23 Haziran 2011 Perşembe

"Pornoistik"

Bilimadamlarının tartıştığı safsataların bilimsel olma yanına sadece bir yönüyle katılırım. ”Bilimadamları yanlışlanabilir, eleştirilebilir diskur, konuşma, fikir alışverişi yürütebilirler!” inancındayım/kanaatini taşıyorum ya da bunu mümkün kılmakla yükümlü olduklarına inanıyorum. Bu inanç regulatif, düzenleyicidir; ahlakî bir kabuldür, daha da detaylı söylersek bilimsel diskurun normatif önkabullerinde yazılıdır. Kişisel olarak kabul edip etmememizle pek alâkalı değildir: Gündelik konuşmanın dahi yürütülebilmesi için insanların söylediklerini kastettiği, kastettiklerini söylediği (ön)kabulündeki gibi (Habermas’ta regülatif ütopya).

Bilimadamları ve gazetecilerin bilim ve felsefenin buluşma alanında gezinmeleri neredeyse her daim yanıltıcıdır.

Bilim adamlarının konuştuklarının içeriği değil, konuşma tarzları ”bilimseldir” çoğu kez.

Deha, hırsızlıkta, yolsuzlukta bile gösterilebilir, sanat ve bilim güneşlerinde pırıldamaz sadece. Deha, çok yönlülük kaybıdır çoğu kez, bir konuda yoğunlaşma eseridir. Genel bir hakikat kaybı pahasına özgün hakikatleri daha kolay yakalayabilme işidir. Dehayı Kantçı veya Kartezyen bağlamlarından alıp daha da abartmışların iddialarını eleştirir gibi olursak.

Bir başka yerden, insanın sosyalleşmişliği, bilinci toplumsallaşarak edindiği hakikatinden yola çıkarsak, toplum kuramının, sosyolojik sosyalpsikolojinin, toplumsal interaksiyonun verilerinden yola çıkarsak iş başka. Sorumluluğu, ölçüyü, tadında bırakmayı yani tadı, haddini bilmeyi düstur edinmişliğin verdiği tevazuyu, hakikatle alâkayı sömürgeci bir alâkaya çevirmemişliğin faniliğini, eldekilerin ve yakalananların uçuculuğunu, hakikatin sahibi olunmayacağını bilişi, daha iyi argümentasyona bir lütuf olarak değil hakikatle düzelmeye açıklık olarak görüşü; başkalarından öğrenebilirliği, başka ufuklara açıklığı ile bilim adamı, sanatçı, feylesof daha değişik bir yerlerde durmakta. Dahi ya da değil, bir hakikate açıklık olarak hakikatadamı ne ezberinde, ne çok bilmişliğinde ne de önyargılarında hakikatin sahipliği iddiasını taşır.

”İnsan (tabiatı) monogam değildir” iddiasında bulunmak için anglosakson feylesof olmak gerekmez. Sadi Irmak olmak, muhafazakârlığın militanlığıyla çok aydın canı yakmış bir hanım gazeteci olmak da yeterlidir.

Aile bugün özellikle eleştirel kuramın, sosyalkuramı geliştiren sol düşüncenin üzerinde emek verdiği bir kavramdır. Aileyi savunmak için işin hakikatine merak, uygarlık/medeniyet derdinde yol arayışı yeterlidir. Eleştiri ilerletir, hakikatin diskuruna yani gerçekliğimizin hakikatine, bir yerlerde ve zamanda yerleşik hakikatimizin gerçekliğinde kavramaya, temellendirmeye yaklaştırır. Her zaman için gerekçe, her zaman için geçerli olacak yorumlama derdinden öte bir şeydir ”her gün yeni bir şey söyleme derdi”. Geçmişli, gelenekli ama yakaladığının sahibi olamayan bir tevazudur bilimsel, felsefi, edebi anlayış, kavrayış ve iddia. Bir başka deyişle bir praksistir.

Porno ve aile tartışması neden birbirisine karıştı meselenin hakikatinde anlaması biraz zor, ileride, gerekirse neden bu tür dil veya söylem manevraları (turn) söz konusu olabiliyor, tartışmaya çalışırız. Şu anda tartışmaların bilimselliğine sınırlı bir itiraz ile yetineceğim:

Bilimsellik iddiası ahistorik kavrayışlarla geçmiş halleri, durumları, orjinal özellikleri gelecek şekillenişlerine yazamaz. Tabiî hal hipotetiktir, hakikî olduğunda bile medeniyet "gelişim mantığına” bir doğallık olarak yüklenemez. İnsanlık bir interaktif bir süreçtir, otomasyon işi değildir. Tarihi olan, tarihte olan. Kendi doğasını dahi sosyalleştiren, kesintisiz yürümese de bir ufuk halinde ilerleyen bir akışta oluşan. İnsanın doğası, psikolojik yapısı kendisine yönelik tasarımlarının uçmasını, kopmasını engelleyen ancak sosyalize de olabilen, tasarımlarını dünyasının sınırları ile birlikte gerçekçi, ayakları yere basar tutabilen, zamanda ve mekanda yerleşiklikte bir referans notasıdır. İnsan bir dünya parçasıdır. Bir hayat dünyası parçasıdır. Hem (bir yandan) kendi eleştirel referans noktasıdır hem de (öte yandan) tasarladığıdır.

