanlara insan gözüyle bakma, insanlıkta karar kılma işidir.

Bugüne kadar yoksul için, insan için, insaf için ayağa kalkmayanlar istedikleri yaltacı topluluğun kapısında ağaç olabilirler. Karşı çıktıkları "Ceberrut Devlet"in insafsızlığının, zorunun, amansızlığının, dayatmacılığının bekçiliğini yaparak.

6 Mart 2010 Cumartesi

Borderline Hâl'in Erken Uyarısı da Olarak 'Bomba Gibi Kız' (1964)



Rejisör: Orhan Aksoy
Senaryo: Orhan Aksoy
Diyaloglar: Bülent Oran
1964

Oyuncular:
İzzet Günay
Türkan Şoray
Sadri Alışık
Vahi Öz
Asım Nipton

...

Yaklaşık 20. dakikadan sonra devreye giriyor Türkan Şoray. Borderline hâl'den çok borderline hâl'in paranteze alınmış halini oynuyor. Borderline'ı oynayanın oynanmasını Sadri Alışık'ın acemice ağartılmış saçlarıyla usta jenerik ve sinematografiyle, akıcı diyaloglar ve akıllı geçişlerle birlikte düşündüğümüzde hiç bir şey tesadüfî değil gibi geliyor.

Stanislavski'yi ve belki biraz da Brecht'i zorlamasızca devreye sokan bir oyun anlayışı makyaj ve mizanpajdaki usta acemiliklerin mesafe oluşturuculuğu ve dilin eğretilenmiş, oynanmış bir doğallıkta akışı ile örtüşüyor.

Yeni Sinema meraklılarının 'Rıfat Diye Biri'ne göre belki biraz statik bulabilecekleri film yeni sinema şablonlarını hazımlı ve tutumlu kullanıyor. Akışın frenlenişleri acemilik işi değil kanaatindeyim. Bu filmde tiyatro kuramının o dönemdeki ruhu yeni sinemayla özentisizce evlendirilmiş gibi. Gösteriş yapılmıyor, film yapılıyor ve ortada söylenecek çok şey var. Çok şey var ama, söylenebilecek herşey söylenmiyor. Bir filmde, ortamda, hikayede anlatılabilecekten çok akabilecek olan ortaya dökülüyor, ayrıntı fazlalığı periferide söndürülüyor, yığılmaya neden olunmuyor. Elde var teatral olmayan bir teatralite, naif olmayan bir naivite, konunun basit gelebilecek hafifliği, işlenmiş ayrıntılar, iyi eşzamanlanmış müzikte acemi ve özentili bir açık bırakırcasına tekrarlanan Besame Mucho'lar .

Senaryo, oyuncuyu rol figürünün oyuncusu yapmayı başarıyor Türkan Şorayın antresi/girişi ile. Borderline hâl Türkan Şoray'ın en güzel perfrmanslarından birisinde gümüş tepside sunuluyor gelecek zamana, filmi tartışmayı bir kenara atarsak. Performans eleştirel bir gerçekçilikten ve adaptasyon, özenme alıntılamanın tembel eğretilemelerini taşımıyor. Eğretilenen eğretilenenin ta kendisi. Gerçeklikte bir gerçek, ama düşünce'nin nesnesi olabilecek bir işlenmişlikte, seyredilip unutulabilecek, zihnin refere edebileceği bir zorlamasızlıkta.

Sadri Alışık'ın teatral tarzı, zorlayıcı ve bütünü dağıtıcı bir özellik taşımıyor. Tersine, borderline ruh halinin hayat çerçevesini üslubun mesafeliliğinde rahatlatıyor, merkezden kaçırıyor ve dışarda akan hayatla buluşmada pekiştiriyor, sarıyor.

Piyanist belki Casablanca'vari bir karakter, ama montaj değil. Gerçekçi bir bakış'ın kenardaki hali. Bir merkezkaç figürü.

Vahi Öz sinematografik bir genişlik kazandırıyor filme, müthiş bir oyuncu en tasarruflu rollerinde bile mevzuyu rahatlatıyor, mesajı ortadan kaldırarak bir ölçüde, başka bir deyişle hayatlandırarak, hayata karıştırarak.

