25 Temmuz 2011 Pazartesi

Norveçteki Katliamı Okuyamamak

Olan biten sanıldığından daha ciddi bir müdahalenin ve hazırlığın işareti olarak algılanmalı.

Gazetelerde yer alan yorumsuz ara haberler, yerler, alâkalı şahsiyetler ilgi çekici.

Irkçılığın ve yeni tarz nazizmin arkasındaki bildik tanıdık adreslerin hakkında kimse konuşamayacak gibi görünüyor.

Katliamın bağlanacağı sembolik, katliamı yapanların dönüştürmek istediği bir sembolik, buna takılıp kalmamak lazım.

Çoğu kez desteklemediğim AKP politikalarının olumlu yanlarından birisi dış politikada böylesi bir çizgiye bazan çomak sokuyor olabilişidir. Sözde bile kalsa, dolaylı da olsa meselenin üzerine gidebiliş, bir gün konuşulabileceklerin kapısını açmaktadır.

Aklı evvellerin norveçlileri, gençleri suçlamaları; görsünler günlerini mantığı iğrençtir. İnsanlık değil bu, soğuk savaş gönüllülüğü! Terk-i medeniyyet, terk-i insaniyyet!

Kimse yazmayacaktır. Ben de artık az çok görebilmekle beraber, telaffuz etmeyeceğim. Ancak, sebepleri ve sonuçları itibarıyla hepimizi ilgilendiren bir müdahaledir, norveçlilere yapılan bizlere de yapılmıştır, dünyaya, ortak dünyamıza bir müdahaledir. Alâkalı alâkasız bir çok gelişme ile birlikte ele alınmalıdır.

Yargısız infaz ile eleştirdiğim Obama'nın ve onu destekleyen kesimlerin işleri kolay değildir,  yöntemlerini karşılarındaki gücün yöntemlerinden ayıramadıkça sonuçlarını çaresizce izleyeceklerdir. Meşruiyet kazandırdıkları tarz karşılarındakilerin adeta ana dilidir.

Başımıza gelenler ile Norveçin başına gelenler aynı gemide olan insanların sorunlarıdır.

Hepimiz Norveçliyiz bugün, yarın ve daima: İnsanlık mevzubahis olduğunda!

Cesaret ister medeniyet. Medeniyeti stabilize etmek, birilerinin keyfi tasarımlarından kurtarmak, demokrasiyi/demokrasileri tahkim etmek durumundayız.

AKP'nin muhalefeti yok edici, silici tavrı global anlamıyla da yanlıştı. Dış politikadaki iddia içerdeki dayanışmayı önemsizleştirmek, silmek ile uzlaşmıyor. Muhalif sol ile sağın arasındaki buzların erimesini engellemek, ortamı gererek soğutmak büyük bir yanlış idi. El yordamıyla anlamak yetmiyor, yetmeyecek! Demokrasi Abantlarda, Encümeni Danişlerde, siyaset vakıflarında korunup kollanamaz: Gelecek konusunda uzlaşmış, konuşabilen, demokratik zeminde uzlaşıp rekabet edebileceklerin ortak zemini kaybedilmekte! Platformlar,  demokratik platformun yerine ikame edildiklerinde korporativizmi bile ararız.

Gelişmeleri belirleyecek adımların önemli bir kısmını Türkiye atacak, atmalıydı: Demokrasisini, dayanışmasını, açık siyasi diskurunu, parazitlerinden ve müdahalelerinden arındırılmış iletişimi serpilmeye bırakarak!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Oğuz Atay Üzerine Geçici Bir Not!

Fazla zamanının olmayabileceğini düşünerek yazdı, yayınladı, Oğuz Atay.

Çekip gitmeden söylemesi gerekenlerin bir kısmını söylemiş olması, sözünün aramızda dolaşıyor olması ne güzel!

Oğuz Atay okunmayan, farkedilmeyen bir insan değildi, sanıldığının tersine. Hayati Asılyazıcı Tutunamayanları yayınladıktan sonra okuyabilmek için sırada beklerdik. Sahaflardan hemen uçardı. Iki cilti bir arada bulabilmek mümkün değildi ve tek cilt halinde yayınlanana kadar bir efsane idi kitap. Herkes bir tarafını, bir yanını okumuş olurdu. Teksirler dolaşırdı elden ele. İspanyol Meyhanesi dinlediğimiz günler.

TRT ödülünü alması tanınmamışlığı, duyulmamışlığı iddialarını gülünç kılıyor. Ödülü veren kurul da sesini duyurabilen gazeteci ve yazarlardan oluşuyordu.