”Porno” kavramı tartışmalarında da ”ihtiyaç” kavramından yola çıkmak bir ölçüde bilimsel bir ”parametre” verse de, ihtiyaçların, ihtiyaç anlayışlarının dahi sosyalize (olmuş) anlayışlar olduğunu işitmiş olarak tartışabilmek lazım, bilimsellik iddiasını devam ettirebilmek için. (New York Okulu ve Agnes Heller, başka bir mevzuda bu argümanla eleştirilirdi…)

”Ya porno ya da sapıklık” gibi dikotomiler bilimsel olamaz! Ya sapıklığın tanımına ”porno” faaliyetleri de dahil edilirse? Daha zor bir tartışma noktasından başlamış oluruz. Kavram ve modellerden çeşitli psikanalitik tahlil  yollarına ve önerilerine, klinik psikolojinin sosyal kurama açık olan duruşlarına ihtiyaç duyarız. Manevîbilimler (beşeribilimler ve toplumbilimleri) yorumbilgiseldir. Doğabilimlerini bir kenarda unutursak. Tartışmaya ve eleştiriye açıklığın hüküm sürdüğü bir alanda hep daha iyi bir argümana açıklıkta, daha geniş bir ufuğa doğru ilerleyerek bilgi edinilir, işlenir, tartışmaya  ve geleceğe açık tutulur. ”Sapıklık” kavramını istediğiniz gibi stipüle edersiniz ama bir olgu olarak ”sapıklık”ı, sapıklığın ontogenetiğini, filogenetiğini insan bireyleri üzerinde bir süreç olarak ve insanlık tarihinde bir süreç olarak izler, inceler, tartışırsınız. Hakikat ve hayat okumadan, tartışmaya açmadan, yanlışlanmaya açık tutmadan bilimsel bir hipotez bile ortaya atamazsınız. Önyargısız olmaz, evet, bir fikriniz olabilir, olmalıdır. Bu fikir bir ezber olmadıkça, fikr-i sabit tartışmaya kapalı tutmadıkça bilimsellikten bahsedebiliriz. İster gazozun faydaları, isterse zaman ve mekanın hakikatte olup olmadığı konusu ele alınsın.

Semiotik için geçerli olan çerçeve kavramsal/varsayılmış bir çerçevedir çoğu kez. Bu yolla sadece kavramların ve kavramsal çerçevenin üzerine bir ön çalışma yapılabilmesi mümkündür.

Sosyalbilimlerin mantığına pozitivizmi yükleyeceksek psikanaliz bu kapsama girebilecek bir bilim değil. Yorum ağırlıklı. Duruşların relativizasyonu ile varılacak anlaşma ise bir zamanlar sosyal antropolojide önerilmekte idi. Birbirimizi eleştiremeyeceğimize kadar gidebilecek bir relativizasyon bu.

Bir bilim adamı proveke etme hakkına sahiptir. Tartıştırmak da bir anlayışa davet erdemidir.  Tartışma ile hedeflenen bilimselliğin kendisinin tartışılması olamadığında bilimsel praksisin arkasında varsayılan teori ideolojiden ibaret, sığ bir pozitivizm kutsaması oluyor. Bilimadamı geçerli addettiği felsefî çıkış noktasından ilerdedir çoğu kez. Bilimin arkasındaki düşünceyi ilerleten bilimsel praksis olduğundan. Tartışmaya açıklık, tevazu bu praksisin bir parçasıdır elbette!


Ben pornoda sunulan cinselliğin, yanlış, yamultulmuş bir cinsellik olduğunu düşünüyorum. İnternet sansürünü reddetmekle beraber, porno endüstrisi hakkında olumlu düşünmüyorum. "Yamulmuş cinsellik" dediğim anda "cinsellik nedir?" sorusuna cevap verme vebali altına da giriyorum. Zamanla "bilimsel" olmasa da tartışmaya, itiraza açık biçimde sunmaya çalışacağım bu konudaki düşüncelerimi.


Pornodan olumlu fayda sağlanabilecek istisnaî haller (sahnesel terapide falan), pornonun bir cinsellik ideolojisi, bir hayat anlayışı dayatması olmasını, anomik niteliğini değiştirmez. 


Cinsellik insanlar arasındadır. İhtimam, saygı, birbirinin üzerine titreme, sevgi olmadan bir teknik, pozisyon bilgisi, jimnastik olarak ele alınamaz. Tecavüz ile insanlar arası ilişki arasındaki bin bir halin adının cinsellik olması, insanın cinsel bir doğasının olması "kültür"ün yadsınmasını getirmemeli. "Kültür" her anlamıyla olumlu olmasa da bir insani geleneğin, sorun çözme yollarının, problem alanlarını azaltmanın yollarını da sunuyor. Cinsel dürtünün kontrol edilebilirliği bir medeniyet ifadesinin gerekirlikleri içerisinde.


"Kültür", ölçü, had biliş cinselliği daha kötü bir yere götürmüyor kanaatindeyim.


Pornoya eleştirim bir ilkel hal'e dönüş önerisini zaruri olarak sunduğundan değil. Cinselliği öncelemesi, insanlar içinde insan olmayı unutması cinselliği de ezebilecek özellikler taşıdığından. Cinselliği teknik ve fiziki faaliyete indirgediğinden. İnsani alışverişi, isanlık derdini bir kenara atma eğilimli olduğundan.