Yan ve ara olay örgüleri gereksiz dağıtmaların sonucu değil de, filmi takıntısız hale getiren bir mizansen, genişletme, hayata açma ve sınırlandırma ustalığının ifadesi.

İzzet Günay iyi bir tercih olmuş. Güçlü kişiliklerin birbirini ezmeyen, hikayeyi fragmentarize etmeyen alâkalandırılışını ve dengelendirilişini oyunculuk tarzları da beslemiş. Günay'ın tiyatro ile sinema arasında gezinen tarzı Şorayın doğalmışcasına akan veya doğal gibi gelen doğalllığını yitirmişliği, toplumsallığına kavuşamamışlığı bir dünyada duruş olarak öne çıkarabilmesine veya bunu başkaları içinde bir hikâyede eğretileyebilmesine zemin hazırlıyor.

Köprüaltındaki kumar sahnesi hayatın hengâmesi ve açıklığındaki kapalılıkla başlıyor, modern kapanmışlığın hayata açılımına doğru akıyor. Figüran kullanımının hikaye dünyasının zeminini tutumluluk içinde söndürerek genişletişi, denize paralel ufuk, bulutlu açıklıklar, apartmana açılan merdivenli sahanlıktaki gri ve yere yaklaşmış gökyüzü ile sokaklı apartmanlı arkaplan müthiş.

Türk sinemasının en ustalıklı filmi değil belki ama, bıyık altından gülerek seyretmeye kalkacak, Şoray'ın Abbase Sultan'daki rakkase gibi dansedememesine takacak, filmin adına çarpıp geri dönecek Seyirci teorik takılmayan, ezberi sahnelemeyen bir zevkin; edinilmiş, kazanılmış bir zevkin entellektüel dışavurumunun iddiasız, cömert, birşeyler söyleyen, anlatacağı bir hikayesi olan sineması karşısında afallayacak. Sımsıcak ve insan kokan bir bunaltı, hayatla sarmalanmış, ufalanmasına hazır bir sırçaköşk: Parantez açılıyor ve hayat galebe çalıyor. Sinemamızın klasik kozası böceğinden kurtulup çorabını örüyor.

Yabancılaşmada emansipe olmuşluğuyla yaban'ı olduğu bu toplum, uzun ömür biçmediği bu medeniyet, ezberden uygarlık yazdığı bir yerlere sıvışana kadar dayanmaya çalıştığı bu Anayurt Oteli, bu hayatlılık 'ruhuyla buluşamamış kuşakları', yarım kalmış insanı arka sokaklardan, toplumsallaşmanın rahminden, kalbinden selamlıyor, eleştiriyor, kucaklamaya çalışıyor biteviye. Bu sinemada.


(Bitmedi, düzeltilmedi. Filmin daha az kırpılmış halini seyretmenizi tavsiye ediyorum. Kenan tiplemesi (Sadri Alışık) şablonları, kalıpları olan bir tipleme, ancak kalıptan ibaret değil. İçi boş bırakılmamış. Gerektiğinde Leyla (Türkan Şoray) ile mukayeseli bir çözümleme yapmaya çalışabilirim. Filmin bütünü açısından değil de, öne çıkardığım psikolojik 'keşif'ten yola çıkarak bakıldığında: Kenan Leyla'nın psikotik? vartutucu karşı tarafı, kör aynası, öne çıkarıcısı, ortam sağlayıcısı, orta(m) ağası. Ancak film Leyla'nın filmi değil, ya da hikaye Leyla hikayesinden ibaret değil. Erol (İzzet Günay) Leyla tiplemesi açısından bakarsak Leyla karakterini açık tutan bir işleve sahip. Ortamı normal hale çekici bir yerleşimi de söz konusu. Vs vs vs vs. Bu dengeler entellektüel bir hesap kitap işi ile kurulmuyor. Tecrübe, kalıpları ve imkanları tanıma, hayatın içindelik, bir zevkle, zevkten bakma işi. Buradaki zevk tatmin edilecek zevk değil, incelik, incelme, bakışta ihtimam işi, Efendim.)

4 Mart 2010 Perşembe

Pelin Batu: Söz Hakkını Bekleyen Karşıyakada Kalmışlığımız


Pelin Batunun uyuklamasına kızmanın ne alemi var?