Can Yücel için 19 Mayıs (”sen ey ranzalarda parende atan/prangalarla barfiks yapan” ile başlayan) şiirinin Cumhuriyette yayınlanması nasıl bir dönüm noktası olduysa, Oğuz Atay için de TRT ödülü daha da fazlasıyla tanınma imkanı sağlamıştı.

12 Marttan yeni çıkılmıştı. Yayınlanmasında sorun çıkması sanıldığı kadar da dramatik değildi. 12 Eylül sonrasının dayanışma fukaralığı ile kıyaslanamaz bile!

Bir Bilim Adamının Romanı çıktığında hiç de sessizlikle karşılanmadı. Televizyonda en iyi yayın kuşaklarında tanıtıldı.

Korkuyu Beklerken’i en umulmadık kitaplıklarda görebiliyorduk. Oğuz Atayın hikayeciliği bilinmeyen bir şey değildi!

Nurettin Topçu’nın Tutunamayanlara bakışı Oğuz Atay’ın her kesimde okur ve ilgi bulabildiğini düşündürmeli artık insanlara!

Oğuz Atay cenazesini sağ ve solun paylaşamadığı bir insanı yazarken, iki kesimden de ilgi gördüğünün farkındaydı.

Yalnızlığını, okunmama acısını yakın çevresinde aramanın da anlamı yok, bugün artık bir hayat tarzı değil mi bu?

Tutunamayanlarda yazılış tekniği, ekonomisi, bütünlük sorunları üzerinde tartışılabilir. Eserin formunun tercih mi olduğu, dağınık bir malzemenin ve söylenmeden edilemeyecek olandan vazgeçememişliğin mi söz konusu olduğu tartışılabilir.

Tutunamayanlar ister bir bilinçli form tercihi olarak , ister dağınık ve zamana yayılmış notların bir araya getirilmişliği olarak görülsün özgündür, önemlidir, bir cümlesi bile ziyan edilemeyecek bir hazinedir.

Tersine, Oğuz Atayın espirileri, jargonu, hicvi, tarzı, hayat sevinci üzerinden az insan kariyer yapmadı.

Mühendisliğinin, öğretim üyeliğinin öne çıkması, alınteriyle geçinişi, işi gücü olan bir insan oluşu biz okurları için müthiş önemli idi. Çalışarak, üreterek, yaşayarak yazması o yıllarda sıradan işlerden değildi.

Oğuz Atayın hastalığı da okurundan uzak kalmasının nedenlerindendi.

Okuru da meşguldü zaten. 1 Mayıs Meydanlarında katlediliyorlardı. Hapishalerde, meydanlarda, grevlerde, sokaklarda idiler.

Onu evierine kapalı içli insanlar da, sokaklara dökülenler de, Nurettin Topçu gibi aydın sağcılar da okudular, sevdiler.

Oğuz Atay bir yazardan önce Oğuz Abi idi bizler için. Oğuz Hoca idi öğrencileri için.

Ona sahip çıkılamadığı düşünülen zaman aralığı çok kısadır. 12 Eylülün unutturacakları ile kıyaslamanın yapılamayacağı bir zamandan düşüncelerdir.

Şimdiki Oğuz Atay algılanışı ile doğu-batı sorununa kafa yoran, sol bir partinin kuruluşuna ilgi duymuş, zamanının en ciddi aydınlarıyla fikri alışverişi olan bir Oğuz Atayın kendisini anlayışı farklıdır.

Onu kenarda köşede kalmış bir insan gibi düşünmek, bir insanlık kaçkını olarak portresinin yapılmasını kabullenmek Oğuz Ataya karşı hakkanî değil.

O nöbetçi insanımızdı. Başımız sıkışınca, elimize geçtiğince okurduk, işkence sonrası, katliamlar sonrası, acılar, ayrılıklar sonrası. Onun edebiyattaki yeri bir insanlık olarak edebiyattı da bizler için. İnsanca bir seslenişti. İnsanlık uyurken. İnsanlık sıvışırken. İnsanlık lazım oluşlarında bir yerlerde meşgulken.

Onu gerçekten sevdik. Ve bu şakacı, acılı, muhabbeti güzel dostu bağrımıza bastık, hayatımıza kattık.

O bir insandı. Yanlışsızlığı, hatasızlığı itibarıyla değil elbette: Eleştiriye, yanlışlanmaya, yaralanmaya, dokunuşa açıklığı ile!