Erotik olan ile porno arasında ayrım da bu noktalarda başlıyor. Erotik kavramını ele almayı şimdilik düşünmüyorum. Edebiyat cinsellik ilişkisini tartışırken belki.


Önceden de yazdım: Edebiyatı cinsellik deklarasyonu olarak görmüyorum. Cinsel olandan kaçınmak mümkün olmayabilir, insanı yazarken. Bu konuda ahkam kesmek, kural sunmak ayrı bir şey, insanın her yönünü pehlivan tefrikasına çevirmek gerekmediğini söylemek ayrı.


Yaşı kemale ermiş ve bekâr insanlarımız için porno önerileri de bir sorun ertelemesidir, o kadar. Oradan öğrenecekleri, tekrarlarsam, gerçek cinsellik değildir. Burada istemeden "gerçek cinsellik" diye bir şeyi tanımlamaya geçmem gerekiyor, mümkünse ilerde yaparız bu tanımlamayı. 


"İzleme"nin kendisinde bir olumluluk varsa ve ben bunu anlayamıyorsam ayrı. Ben izlemede bir hikmet görmüyorum. Başka hayatları izlemek, gözetlemek sanat eserini izlemekle aynı değil. Son zamanların kasetçiliğinin pornoculuk olduğunu düşünmemdendir belki. İster izleyeceklerimiz teşhirci olsun, ister haberleri bile olmasın, bir felsefeci için sorunlu bir alan.


Cinselliğin iki insan arasında özel bir insani ilişki olduğuna inanmam, cinselliğin anlatılabilirliğini de sınırlıyor. Cinsellik üzerine, üzerinde konuşulmaz bir konu değil. Avını anlatan avcı gibi davranmak, eşiyle ilişkisini anlatmak "özel" olan üzerine verilmiş sözü tutmamak gibi geliyor bana. Pornodaki meydandalık başlı başına bir sorun, kanımca. Yine de yeri gelince insan bir başkasına bu konularda konuşma durumunda kalıyor. Üslup bu ince özelliği savunma ayarında olsa gerek.


Pornonun terapeftik bağlamlarda kullanılabilirliği söz konusu olursa, porno olarak seyredilen porno olma özelliğini de yitirmesi söz konusudur. "Seyretme" ve "seyredilen" tecessüs ve teşhir ihtiyacının ifadesi değildir her dem. 


"Ürünün" köleleştirme özelliği (eğretilenmiş anlamda seyredeni de kapsar bu), köle kullanabilirliği teşhir ifadesini sınırlayan bir özelliği daha öne çıkarıyor. Kullanılmışlık, zorlanmışlık ürünün nitelik iddialarında bulunma imkanını elinden alıyor.


Şantaj videolarında eleştirdiğim tecessüs porno seyretme aktında da var.  Şantaj videolarında teşhir  edilenler teşhir merakında değiller, dünyadan haberleri yok çoğu kez. Köleden farkları tribüne oynamıyorlar. Oynatılmıyorlar. Kendi insani halleri, sınırları, dertleri, dünyaları içindeler. Teşhir etmiyorlar, teşhir ediliyorlar. 


Teşhir ediş ise "yapımcı"nın değişmeyen tavrı. Meseleye alakasız bir yapımcı porno üretebilir. Siyasi porno üreticisi "teşhir için" yola çıkıyor.


Siyasi pornoda cinsellik de şart değil. Ağzı bozuk bir adam herkesin dediğini söyler, ama kaydedilir. Teşhir edilir. Dil sürçmesi, gaf yoksa, kesilir biçilir, var edilir. Seyreden merakta ileri gidebilen, sunucu teşhirde ileri gidebilen. Cinsellik olmasa da özel olan, özel olmasa da özelleştirilmiş, imal edilmiş olanın teşhiri söz konusu.


Pornoda cinsellik anlayışını eleştiriyoruz. Cinselliğin sunumu anlayışını eleştirmeyi unutuyoruz çoğu kez. Siyasi pornoculukta sunumda "hakikat teşhiri" iddiası öne çıkıyor, güdümlenmiş biçimiyle. Pornoda hakikatla analog olan, fazlasıyla "gerçekçi" ortam sunuluyor. Neresi gerçek tecavüz, nerede insanlar rol yapıyor bir birine karışarak.


Madam Bovary büyük bir eser. Hangi yapımında olursa olsun cinsellik tasviri söz konusu olacaktır. Buradaki hakikat iddiaları hakikat teşhiri olarak bile anlatılabilseydi porno ile aynı "teşhir" mevhumunu paylaşmış olmayacaktı. Madam Bovarydeki gerçek sunumu, meselenin hakikatinin yüzümüze vuruluşu. Cinsellik içeren sahneler ister estetize edilsin, ister dışavurumun en süzülmemiş ifadelerini içersin, bir insanlık halinin parçası, leitmotivi, itici gücü, saplantısı, kıvranışı. Bir duruş, hayat sorunu, dert, hakikat sunumu içinde ifade bulan cinsellik en çiğ haliyle dahi bir sanat eserinin parçası. Söyleyeceği bir şey olanın sözünün parçası.


Porno sanat eserine yakın olduğunda meşrudur demiyorum. Pornodan sanat eseri olmaz diyorum. Cinsellik tasviri edebiyatta şart değildir diyorum. Madam Bovary yazılmamalıydı, okunmamalı, seyredilmemeli demiyorum. Büyük bir eser! Bir şaheser! Analizle onay red dengesi tutturulur hiç demiyorum.


