6 Mart 2010 Cumartesi

Borderline Hâl'in Erken Uyarısı da Olarak 'Bomba Gibi Kız' (1964)



Rejisör: Orhan Aksoy
Senaryo: Orhan Aksoy
Diyaloglar: Bülent Oran
1964

Oyuncular:
İzzet Günay
Türkan Şoray
Sadri Alışık
Vahi Öz
Asım Nipton

...

Yaklaşık 20. dakikadan sonra devreye giriyor Türkan Şoray. Borderline hâl'den çok borderline hâl'in paranteze alınmış halini oynuyor. Borderline'ı oynayanın oynanmasını Sadri Alışık'ın acemice ağartılmış saçlarıyla usta jenerik ve sinematografiyle, akıcı diyaloglar ve akıllı geçişlerle birlikte düşündüğümüzde hiç bir şey tesadüfî değil gibi geliyor.

Stanislavski'yi ve belki biraz da Brecht'i zorlamasızca devreye sokan bir oyun anlayışı makyaj ve mizanpajdaki usta acemiliklerin mesafe oluşturuculuğu ve dilin eğretilenmiş, oynanmış bir doğallıkta akışı ile örtüşüyor.

Yeni Sinema meraklılarının 'Rıfat Diye Biri'ne göre belki biraz statik bulabilecekleri film yeni sinema şablonlarını hazımlı ve tutumlu kullanıyor. Akışın frenlenişleri acemilik işi değil kanaatindeyim. Bu filmde tiyatro kuramının o dönemdeki ruhu yeni sinemayla özentisizce evlendirilmiş gibi. Gösteriş yapılmıyor, film yapılıyor ve ortada söylenecek çok şey var. Çok şey var ama, söylenebilecek herşey söylenmiyor. Bir filmde, ortamda, hikayede anlatılabilecekten çok akabilecek olan ortaya dökülüyor, ayrıntı fazlalığı periferide söndürülüyor, yığılmaya neden olunmuyor. Elde var teatral olmayan bir teatralite, naif olmayan bir naivite, konunun basit gelebilecek hafifliği, işlenmiş ayrıntılar, iyi eşzamanlanmış müzikte acemi ve özentili bir açık bırakırcasına tekrarlanan Besame Mucho'lar .

Senaryo, oyuncuyu rol figürünün oyuncusu yapmayı başarıyor Türkan Şorayın antresi/girişi ile. Borderline hâl Türkan Şoray'ın en güzel perfrmanslarından birisinde gümüş tepside sunuluyor gelecek zamana, filmi tartışmayı bir kenara atarsak. Performans eleştirel bir gerçekçilikten ve adaptasyon, özenme alıntılamanın tembel eğretilemelerini taşımıyor. Eğretilenen eğretilenenin ta kendisi. Gerçeklikte bir gerçek, ama düşünce'nin nesnesi olabilecek bir işlenmişlikte, seyredilip unutulabilecek, zihnin refere edebileceği bir zorlamasızlıkta.

Sadri Alışık'ın teatral tarzı, zorlayıcı ve bütünü dağıtıcı bir özellik taşımıyor. Tersine, borderline ruh halinin hayat çerçevesini üslubun mesafeliliğinde rahatlatıyor, merkezden kaçırıyor ve dışarda akan hayatla buluşmada pekiştiriyor, sarıyor.

Piyanist belki Casablanca'vari bir karakter, ama montaj değil. Gerçekçi bir bakış'ın kenardaki hali. Bir merkezkaç figürü.

Vahi Öz sinematografik bir genişlik kazandırıyor filme, müthiş bir oyuncu en tasarruflu rollerinde bile mevzuyu rahatlatıyor, mesajı ortadan kaldırarak bir ölçüde, başka bir deyişle hayatlandırarak, hayata karıştırarak.

Yan ve ara olay örgüleri gereksiz dağıtmaların sonucu değil de, filmi takıntısız hale getiren bir mizansen, genişletme, hayata açma ve sınırlandırma ustalığının ifadesi.

İzzet Günay iyi bir tercih olmuş. Güçlü kişiliklerin birbirini ezmeyen, hikayeyi fragmentarize etmeyen alâkalandırılışını ve dengelendirilişini oyunculuk tarzları da beslemiş. Günay'ın tiyatro ile sinema arasında gezinen tarzı Şorayın doğalmışcasına akan veya doğal gibi gelen doğalllığını yitirmişliği, toplumsallığına kavuşamamışlığı bir dünyada duruş olarak öne çıkarabilmesine veya bunu başkaları içinde bir hikâyede eğretileyebilmesine zemin hazırlıyor.