Mağdur, biraz ayrıcalıklı olsa da. Sırasını bekliyor hep. Kürsü onun, söz hakkı yok.

Gazeli beste sanmak gibi 'hariçten gazel okuyan' hallerine rağmen onu kürsüdeki işgal kuvveti gibi göremiyoruz. Elde var hüzün.

Paralel konuşmak zorunda kalıyor, kaale alınmıyor ama bir imajdan ibaret de değil.

Sorularında, çıkışlarında bir nesil ile saatleri ayarlamamız mümkün;
Taksim, doğaçlama neden beste değildir, yazılmaz; Neden osmanlı tarihini çalışmadan hititliler, roma vb üzerine doğru dürüst konuşamayız vb.

Haklı olduğu noktaları pekiştirerek, eskiyle diyaloğunu güçlendirebiliriz bir kuşağın: Belgeler (objektif) konuşmaz, belgeler konuştuğunda da her konuşma bir yorumdur. Ancak yorum, hakikatini ve hakikatliliğini yitirdiğinde lafazanlığın ötesine gitmez. Yani, kanıtsız, verisiz, kaynaksız, tavırsız yorum da olmaz.

Pelin Batuya verdiğim cevaplarda ömrüm törpüleniyor bazan, ama vapur seferleri de başlıyor adalar arasında. Susturulmasında ekrana birşeyler fırlattığım oluyor, bir hakikat karartmasına karşı çıkar gibi oluyorum. Konuştuğunda çileden çıkmıyor da değilim.

O 'kırat'a 'beyaz at' diyen bir nesilden değil. Başbakan adayı hiç değil. Cadıları, simgeleri, savaşları, barışları, korkuları, öne çıkardıkları ve unuttukları dayanışmaları ile bizden birisi. Mahallemizde salyangoz satar gibi bazan, bazan da bir gazele kulak veren buluşmadalığın tarafı. Geleni gideni olmayan bir insan, ne yolcu ne de karşılayıcı, yapayalnız. Ve yapayalnızlıktan kaçmayan bir özgüven ve kırılgan tedirginlik.

Uyuklasa da uyuklamasa da bana halimizi, diskurumuzu hatırlatıyor. Konuşulanlara her itirazım biraz o kuşağa da izahat. Bir başka dille, ufukla kaynaştırır gibi hali, elde olanı.

Tarih, Pelin Batu'nun da rasyonalitesinden konuştuğunda; ufukların kaynaşmışlığından, daha 'ileri' bir noktadan, genişlikten konuştuğunda hakikatini bulacak. Yani konuşulma, anlaşılma burcunu bulmuşluktan.

Türkün türke propagandasından çıkıp, bütünleşmeye yüz tutmuş ufkumuzun, rasyonalitemizin ve geleceğe açılmış bir geleneğin yeni bir şey söylemedeki (söylemekte olan) sesi de olarak.

Sömürge ezberi belgelerle de sarsılır, ama ufuk sahibi olmamızla anlam dünyasını bulur tarih.

Belgelerin ezberimize çarptığı kendi hakikatlerinden çok bizim hakikatimiz.

Görüntünün gözümüze çarptığı da hakikatimizin orta noktasıdır burada, Efendim.

1 Mart 2010 Pazartesi

Etnomüzikoloji Ya da Etnomüzikografya Çalışmaları Gereksiz midir?