Sansür Madam Bovarylere yönelecektir. Siyasi pornoyu yasallaştırma çabası ile pornoyu yasaklama çabası tüm çarpıklığı, çirkinliği ile aynı süreçte devreye sokulduğuna göre.


Porno sansür tartışmasında ele alınınca bir özgürlük semboli gibi ele alınabiliyor. Bence değil. Çocuk pornosu iğrenç bir şey. Porno endüstirisi bir hayat tarzını canlı tutmayı insanların özgürlüğü ve iradelerine rağmen sürdürüyor. Endüstriye aldırmayan bir "yararlandım" iddiası çalınmış böbrek nakline sevinen sağlık tüketicisinin yarar görmesinden belki biraz daha masum görünüyor ama görüntü de yanıltır. Porno tüketicisi içerik deklarasyonu talep etse de, çalıntı görüntü, vahşet, köleleştirme ve zulüm olmadığını bilerek tüketse de bir içerik arzı yaratması bile başlı başına bir sorun.



(Bitmedi, kısa kesildi. Gündem değişti, başka konuları düşündük. Düzeltilmedi.)

11 Haziran 2011 Cumartesi

Pirinç Tarlasında Devletlûm Onurumu İade Et!

Bugün ”Habertürk Seyahat”ta bir Hanımefendi, biteviye uzanan ”pirinç tarlaları"ndan bahsetti. Yer Hindistan.

"Çeltik Tarlası" diyemeyen, "pirinç tarlaları"nı şevkle anabilir: Sivrisinek bulutları içinde bir seyahat halkın geçim derdiyle hemhal bir iktisatçıyı, eski tüfek solcuyu, kalkınmacı emekli sağcıyı heyecanlandırır olsa olsa. Demek orada değilmiş ”narrator” kardeşimiz, çekim esnasında.

”Trafik keşmekeş!”ten de biraz rahatsız oldum. Aklımda, ”trafik desen keşmekeş” , ”keşmekeş içinde” gibi deyişler var. Rahatsız oldum, ama, 25 senedir türkçe kullanmıyor sayılırız.

NTV Canlı Haber’de geçen hafta ispanyol salatalık üreticileri ”onurlarının iadesini” istiyorlardı.

...

”Layla” patlıcanlar ve menekşeler içinde canım melmeket, gülerek, gezerek yeni ufuklara açılmada.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Karakolda Çevirmen Var!

"Ölümcül Porno" edebî bir eser de olabilirdi, porno eleştirisi de. Bir gogo da yazabilir bu adda bir eseri, Agatha Christie gibi bir teyze de. Bir mutaassıp da yazabilir, kendisini önyargısız sanan bir delikanlı da.

Yazarını tanımayabiliriz. Yayınevini tanıyoruz: Ciddi bir kuruluş. Tanımayabilirdik de.

Çevirmeni tanıyabiliriz, Ondan yola çıkarak beklenti sahibi olabiliriz. Tanımayabiliriz de.

Yazılı "porno" oluyor mu bilemiyorum, ilgi alanım değil. Bir dönemler erotik romanlar satılırdı gazetecilerde "Fırıncının Kızı", "Uçuştan Sonra" gibi. Yüksek sesle okuyan arkadaşlarım şimdilerde pek muhafazakarlar, kulaklarını tıkayıp işitmemeye çalışanlarsa ihtiyarlıkta azıttılar. Daha doğrusu, olur olmaz konuşup, kulak tıkattırıp eski günlerin acısını çıkartıyorlar.

Onlara porno roman mı deniyor şimdilerde bilemiyorum. Yatılı okul uyanıkları yasak ne varsa edinir ve yasak kırıcılıkla delkanlılık kariyerlerini perçinlerlerdi. Okuldan kaçacak. Kenefte sigara içecek. Pazar Dergisi karıştıracak. Derdalan şişesi en belalı Hocanın dersinde elden ele dolaşacak.

Arada kaynamak en güzel yoldu.

"Seks romanları" denilen "eser"ler genellikle yazarsız, ciltsiz, kapaksız uyanık icatlarıydı. Kemal Sunal filmleri uzmanları o edebiyata yapılan dokundurmaları, mecazlamaları farketmemişlerse iyi. Bilinip bilinmezlikten gelinecek, ciddiye alınmayacak, ama kendilerine birşey refere edildiğinde eğretileyebilecek bir uyanıklıkta yaklaşılacak "neşriyat"tandılar.

Lady Chatterley'in Aşkı üzerine epeyce allegori okudum, göndermeler izledim, ama orijinali okudum muydu hatirlamıyorum. Aklımda bir referans yumağı, metinlerarasılık alemi.

Bir dönemin popüler kültürü, filmlerdeki temanın içindeki tema istemeseniz de dikkatinizi bir referans alanına çeker. Bir dönemin erotizmi emansipasyon meselesi olarak yeniden üretildi. Zaten çıkış noktalarında da bugünlerde edebiyat uzamanları dışında kimsenin farketmediği, birey, toplum, işlevsellik, sınıfsallık, puritanite eleştirileri vs. de vardır. Eleştiri ve başkaldırı sosyolojik anlamlarındaki farklılık ve kayma gözönüne alınarak devam ediyor addedilebilir.