Köprüaltındaki kumar sahnesi hayatın hengâmesi ve açıklığındaki kapalılıkla başlıyor, modern kapanmışlığın hayata açılımına doğru akıyor. Figüran kullanımının hikaye dünyasının zeminini tutumluluk içinde söndürerek genişletişi, denize paralel ufuk, bulutlu açıklıklar, apartmana açılan merdivenli sahanlıktaki gri ve yere yaklaşmış gökyüzü ile sokaklı apartmanlı arkaplan müthiş.

Türk sinemasının en ustalıklı filmi değil belki ama, bıyık altından gülerek seyretmeye kalkacak, Şoray'ın Abbase Sultan'daki rakkase gibi dansedememesine takacak, filmin adına çarpıp geri dönecek Seyirci teorik takılmayan, ezberi sahnelemeyen bir zevkin; edinilmiş, kazanılmış bir zevkin entellektüel dışavurumunun iddiasız, cömert, birşeyler söyleyen, anlatacağı bir hikayesi olan sineması karşısında afallayacak. Sımsıcak ve insan kokan bir bunaltı, hayatla sarmalanmış, ufalanmasına hazır bir sırçaköşk: Parantez açılıyor ve hayat galebe çalıyor. Sinemamızın klasik kozası böceğinden kurtulup çorabını örüyor.

Yabancılaşmada emansipe olmuşluğuyla yaban'ı olduğu bu toplum, uzun ömür biçmediği bu medeniyet, ezberden uygarlık yazdığı bir yerlere sıvışana kadar dayanmaya çalıştığı bu Anayurt Oteli, bu hayatlılık 'ruhuyla buluşamamış kuşakları', yarım kalmış insanı arka sokaklardan, toplumsallaşmanın rahminden, kalbinden selamlıyor, eleştiriyor, kucaklamaya çalışıyor biteviye. Bu sinemada.


(Bitmedi, düzeltilmedi. Filmin daha az kırpılmış halini seyretmenizi tavsiye ediyorum. Kenan tiplemesi (Sadri Alışık) şablonları, kalıpları olan bir tipleme, ancak kalıptan ibaret değil. İçi boş bırakılmamış. Gerektiğinde Leyla (Türkan Şoray) ile mukayeseli bir çözümleme yapmaya çalışabilirim. Filmin bütünü açısından değil de, öne çıkardığım psikolojik 'keşif'ten yola çıkarak bakıldığında: Kenan Leyla'nın psikotik? vartutucu karşı tarafı, kör aynası, öne çıkarıcısı, ortam sağlayıcısı, orta(m) ağası. Ancak film Leyla'nın filmi değil, ya da hikaye Leyla hikayesinden ibaret değil. Erol (İzzet Günay) Leyla tiplemesi açısından bakarsak Leyla karakterini açık tutan bir işleve sahip. Ortamı normal hale çekici bir yerleşimi de söz konusu. Vs vs vs vs. Bu dengeler entellektüel bir hesap kitap işi ile kurulmuyor. Tecrübe, kalıpları ve imkanları tanıma, hayatın içindelik, bir zevkle, zevkten bakma işi. Buradaki zevk tatmin edilecek zevk değil, incelik, incelme, bakışta ihtimam işi, Efendim.)

4 Mart 2010 Perşembe

Pelin Batu: Söz Hakkını Bekleyen Karşıyakada Kalmışlığımız


Pelin Batunun uyuklamasına kızmanın ne alemi var?

Mağdur, biraz ayrıcalıklı olsa da. Sırasını bekliyor hep. Kürsü onun, söz hakkı yok.

Gazeli beste sanmak gibi 'hariçten gazel okuyan' hallerine rağmen onu kürsüdeki işgal kuvveti gibi göremiyoruz. Elde var hüzün.

Paralel konuşmak zorunda kalıyor, kaale alınmıyor ama bir imajdan ibaret de değil.

