6 Haziran 2010 Pazar

Ortadoğuda Ne İşimiz mi Var?

Ne işimiz yok ki?

Başımızdaki püsküllü belâ Ortadoğu. Sorunların kimi Ortadoğu'nun şekillenmesinden, kimi şekillenmişliğinin karakterinden, kimi şekillendirilmesinden.

Ortadoğuya yoğunlaşmamız bir anlamıyla geçici bir yoğunlaşma, çünkü başka dertlerimiz, başka dikkatimizi çekecek bölgeler de var. Ama bir başka açıdan kalıcı bir yoğunlaşma olacak, kaçıp kurtulamayacağımız bir sorun alanını sorunçözme alanına çevirmemiz anlamında.

Ortadoğuya bağlayacağımız çoğu sorunsal aynı zamanda modernleşmemizin, batılılaşmamızın, kendimizi temellendirişimizin sorunları ile de ilgili.

Kaçıp kurtulmamız, ertelememelerimiz, indirgemelerimiz bir yere kadar götürecek bizi: Hakikate yüzümüzü çevirmek, sorunlarla boğuşmak, rüyadan kalkmak, ağabeylerimizin sorun çözcülüğünün paryalığından kurtulmaktan başka yolumuz yok.

Ne bir sömürge olmak istiyoruz, ne de yığılmış sorunlarımızla yüzleşmek. Günışığı görmemiş elitimiz günün yakıcılığına, insanın sorunluluğuna, ülkelerin çatışan çıkarlarına alışmak zorunda. Başkalarına tabi olmanın kolaycılığı kolaylık getirmiyor artık, başka ülkelerin dert çöplüğüne dönüştük, kendi sorunlarımızı çözemediğimiz gibi. Çöplükten rahatsız olmamışlar bölgenin sorunlarına ilgi göstermemizden rahatsızlar: Ne işimiz var?

Çok işimiz var. Bizi de şekillendirecek dünyayı, özellikle yakın dünyayı hakikatinde düzeltmek durumundayız. Yani dengelemek, adaletli şeklillenmesine katkıda bulunmak zorundayız.

Şimdiye kadar öne sürülen gerekçeler açıklayıcı değil. Aynı gerekçelerle müdahale edebileceğimiz çoğu yere sırt dönebiliyoruz.

Önce şunu görmemiz gerekli: Risk alamak istemediğimizden öncelikleri belirleyemiyoruz, öncelikler, hayatın karşımıza çıkardığı, durup dururken kaşımayacağımız yaralardan geliyor.

Olan oluyor, bizlere krizi yönetmek düşüyor genellikle. Ancak değişen bir şey var, arı kovanlarına çomak sokmasak da, şişeden çıkan cinleri şişelerine geri tıkmaya uğraşmıyor, ortaya çıkan durumla yüzleşiyoruz. Durumları bekle gör politikasıyla idare etmiyoruz. Belli insiyatifler kullanıyoruz.

Öncelikler, hayatın bize sunduğu ya da belki biraz işimize gelen sorunlarda. Boğuştuğumuz sorun belki de en çetrefilli sorun olabiliyor, hiç olmasa belli bir yere kadar sorun çözümünü olgunlaştırıyoruz öyle durumlarda, sonradan küllendirmeye bıraksak da.

Komşularımızla eski tip ilişkileri özleyenler kaldı mı bilemiyorum. Bazı gerilimler bitiyor, bazı sorunlar çözülüyor ve bu rahatlamalar başka alanlara güç kaydırmaya kolaylık sağlıyor.

Son kriz üçüncü ligde mi oynadığımızı düşündürdü, rüyadan uyanmak istemeyen herkezden fazla hak sahibi vatandaşlarımıza. Ne sandığı gibi bu çiftliğin sahibiler, ne de birinci lige sırt dönüyoruz.

İyi bilmediğimizi sandığımız oyunun kurallarını iyi bilenler olarak düşüdüğümüz oyunculara da anlatmak zorunda kalıyoruz iki de bir.  oyun oyun değil. Halâ ne anlama geliyorsa, "müttefiklerimiz" ülkemizde darbe planlaması yapabiliyor, hükümet değiştirme operasyonlarına girişebiliyor, gerekirse bu dili kendilerine de çevirerek ama aynı oyunu oynamayarak bir "toplumsallaştırma" işlemi bence pekala meşru bir çizgide ilerliyor, oyun kurallarına çekilirse, çekilmesi hedeflenirse, bundan vazgeçilmezse.

Sorun alanlarını, bölgeleri, zamanlamayı kendimiz seçmiyoruz. Risk almaktan kaçınıyoruz, ancak bir risk alanı açılmışsa, o alan için yapılması gerekeni yapmanın riskinden kaçınmıyoruz. Bir kısmı temkin, bir kısmı cesaret, bir kısmı zamana bırakmadan ibaret bir müdahillik politikası güdüyoruz ve ideolojik hesaplardan çok gücümüzü, imkanlarımızı ve konjunktürü hesaba katarak, deneye sınaya ama deney yapmaktan kaçınarak.

Ortadoğunun sorunlarında boğulmaya talip değiliz, ortadoğunun sorunları zaten kapımıza dayanmış durumda. Avrupa kafasını kuma gömüyor. Amerika arka bahçesi olarak gördüğünde bile bazan pervasızca hareket ediyor gibi görünürken, bazan eli kolu bağlı bir dev gibi. Zayıf noktasını uyutan bir dev.

Türkiyenin bir planlamayla mühendislikle daldığı yok sorunlara. Türkiye yapması gerekeni yapıyor ve yapacağı çok şey var: Komşularıyla sorunlarını çözmeyi düşünüyor ve bazıları düşe kalka çözülüyor, bazıları zamanla kendi çözümlerini gösterecek, bazılarının ise çözüm yollarını keşfedeceğiz.

Yani, varolan sorunların kendisini ilan eden çözümlerine, sorun alanı kapımıza dayandığında, ya da içimizden birileri yanlışlıkla bile olsa sorun kapısını araladığında başvuruyoruz.

Beyaz Türk ayrıcalıklarından vazgeçmek zor da gelse, ortadoğu ile olduğu kadar balkanlarla, kafkasya ile, akdeniz civarıyla ve deniz aşırı ülkelerle alışverişimz devam edecek gibi görünüyor.

Başkalarına benzeyerek değil, olunması gerekeni olarak, daha adil, eşit ve barışta bir dünyanın önünü açarak yürümekten başka yolumuz yok. Kendilerimize özendiklerimiz de genellikle içi boş bir kendisi oluşa özentiden ibaretler. Beni çakma parizyenler, çakma sufiler, çakma aydınlar, çakma bilimadamları falandan çok insan olmanın içini dolduracak bir kültür, duruş, ufuk ilgilendiriyor.

Çalışacağız, ter ve tezek kokacağız! Fakir komşularımız ve akrabalarımız bizi utandırmayacak, mahallenin mirasyedi belalısı gurur kaynağımız olmayacak.

Kendi sorunlarımızı çözüşümüz, başkalarının dünyasını karartarak  gerçekleşmeyecek,, adaletten, insanlıktan başka yolumuz yok. Kolaya kaçamama gibi bir şansımız, güzel bir ülkemiz, bize miras kalmış bir sorun çzme geleneği var.

Temkini elden bırakmadan, tüm sorunları bir anda çizmeye kalkmadan yolumuza devam edeceğiz. Napolyonun bela aradığı yerlerde ne "ne işimiz var!" diyerek, ne de belamızı arayarak.