Ben pornoyu eser [sanateseri] olarak görmeyenlerdenim. Erotik perspektif olmadan, yani cinsellik tasvirine girilmeden edebiyat olmaz diyenlere de katılmıyorum. Bir donem cinselliğe doğrudan gönderme yapılmaması insanı eksik anlatma olarak görülürdü. Buna bir ölçüde inandırılmışlardan da olsam bugün farklı düşünüyorum. Daha doğrusu başkalarının ezberlettikleri karşısına kendi fikirlerimi koyabiliyorum artık. Başkasının edebiyat dediği edebiyatın tanım alanı değil. Esere bakmak lazım. Dile. Anlatıya. Hayata... Ezberimi bozmam, bir ezberi dayatmam anlamına da gelmemeli.

Bir esere "edebi" demek ezbere kriterlere basvurma işi değildir. Esere bakarsınız. Eserden yola çıkarsınız. Edebi denilen eserlerdeki ortak noktalar hakkında da bir fikriniz olur. O noktalardan esere gidilmez. Eserlerden o noktalara gidersiniz. Bir gerekirliği, anlamı varsa.

Cinsellikten kaçmak ise imkansız. Cinsel vurgu daha dil kullanımında başlıyor. Duvar dişi, sandalye erkek, halı nötral olabiliyor.  Bunlar yapısal.

Argo, altdiller, kullanım toplulukları reddedilerek bağımsız bir dil de edinilmiyor. Bir kişilik edinmişsen, hayat tecrüben varsa, dil üzerinde ustalık imkanın da var. Dilin de senin üzerinde imkanları. Bunlar sosyal.

Cinsel anlatılardan çoğu dilin dini edebiyatında, menkıbelerinde kaçınılmamış. Çoğul gerekçlelerle, saiklerle, şimdilik tartışmayacağız. İnsani olan hiçbirşey yok sayılmamış diyelim, geçelim. Cinselliği mazbut olmayanların konusu imiş gibi tematize etmemek gerekiyor.

"Mazbut olmak" da ezbere bazı sıfatlara burünme işi değil, zamanlarda. Hayatta ve hayatla yoğrulmada; pısmadan, kaçmadan ve ölçüyü kaçırmadan, hayatı inkar etmeden etiği ve estetiği olan bir tad, had bilirlik.

Hayatı inkâr Nietzscheye göre bizim geleneğin işi değil. Diğer geleneklerin ise işi olmamalı. "Ne"yin konuşulacağından çok "nasıl"ı öne çıkıyor sanırım. "Nasıl" ise bir kullanma klavuzu işi değil. Ariflik işi.

Konusuna göre poşetleyenler klasik eserlerimizi fincancı katırlarına biçtirirler, "nasıl" yazılacağına göre konuşacaklar ise yarım akıllarını yarım estetiklerini dayatmaktan başka bir şey yapmayacaklardır.

Şablonla eser verilmez. Konuyla düzey ya da hakikat belirlenemez. Fikir polisliğinden daha zor estetik zaptiyeliği. Beğenme beğenmeme hür insanların tartışılabilir tercihleri. Tartışmanın en üst seviyede sürdürülmesi dahi norm koyuculuk, son sözü söyleyebilirlik düzeyi değildir.

Cinselliğin değişik dönemlerde ele alınışının hikmetini bugünden söyleyip kurtulamayız. Yarının ya da dünün dünyasındaki her etkin gerekçeyi bilmek imkanına sahip değiliz, insan olmak, insan kadar bilmek işi. Eserler tartışılabilir, ignore edilebilir, değişik okumalara tabi kılınabilir ...

Klasik dil bin bir boyutta, tezatta, çağrışımda konuşturur: İsteyen aslında bir çokbilmişlik eleştirisi de olan (edip, şair değilim ama) "ölüm camı bir candan tadacak" mısramın çağrışım, gönderme listesini, anlam spektrumunu listelemeye kalksın, bitmez bir işe kalkışır. Bir fikri, şekli tüm pırıltılarıyla yakalamak zorunda da değiliz. Basitliği içinde, çoğulluğunu kaçırmadan, testimizde ne varsa onu içerek konuşacağız.

Camı canla öpüşü ölümün, hayatta ölüm, hayattan ölüm. Öpüş ne merkezi, ne dikkati yönlendirmemiz gereken bir nokta, ne sadee bir eğretileme. Hayatla imge, varolanla yokolan "hayatın ve sözün hakikatince" bir içiçelikte. Bir kuramla tanıyıp, tanıtıp şematize etmediğim, reddetmediğim, öne çıkarmadığım, geriye itmediğim, indirgemediğim, arıtmadığım bir öncelikler hiyerarşisi içinde belki. Bir okuma geleneğine ihtiyaç duyulması buralardan açıklanamasa bile anlaşılabilir, sanıyorum ki.

Yazarken biraz aşk, biraz keder demiyoruz. Ten unutuldu, şu unutuldu bu unutuldu demiyoruz. Bir hakikatlilikle yazıyoruz, ama söylediklerimiz hakiki mi değil mi, bunu sormak anlamlı mı değil mi, söylediklerimizin katmanlar içinde zarflanmışlığı, hakikat reddi olarak bile hakikatle hakiki ilişki bir gerçekçilik, hesaplılık, ölçülebilirlik, biçilebilirlik işi değil.