Müzik etnografyası, müzikolojik folklor(ik) çalışmaları kültürümüze ilkellik yazmanın sonucu değildir.
Bu çalışmalar her ortamda yapılabilir, tortuları, katmanları, zamanlardan kayan kültürel fragmanları, kültürlerarası alışverişin müzikteki damgalarını inceler genellikle.
Pentatonik skalalar, yerel aletlerin materyal skalalara atıfları, kullanılmış aletlerden skalalarının kullanım kültürünün kestirilmesi (mesela kemik kavalların yıpranma noktalarından) folklorik hayat incelemeleri ile başa baş gider.
Müzikoloji, müzik aletleri tarihi, müzik aletleri bilgisi, müzik kuramı, malzeme bilgisi, müzik teorisi unutulmadan.
Bu çalımalar sadece müzik açısından yapılmaz. Etnografik alışveriş hakkında da bilgi verir. Tarihteki göç teorileri, hem tarihsel katmanlardaki ses aralıkları, skalalar, hem de bugündeki yansımalarıyla okunur.
Antropolojinin ilkelliğe yaptığı anlamsız gönderme, belki ilkel olmayanın folkloriğini inceleme olarak etnografi vurgusunu gerektirmiş olabilir. Bugün etnografi de ilkellik vurgusu ile kavranıyormuş gibi geliyor dışardan bakana.
Antropolojik çalışma ile etnografik çalışma bugün daha farklı tasnif de edilebiliyor, dönüşümlü olarak da kullanılabiliyor, bu ayrı bir tartışma konusu.
Modern ve ayrışmış toplumların üzerine de antropolojik veya etnografik çalışmaların yapılabildiğini bunların perspektif, ele alınan ölçek, hedeflenen katmanla alakalı olduğunu, temelleri, geleneklerdeki geçişlilik ve çeşitlilik ilişkilerini, kültür hayatın hükümle sabitlenmemiş, dinamik verilerine ışık tutabildiğini söylememizde sakınca yok.
Müzik kuramı ile müzik düşünce tarihi arasında olduğu gibi, müzik etnografyası ile müzikolojinin etnografik tarihi arasında da farklılık var. Müzikoloji ahistorik olamadığı gibi, müzik etnografyası da zaman tabakaları ile boğuştuğundan ahistorik olamamaktadır.
Müziği anlamak içim müzik tarihi gereksiz görülse de, müzik pratiklerinin geçmişi bir eş zamanlılıkta tortulanarak bizi sorun çözümüne iter.
Müziğe etnografik yaklaşım müziği indirgeme meselesi değildir, tarihsel, toplumsal veriler sunabilmesindendir çoğu kez. Müziği toplumsal tarihi, sosyal hayattaki yeri, sadece müziği ilgilendirmeyen alanlaraki merkezi yeri çeşitli perspektiflerden çalışmaları gerekli kılıyor.
İster müziğe ilgiyle isterse başka bir alakanın kurcalanabilmesi deşifre edilebilmesi için kurcalandığından olsun çeşitli açılardan mzik incelemeleri yapılabilmesine entellektüel tepki vermememiz lazım.
Bir parçanın bir biriyle artık coğrafi bağı olmayan bölgelerdeki versiyonları, kemik kavallardaki deliklerin kültürel anlamda alışverişsiz oldukları iddia edilen topluluklarda eş pentatonik skalara işaret etmesi, ayrılıklar, farklılıklar, benzerliklerin anlamlanmada ayrışmaları bir matematik kesinlikte toplum ve beşeri bilim incelemeleri yapmamıza izin vermese de, dağarcığımızı boş bırakmıyor.
Kültürler arası ilişkiler, kültürlerin dolaşım tarihleri yazı mezar, genetik incelemeleriyle başlayıp bitecek bir şey değil. Müzik, folklorik, sanattarihi, yemek kültürü, inşaat kültürü incelemeleri tek yönlü sonuçlar çıkartmama, aceleci olmama kaydıyla ışık tutucu ve gerekli.
antropoloji ile etnoloji ayrımı ille de ilkelliğimiz üzerine kurulacaksa, her kültürün arkaik tortularını, temel ve basit olgularını kurcalayabilirler, bir ilkellik yaftası yapıştırmadan.
İlkel, primat olan ille de ilkelliğe işaret değil, ilkel kavramına 'gelişmişlik'ten hezeyanı pek anlayamamakla beraber. Kendi ilkelliklerini kabul etmeyenin başkasının ilkelliğinin yargılayıcısı, tasnifcisi olmasını anlamak zor.
İsteyen boğaz havalarını antropolojik bir bağlamda inceler, bir perspektife oturtabiliyorsa, isteyen folklorikten bakar, isteyen müziktarihinden kurcalar, isteyen müzikolojiden yola çıkar. Müzik müziktir. Analiz edilenlerin teker teker toplanması değildir.
Müzikte matematik de vardır, makam ya da skalaların seyir kültürü alışkanlıkları da. Kullanım bağlamı, müziğin tarihsel aktarılmışlığı ve aktarıcılığı, taşıyıcılığı.
Bestekar müzik bilgini değildir. Olsa da fena olmaz hani. Müzisyenin müzik bilinci zayıf olabileceği gibi, müzik araştırmacısının müzikal zevki, yaratıcılığı olmayabilir. Kuramsal yaratıcılık ilkel müzikal sonuçlar verebildiği gibi, ilkel denilebilecek imkanlarla sınırsız müzikal yaratıcılık pırıltıları gösterilebilir.
Tepki gösterilmesi gereken indirgemeciliktir. Perspektiflerin çoğalması değil.