Sorularında, çıkışlarında bir nesil ile saatleri ayarlamamız mümkün;
Taksim, doğaçlama neden beste değildir, yazılmaz; Neden osmanlı tarihini çalışmadan hititliler, roma vb üzerine doğru dürüst konuşamayız vb.

Haklı olduğu noktaları pekiştirerek, eskiyle diyaloğunu güçlendirebiliriz bir kuşağın: Belgeler (objektif) konuşmaz, belgeler konuştuğunda da her konuşma bir yorumdur. Ancak yorum, hakikatini ve hakikatliliğini yitirdiğinde lafazanlığın ötesine gitmez. Yani, kanıtsız, verisiz, kaynaksız, tavırsız yorum da olmaz.

Pelin Batuya verdiğim cevaplarda ömrüm törpüleniyor bazan, ama vapur seferleri de başlıyor adalar arasında. Susturulmasında ekrana birşeyler fırlattığım oluyor, bir hakikat karartmasına karşı çıkar gibi oluyorum. Konuştuğunda çileden çıkmıyor da değilim.

O 'kırat'a 'beyaz at' diyen bir nesilden değil. Başbakan adayı hiç değil. Cadıları, simgeleri, savaşları, barışları, korkuları, öne çıkardıkları ve unuttukları dayanışmaları ile bizden birisi. Mahallemizde salyangoz satar gibi bazan, bazan da bir gazele kulak veren buluşmadalığın tarafı. Geleni gideni olmayan bir insan, ne yolcu ne de karşılayıcı, yapayalnız. Ve yapayalnızlıktan kaçmayan bir özgüven ve kırılgan tedirginlik.

Uyuklasa da uyuklamasa da bana halimizi, diskurumuzu hatırlatıyor. Konuşulanlara her itirazım biraz o kuşağa da izahat. Bir başka dille, ufukla kaynaştırır gibi hali, elde olanı.

Tarih, Pelin Batu'nun da rasyonalitesinden konuştuğunda; ufukların kaynaşmışlığından, daha 'ileri' bir noktadan, genişlikten konuştuğunda hakikatini bulacak. Yani konuşulma, anlaşılma burcunu bulmuşluktan.

Türkün türke propagandasından çıkıp, bütünleşmeye yüz tutmuş ufkumuzun, rasyonalitemizin ve geleceğe açılmış bir geleneğin yeni bir şey söylemedeki (söylemekte olan) sesi de olarak.

Sömürge ezberi belgelerle de sarsılır, ama ufuk sahibi olmamızla anlam dünyasını bulur tarih.

Belgelerin ezberimize çarptığı kendi hakikatlerinden çok bizim hakikatimiz.

Görüntünün gözümüze çarptığı da hakikatimizin orta noktasıdır burada, Efendim.

1 Mart 2010 Pazartesi

Etnomüzikoloji Ya da Etnomüzikografya Çalışmaları Gereksiz midir?