"Edebiyat nedir?"e üsturuplu cevaplar verebilirim. Bu, listem dışında kalanları karakolluk etmek için formule edilmeyecektir. Okuduğum, anladığımın tartışılması için bir anlam ifade edecektir. Beni "yanıltan", şaşırtan, inkar eden, bazan yanlışlamadan bazan yanlışlayarak fark koyan eserler her daim olacaktır.

Poşetlemeye alışan, yazar ve çevirmen ile karakolluk olan, mazbutluğun eserlerindeki serbest dile, klasik dile de bulaşacaktır. Ne söylendiğini anlamadan, okumadan, hikmetini bilmeden.

Eskiden halka yasak olan, ariflere serbest idi. Şimdi arifler yetiştiremiyoruz. Sözü denize atacağız. İsteyen mundar eder, isteyen başklarının tecrübesini kendi tecrübesine ekler. Öğrenir, öğretir, bir itirazla gelir, dünyamıı genişletir.

Bunun erotikle, pornoyla ne alakası var peki?

Bugün şu kitabın adıyla başlayan yarın konulara çatar. Öbür gün klasiklere şekil vermeye kalkar.

Bugün çevirmenle karakolluk olan devlet, yarın ne yazılıp yazılmayacağının listesini hazırlatmaya kalkar.

"Listeler ilmi olmayanlara!" derdi Gazalî yaşasaydı. Yazana karışacağına okumayacaksın. Okumak zorunda değilsin. Her konuda fikir sahibi olmak zorunda da değilsin.

Bırak eleştiri çiçeklensin. Ne üzerinde tartıştıklarında anlaşsınlar en azından insanlar!

Evet "kutsal edebiyat" kutsal heykel yok, yok ama, "kutsal toplum düzeniniz" de yok, eleştiriden kaçabilecek, kaçırılabilecek olan.

Peynirde yağ oranı bile mevsimle, malzemeyle alâkalıyken, altın oran işin tadını kaçırttırabilecekken hangi kriterlerle, hangi gerçek saiklerle sanat eserine müdahale edeceksiniz?

"Ucube insanlık anıtı"nın yerine peynir, saksı, pekmez, güğüm heykeli koymakla biter bu tür müdahaleler. Anıta kızarken "suret"e kapılırsınız.

Anlatılan, söylenen binbir dilde, formda söylenir.

Ariflerin gençlerin "fırıncının kızı" okumalarından bile öğrenebilecekleri, görebilecekleri çok şey var. Onlar okusalar bana mı ne? En azından cinselliğin hakikatinin yanlış anlaşıldığını görürler, görürler de, doğrusunu söylemekle mükellef olurlar!

Bir eksikten okuyorsa "kötü" olanı insanlar, arif onlara "daha iyisi nasıl sunulur?"a değil, "dertleri ne, dertlerinde yeni olan ne?"ye bakar.

Ahlak, kültür, estetik poşetlemekle, zaptiyelik etmekle değil, öncelikle ahlak, kültür, tavır sahiplerini sokaklarda öldürmemekle, gazlamamakla, tekmelememekle, şeytanlaştırmamakla olur.

Ahlaklı insanlar bırakın güzel ahlakı insanlara yaşayarak göstersin.

Sarhoşun elinden bengi de badeyi de alsan ne farkeder? Derdini almıyorsun ki? Bu kez kendisini köprüden aşağıya atar.

Gelenekçilerin en sevmediği şey gelenektir. Gelenekteki hakikattir. Hakikati olmayan gelenekten bana ne? Bendeki hakikatten sana ne! O sana da açık, ona da, buna da!

Kötüysem kötüyüm, daha iyisini gösterin hayatınızla. İyiysem iyiyim. Ne diye tepeme biniyorsunuz iyi olduğum için?

Arif hukuksuzluğun, karakolda biten eleştiri (yani okuma, anlama, idrak etme) eksilticiliğinin belalısıdır.

Ey kendilerini muhafazakar sananlar! Sizlere Gazalî mi okutsak ev ödevi olarak, Mesnevî mi, Nasreddin Hoca mı? Madem dünyaya (yani dünyayı eleştirmeye, anlamaya, daha doğrusunu önermeye) merakınız yok?

7 Haziran 2011 Salı

"İnternete Düşen Kaset" Üzerinden Şikayetçi Olmak

İki insan arasında geçen bir konuşma.

İster "yasal" isterse yasadışı bir dinleme sözkonusu olsun.

Konuşmacılardan birisi eşinden şikayetçi, bir diğeri patronundan, bir başkası başbakandan. Birisi ana muhalefet liderinden, bir başkası bir gazeteciden.

Kimisi "aman dinlenir!" diye ölçülü konuşuyor, kimisi veryansın ediyor. Ertesi gün meseleye başka türlü yaklaşıyor ya da yaklaşmıyor.

Dinleyenler devlet memuru. Dinleten devlet kurumu. Dinlemenin yapıldığı yer bir başka devlet kurumu.

İki insan arasında geçen konuşma "iki insan arasında geçen bir konuşma", internete sızdırılana kadar.

Kayıt internete sızdırılıyor, oradan basına, oradan elalemin ağzına sakız oluyor diyelim.

Sızdırıldıktan sonra üzerine konuşulan şahıs(lar) konuşan şahıslardan şikayetçi oluyor, tazminat davası açıyorlar.

Sızdıranlar şikayetçi olana yakın duran "birileri" ise ne düşünürsünüz? Ortada yine de bir mağduriyet varsa? Peki, "sızdıranlar" şikayetçi olana diş bileyenler olduğunda?