(Bitmedi, düzeltilmedi. eleştirdiğimiz çıkış ilkel olunca, eleştiriyi temellendirmek de kolay olmuyor, ortak değer, ortak nokta azlığı çokbilmişlikten olursa fena. )

25 Şubat 2010 Perşembe

Çanakla Şarap İçen Kadehten Vazgeçmiş Olmalı

Kadehten haberi olmayan kırık çanağın tadından ne anlar? Kadehi bilmiyorsan çanağı bize övme!
Nahivci dilini bilmeyen ameleye kulak vereceğine ders verirse başına düşen adı ne olursa olsun taştır.
Kedinin su istediğini değil de sentaksını işiten, onu bize anlatanın adı Süleyman olsa ne yazar?
Kedi avcuyla su vermeyi bilen köylü kadının kucağını ev bilir.
Yanan gölde bir dem kamış olmayan neye kalem olabilir, neye üflenebilir?
Mey şişesinde balık olmayan hangi gönlü dile getirebilir?
Şiir sana hitap ediyor, şair sana hitap ediyor.
Derdi anla, hali anla, duyguyu anla, sonra analiz et.
İstersen baştan analiz et, ama suyu kuma dökme, talibi varken.
Birbirinden ayırdığınız alanlarla dünya anlaşılmaz. Şiir hiç anlaşılmaz. Ayırdetmeyi, yere çarptığını yapıştıran aşıkta gör. Bir olan ayrılmaz. Yapıştırılmışın birliği temenni edilmiştir sadece.
Parçalar ve bütünler birbirinin kapısı değil. Bir anlamda geçerli olan, başka bir anlamda alakasız bir önemin ifşası.
Rind deriz zahiddir, zahid deriz rindanedir. Sözlük kapatılmadan, söze kulak vermeden anlam yaşantısı yok.
Sözlüğe de bak, sözlüğe de dön, bunun öncesi sonrası yok, zamanı yok. Bu bakmada okuma da, dinleme de yok, ifade dert kaçrıldığında, boşlandığında.
Mısra(lar) önerme değil. Önerme olarak ele almanın yeri olsa da. Kelime, imge kavram değil, kavramdan yola çıksa da.
Elinde bir parçabilimin var. Anlamadan anlatmanın aleti elinde gibi dolaşma. İşini yapman, işini iyi yapman herkes işini iyi yapsa bile sonuç vermeyebilir. İşini iyi yapmanın nesnesi sensin. İşin kendinsin. Söylediğinde kendini işle, kendini tamamla.
Söyleneni lafza alet et lâtifeyle. Söylenene kulak vermedeysen, dertten, sunulan şaraptan anlıyorsan.
Cahil de yüz buruşturur, arif de. Birisi yabancı olduğundan iyisine de kötüsüne de. Ötekisi ekşimişe, su katılmışa, hilelisine.
Arif su katarsa sanattır. Cahil su katarsa parçalar bütünü, bütün parçalarını eğretiler, itekler.
Çözümleme bir gerekirliktir, ufku ve ufkunu yitirmeden. Elinde olan sadece sana açık olandır, talep ettiğinden fazlasını alsan da alamazsın. Eksik olduğunu kabul et, fazlasını başkası sana yazsın.
Sen anlamasan da, anlatamasan da seni anlaşılacağından fazla anlayan hep çıkar. Döküp saçtığını toparlayacaklar her daim olsa da, şiir pazarına girdiğinde filinden in!
Kendi evinde hayretle dolaş, yere serileni incitmeden.
Üzerinde dolaşılan, ayaklarına serilen dokumasıdır yaşamışlığın, Efendim.