Müzik etnografyası, müzikolojik folklor(ik) çalışmaları kültürümüze ilkellik yazmanın sonucu değildir.
Bu çalışmalar her ortamda yapılabilir, tortuları, katmanları, zamanlardan kayan kültürel fragmanları, kültürlerarası alışverişin müzikteki damgalarını inceler genellikle.
Pentatonik skalalar, yerel aletlerin materyal skalalara atıfları, kullanılmış aletlerden skalalarının kullanım kültürünün kestirilmesi (mesela kemik kavalların yıpranma noktalarından) folklorik hayat incelemeleri ile başa baş gider.
Müzikoloji, müzik aletleri tarihi, müzik aletleri bilgisi, müzik kuramı, malzeme bilgisi, müzik teorisi unutulmadan.
Bu çalımalar sadece müzik açısından yapılmaz. Etnografik alışveriş hakkında da bilgi verir. Tarihteki göç teorileri, hem tarihsel katmanlardaki ses aralıkları, skalalar, hem de bugündeki yansımalarıyla okunur.
Antropolojinin ilkelliğe yaptığı anlamsız gönderme, belki ilkel olmayanın folkloriğini inceleme olarak etnografi vurgusunu gerektirmiş olabilir. Bugün etnografi de ilkellik vurgusu ile kavranıyormuş gibi geliyor dışardan bakana.
Antropolojik çalışma ile etnografik çalışma bugün daha farklı tasnif de edilebiliyor, dönüşümlü olarak da kullanılabiliyor, bu ayrı bir tartışma konusu.
Modern ve ayrışmış toplumların üzerine de antropolojik veya etnografik çalışmaların yapılabildiğini bunların perspektif, ele alınan ölçek, hedeflenen katmanla alakalı olduğunu, temelleri, geleneklerdeki geçişlilik ve çeşitlilik ilişkilerini, kültür hayatın hükümle sabitlenmemiş, dinamik verilerine ışık tutabildiğini söylememizde sakınca yok.
Müzik kuramı ile müzik düşünce tarihi arasında olduğu gibi, müzik etnografyası ile müzikolojinin etnografik tarihi arasında da farklılık var. Müzikoloji ahistorik olamadığı gibi, müzik etnografyası da zaman tabakaları ile boğuştuğundan ahistorik olamamaktadır.
Müziği anlamak içim müzik tarihi gereksiz görülse de, müzik pratiklerinin geçmişi bir eş zamanlılıkta tortulanarak bizi sorun çözümüne iter.
Müziğe etnografik yaklaşım müziği indirgeme meselesi değildir, tarihsel, toplumsal veriler sunabilmesindendir çoğu kez. Müziği toplumsal tarihi, sosyal hayattaki yeri, sadece müziği ilgilendirmeyen alanlaraki merkezi yeri çeşitli perspektiflerden çalışmaları gerekli kılıyor.
İster müziğe ilgiyle isterse başka bir alakanın kurcalanabilmesi deşifre edilebilmesi için kurcalandığından olsun çeşitli açılardan mzik incelemeleri yapılabilmesine entellektüel tepki vermememiz lazım.
Bir parçanın bir biriyle artık coğrafi bağı olmayan bölgelerdeki versiyonları, kemik kavallardaki deliklerin kültürel anlamda alışverişsiz oldukları iddia edilen topluluklarda eş pentatonik skalara işaret etmesi, ayrılıklar, farklılıklar, benzerliklerin anlamlanmada ayrışmaları bir matematik kesinlikte toplum ve beşeri bilim incelemeleri yapmamıza izin vermese de, dağarcığımızı boş bırakmıyor.
Kültürler arası ilişkiler, kültürlerin dolaşım tarihleri yazı mezar, genetik incelemeleriyle başlayıp bitecek bir şey değil. Müzik, folklorik, sanattarihi, yemek kültürü, inşaat kültürü incelemeleri tek yönlü sonuçlar çıkartmama, aceleci olmama kaydıyla ışık tutucu ve gerekli.
antropoloji ile etnoloji ayrımı ille de ilkelliğimiz üzerine kurulacaksa, her kültürün arkaik tortularını, temel ve basit olgularını kurcalayabilirler, bir ilkellik yaftası yapıştırmadan.
İlkel, primat olan ille de ilkelliğe işaret değil, ilkel kavramına 'gelişmişlik'ten hezeyanı pek anlayamamakla beraber. Kendi ilkelliklerini kabul etmeyenin başkasının ilkelliğinin yargılayıcısı, tasnifcisi olmasını anlamak zor.
İsteyen boğaz havalarını antropolojik bir bağlamda inceler, bir perspektife oturtabiliyorsa, isteyen folklorikten bakar, isteyen müziktarihinden kurcalar, isteyen müzikolojiden yola çıkar. Müzik müziktir. Analiz edilenlerin teker teker toplanması değildir.
Müzikte matematik de vardır, makam ya da skalaların seyir kültürü alışkanlıkları da. Kullanım bağlamı, müziğin tarihsel aktarılmışlığı ve aktarıcılığı, taşıyıcılığı.
Bestekar müzik bilgini değildir. Olsa da fena olmaz hani. Müzisyenin müzik bilinci zayıf olabileceği gibi, müzik araştırmacısının müzikal zevki, yaratıcılığı olmayabilir. Kuramsal yaratıcılık ilkel müzikal sonuçlar verebildiği gibi, ilkel denilebilecek imkanlarla sınırsız müzikal yaratıcılık pırıltıları gösterilebilir.
Tepki gösterilmesi gereken indirgemeciliktir. Perspektiflerin çoğalması değil.

(Bitmedi, düzeltilmedi. eleştirdiğimiz çıkış ilkel olunca, eleştiriyi temellendirmek de kolay olmuyor, ortak değer, ortak nokta azlığı çokbilmişlikten olursa fena. )