Ortada bir yasa taslağı vardı: Bir biçimde internete düşen "malzeme" yayın organlarınca "kullanılabilecekti". Diyelim ki, siz hakkınızda konuşanlarla değil, "sızdıran"larla, dağıtan ve yayanlarla kapışmak istediniz. "Sızdıran" bu sızdırmayı kovuşturacak olansa, yayan ve dağıtan ise kanun tarafından korunuyorsa ne yaparsınız?

Size özel bir telefon görüşmesinde küfreden dostunuza, arkadaşınıza, akrabanıza, rakibinize, "tebaanıza" düş bileme hakkınız var mıdır? Gerçekten de "şerefinizle oynanırken" karşı tarafı haklı ya da haksız kılacak "şeyleri" listelemeye mi başlarsınız, yoksa konuşanların mağdur edildiklerini, hak ihlaline uğradıklarını mı düşünürsünüz?

Hukuk, varolan hukuk ne der bilemiyorum artık. Her şeyi diyebilir. Böyle ise hukuk, bizlere bir şey diyemezlik sınırına çekilmiştir.

Peki ya ahlak ne der? Şimdilerde ahlak düşüncesi diye bir şey kalmadı gibi görünse de, eskilerde tüm dünyada ne yapılabilirdi hatırlamaya çalışalım:

Hakkında konuşulanın incinme, konuşanlara kırılma hakkı olmakla birlikte ahlakî açıdan merkezî olan bu konuşmayı yok saymak, bu konuşmadan yola çıkarak konuşanlara tavır almamak, bu kayıtları yayan ve dağıtanlara tavır almaktır. Burada yeniden hukuk devreye girer: Sızdıranlardan, dağıtan ve yayanlardan hesap sorulmasını istersiniz.

Eğer mesele ettiğiniz sadece ve sadece ne konuşulduğu ise, bazan bir "ahlaksızlığa" karşı çıkarken, ahlaka lakayt hatta ahlaka aykırı bir davranışla hukuk arayışınıza yönelirsiniz.

Eğer "hukuk sistemi" sizden bağımsız olarak konuşmada geçen konulara yönelirse adalet, ahlakı ayaklar altına alan, "ahlaksız" bir duruştan temellendirilmeye başlanır. Bireyin tavrı ahlaksız bir duruş olarak tanımlanamayacakken, adalet dağıtıcısının duruşu daha vahim bir anlayışa işaret eder.

Hukuk'un şöylesi, böylesi, öylesi olmaz. Hangi hukuk sistemini savunursanız savunun aynı evrensel gerekçeleme ve temellendirme süreçlerine başvurmak durumundasınız. Hukuk kimine hukuk kimine hukuksuzluk olamaz örneğin.

Hukuk ahlaksızlık olarak temellendirilemez. Hukuk ahlak değildir. Ancak temellendirme ve gerekçelendirmeleri normatiftir. Hukukun kendisinin tartışılması ahlak düşüncesinin alanında cereyan eder.

Eğer yorum, uygulama hukuki praksis'i "ben yaparım olur"cu bir uygulayıcılıkta seyreltirse kaybettiğimiz hukukun temelleri olur.

Şu anda basında kristalleşen hukuk anlayışı yalnız toplumu kutuplaştırmak, çözmek riskini taşımıyor, terk-i medeniyyet gibi bir risk de taşıyor.

Ulaşılmak istenen sonuç ne olursa olsun, ne kadar "önemli" olacak olursa olsun hukukun hukuki temellerini yitirmesi, felsefesini kaybetmesi bir medeniyet kaybı ile sonuçlanacaktır.

"Daha iyi bir hukuk" önerileri, "başka bir hukuk" talepleri asla ve asla adalet duygusunu ve hukukun ahlaki temellerini budayarak sözkonusu edilemez.

İki, üç daha fazla hukuk arasında kapışmadan değildir hukuku dağıtma işi. Hukuk istiyor muyuz, istemiyor muyuz üzerinde tartışmaktayız, pek de entelektüel olmayan bir tarzda.

Hegemonya hukuk üzerinden kendisini ifade ettiğinde feda edilen adalet düşüncesi olacaktır, yeniden hatırlatırız, bencileyin.

2 Haziran 2011 Perşembe

İşkence Devam Ediyor!

DİNLENME KORKUSU ALTINDA YAŞATMAK: Bir İşkence formudur. Kollektif, kitlesel ve bireysel  etkileri her açıdan "eski dönem" işkencelerinin işlevleri ile yerdeğiştirebilir (interchangable) durumdadır.

GELECEK KORKUSU ALTINDA YAŞATMAK: Gazetecileri, işadamlarını, öğrencileri, muhalifleri, muterizleri tehdit bir kaygı ve kuşku toplumu yaratmaktadır. Arif olduğundan değil de temeli olan bir paranoyadan her an başına birşey gelebileceğini düşünen insan bir korku ve dehşet toplumunun temeltaşıdır. Karşıtı ise kayırılan, korunan, emek ve çaba sarfetmesi gerekmeyen aidiyetlerle önü açılmış, "taraf" olmuş insandır.

LİNÇ KORKUSU ALTINDA YAŞATMAK: Bir göstericiyi takip ederek linç eden, kalça kemiğini kıran anlayış hem hukuku, işbölümünü ortadan kaldırmakta, hem de muhalifi "katlivacip olma" duygusu ile yaşatma anlayışıdır. Yayılmaktadır. Milislerle karşı karşıya olunduğu, hukuk, adalet ve kuralların iktidarı paylaşanlara işlemediği duygusu yerleştirilmektedir.