9 Ocak 2010 Cumartesi

CHP Dumanlı Havayı Severse


CHP dumalı havayı seçerse, halktan, mazlumdan, yaşlıdan, çocuktan, hastadan, zayıftan yana olma iddiasını kaybeder.

Ortada savunulacak bir hak varsa, sigara içmeyenin, yolculuktaki bebeğin, esnaf lokantasındaki astımlının hakkıdır.

Soframızdaki, arabamızdaki hava dahi bize ait değildir.

Yanımıza çağırdıklarımızı, misafir ettiklerimizi rahatsız ettiğimizde, sağlıkları ile oynadığımızda, bunalttığımızda sadece ve sadece rehin alma, esir alma, haksız hukuksuz bırakma makamından hareket etmekteyiz.

Bize ait bir mekanda sigara içtiğimizde dünyanın, doğanın, başkalarının içinde nefes aldığı havanın sahibi edasıyla davranmamız ne sahip olmanın sınırlarını tanır, ne eşitlikçidir, ne de ihtiyaçtandır.

Bir kedi dahi rıza göstermiyorsa, yanında sigara içemezsiniz. Ev sahipliğini, misafirliği, müşteriliği kötüye kullanmanızın hakkani bir gerekçesi yoktur.

Yolculukta, sofrada sormanız yetmez, cevabı da okumak durumundasınız. Başkalarının nezaketini kötüye kullanmamak durumundasınız.

Yine de sigara içecekseniz, bir yerden sonra, kendinize olan yükümlülüklerinizi ihmal etmek sizin bileceğiniz iş: Başkalarını dumanaltı etmeden; hastalara, yaşlılara, zayıf düşmüşlere, çocuklara ve dumandan etkilenecek canlı cansız diğer varlıklara zulmetmeden.

CHP'yi geçmişi sömürgeci ve geleceği dayanışmasız bin bir partiye şikayet edenlerin, gündelik insani dayanışmayı korporativize edilmiş bir dayanışmayla değiştokuş eden aydınların bu konuda susması, konunun önemini fark edememelerinden değil, fark etme gibi bir sorunlarının olmamasından.

Mevzubahis edilen şey duruşların duruşundadır ve bizi biz eden ve edecek herşeyin temelindedir: Dünya malımız değildir. Misafirlik ne sığıntılıktır ne de sömürgeciliktir. Ev sahipliği bir mahremiyet hakkıdır, dışardan olanı hukuksuz bırakıcı değildir. Havadaki kelebeğin dahi hakkı bakidir. Yaşlıları, çocukları, hastaları hesaba katmayan insanlığını, insanî yükümlülüklerini reddeder.

Okuyana, düşünene, uyuklayana, yemek yiyene selam bile verirken rahatsız etmediğimizden emin olmak durumundayız. Her önceliği önceleyen bir başka öncelik muhakkak ki vardır. Bizim önceliklerimizin herkesin öncelikleri olması gerektiği an da gelir. Kötüye kullanmama, gerektiğinden fazlasında karar kılmama, eğreti olanda kök salmama esastır.

İhtimam ezber işi değildir. İhtimam gerekçelerini teşhir edici değildir. İhtimam, ihtimam'ın toplumunda kendini izah edici olma gürültüsünden kurtulur.

Adalet, hak, hukuk kaygısı, eşitlikçilik başkalığı ve başkalarını selamlayıcı bir duruştan temellendirilebilir. Kuramsal bir egoizm üzerine kurulu toplumculuk ne insanlığı kardeş bilir, ne kainattaki had ve hududunu tanır.

Kriter edindiğimiz eşik medeniliğin olduğu kadar sömürgeciliğin de eşiği olduğunda, durmak, düşünmek, dayanışmanın ve insanlığın sadece ve sadece en hakiki ve hakkanisini seçmek durumundayız.

Hakkaniyet, aşk, ezip harap ederse de şarap eder!

İncelikten çok mu zarar gördük de, en kaba yolu seçmekteyiz, bilerek eyleyenler anlatsalar da 'yeni siyaset'leri anlasak.