KİMYASAL SİLAH KULLANIMI: Sağlığı bozuk olanlara, çevreye, etrafa da fatura kesmenin yolu olarak da görülse aslolan eziyet ve zulümdür. Artık tanklar toplar kullanılmamakta, muhalif gençlik, protestocular, grevdeki işçiler, gösteriye hazırlanan sendikalar ile oynanmaktadır. Kontrollü güç kullanma değil, kontrolü elinde tuttuğunu sananın kontrolü yaşama ritualidir. Sosyalleştiricidir. Kardeşlik kodeksinin yerini yeni tahakküm kodeksinin aldığı kaldırımların sunak taşına çevrildiği tehlikeli bir oyundur. Kurban kendisini eşit görse de, gaz kullanan eşitini haşereleştirmektedir. Bu sosyal rol oyunu toplumsal dayanışmayı zayıflatmakta, bireyselleşme kanallarını zora sokmaktadır.

TUTUKLULUĞUN KULLANILMASI: Başlı başına bir endişe, kaygı, dehşet kaynağdır. Hem fizikî hem ruhsal bir tehdit, sınırlandırma, zorla bastırma, eziyet aracıdır.

"SIZDIRMALAR": Her şey her an sizin için kötüye kullanılabilir, "yakında sızdırılabilir". Birilerine sizin mahreminiz, namusunuz, malınız canınız helaldir. Resmi yollardan edinilmiş bilgiler miting kürsülerinden dahi size karşı kullanılabilir. Bir dosyaya girmiş alakasız bir ayrıntı sizi taciz için manşetlenebilir. Bir itirazınız var ise karınızın, çocuğunuzun kredi kartı çıktıları, seyahat verilerinin ortaya dökülmesini kabulleneceksiniz. Eski dosyalarınız açılacak, mesela bir teşhirci hanım gazeteci tarafından teşhir edilebileceksiniz.

İFTİRA KORKUSU ALTINDA YAŞATMAK: Bu konudaki teknikler esklileri amatör bırakacak hızda ilerletiliyor. Karşıtlıkların hukuki, olgusal veriler üzerinden problematize edilmemesi, sosyal endişe "iftira korkusu"nu halâ  kaybedeceği birşeyler olduğunu düşünen insanlar açısından ayakta tutuyor.

Direnmenin yanlış, darbeci, kötü, hukuk dışı bir şey olduğu duygusunun yerleştirilmesiyle beraber 12 Eylülü bile aratacak bir döneme girme riski doğdu: 12 Eylülde direnmek zordu, ama meşru idi. Şimdi direniş darbecilik, demokrasi düşmanlığı gibi algılıyor kendisini.

İşkence karakolda yapılmıyor ama sokaklar karakollaştırılmakta: Ara sokaklarda insanlar linç edilmekte! Buna itirazı olanlar yargılanacak gibi görünüyor bundan böyle.

İşkenceye karşı kurulan tüm kaleler yıkıldı,  başkasının malını, canını, namusunu kendisine helal gören bir anlayış yeşertiliyor. Bundan maalesef insanca bir hayat tarzı ve demokratik bir dil çıkmayacaktır.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Muhalifleri Gazlayarak Öldürmek de Terör Suçudur!

Gaz kullanımında sınır ve ölçü aşıldı. Artık ortada örtülü ve yoğunluğu düşük bir kimyasal savaş var. Gelen geçen arabalara, dersliklere, anfilere, çocuk yuvalarına, sendikalara, hamilelere, yaşlılara, astımlılara gaz sıkılıyor.

Muhalifler haşerat muamelesi görüyor, hamilelerin karınlarına attırılan tekmelerden belli. "Attırılan" diyorum, çünkü münferit bir olaydan öte bir politika söz konusu.

KPYSS sınavlarındaki hilenin açığa çıkarılmamış oluşu iktidar partisinin devlet içinde milis oluşturduğu kaygılarını güçlendirmekte.

Göstericilerin artık özel mahkemelerde terör suçlusu olarak yargılanmaları, gazetecilere seçim sonrası için yönlendirilmiş tehditler gerilim politikalarının daha da "ileri demokratik" bir noktaya çekileceğinin de işareti.

Kılıçdaroğluna "rüzgar eken fırtına biçer!" dediği için "alçak!" diyen zihniyet bir kuzular cumhuriyeti öngörüyor olmalı. Gazlanan, terörize edilen, seçimlere sokulmayan, haksızlıklara ses çıkaramayanların demokrasisi.

Evet, rüzgar eken fırtına biçer! Kendi halkını geren, kutuplaştıran, aidiyetler ile oynayıp duran, muhaliflerine demokratik bir tepki kanalı bırakmayan kendi tarzını tek yol olarak sunar!

Demokrasi AKP tarzı siyaseti aşma işidir.

Rüzgarla yelkenlerimizi doldurmamız bir fırtınanın önünü kesebilecektir.

Halkına, soluna, sağına düşmanlığın önünü kesmemiz gerekiyor!

Kimyasal silah kullanımına; hamilelerin karınlarını tekmeleten, muhaliflerini ve gençlerini "haşerat" olarak gören anlayışa "hayır!" dememiz gerekiyor!