Cemil Meriç de asıl okuyucusunun uzak durduğunu sanmaktaydı. Kendileri ile tartışma istediklerinin bir başka dünyada tahkim oluşlarının acısını hissedişleri gerçek olsa da, hakikat başka idi.

O kadar okunduğunun, gerçek okuyucusunu bulduğunun kendilerine hissettirilmemiş olması acıdır! Türkiyenin az biraz normalleşmesiyle, sokakların durulmasıyla kendini gösterebilecek olan gerçek, hep siste kaldı: Ömürleri vefa etmedi.

Onlar, okundular, sevildiler, tanındılar, vefa da gördüler. Ancak tartışmak istedikleri, düşüncelerini almak istedikleri, acılarını paylaşmak istedikleri insanlara uzak kaldılar.

Dost kimin yanıbaşında ki?

Bazan bir insan için bile yazarsınız. Sizi kainat okur ama o insan okumaz. Okuduğunda tersten okur. Okur da belli etmez. Yakınış her daim haklıdır.

Bir derdi çözmek istersiniz, o derdin sahibi size sırt döner ama bin derde derman olur gösterdiğiniz yol. Şikayetçi olanın kendisi için önemli olan o sırt dönüş, bize bu güzel serzenişi, dili, eseri sunsa da bin birin yerini tutar, tutsun diye düşünmememiz lazım.


O bir şey, bazan insanın kendisi için istemiş olduğu tek şey. Tek bir şey, sunulmuş hazinelerin dışında kalan. 


Ha kafes altın, ha değil. Ha kafes var, ha yok. Ne değişir?


12 Temmuz 2011 Salı

Yarından İtibaren Kapalıyız!

Bu blog'u belki bir işlevi vardır düşüncesi ile açık tutuyorduk. Okuyucusuna hitap etmediği kanaatine vardık.

Yaptığımız açıkta düşünme, açıkta gözden geçirmeden ibaretti.

Okurların dünyasıyla bizim referans dünyamız farklı ve birbirlerini dışlıyor.

Okuyucunun dünyası ile eleştirel bir bağ olmadığında bir dayatmanın, tutuculuğun sözcülüğüne soyunmuş gibi oluyoruz.

Bir süreliğine tadilat için kapatacağız, daha sonra da kapalı devre devam edip etmeyeceğine karar vereceğiz.

Düzeltilmemiş yazılar bir saygısızlığın ya da teşhirin ifadesi değil idiler. Kırdıklarımız ve teşhir eder göründüklerimiz oldu ise kendilerinden özür dileriz.

Kapalı olduğumuz sürede neler yazdığımızı, neleri yazmadığımızı da gözden geçireceğiz.

Saygılarımızla.

5 Temmuz 2011 Salı

Murat Belge Metin Lokumcu Hakkında

Birikim'in ilk sayılarındaki yazıların çoğunu hatırlarım.

İlk "Birikimci"lerin de bir kısmını tanırım. Biz onları çok iyi okuduk, okuttuk. Onlar bizi hiç okuyamadılar sanırım. Okutturmadılar da.

Can Yücel farklı bir insandı. Murat Belge'yi işitmiş olmasını, tepkisinin şiirini Galata Köprüsünün altındaki meyhanede gürüldemesini isterdim. 12 Eylüldeki gibi.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

"Tükürdüklerini Yalayacaklar!" Sloganı ve Demokrasinin Açık Diskuru

"Tükürdüklerini yalayacaklar!" diye bağırmak, "tükürüleni yalatmak" için elinden geleni yapacağını da deklare etmek.

Başkalarına tükürdüğünü yalatanlar ve tükürdüklerini yalamalarıyla bizi memnun edecek olanlar eşit, parazitsiz, yamultulmamış bir siyasi diskurun üyleri olamazlar!

Hele hele "tükürdüğünü yalayarak" helâl kazanç sahibi olacaklarını ifade edersek vekillerin, "helâl" ile kasdettiğimizin meşruiyetini iddia etmemiz imkansız hale gelir.

Milletvekilleri maaşlarını AKP ya da AKP seçmeni ödemiyor! CHP'li seçmenin ödediği vergi eğer hür vatandaşların verdiği türden vergi sayılmıyorsa ayrı! Ümit ediyoruz ki canımız, malımız, sanımız, namusumuzun birlerine helâl olması önkabulünü canlandıran gerekçelemeler böyle yerli yersiz ifade edilmez!

CHP seçmeni partisini desteklemektedir. Özel mahkemelerin meclis üzerine vesayeti tartışma ve protesto konusu olduğuna göre, statükoyu savunan partiler parlementoyu savunduklarını iddia edemezler. Meclisteki çoğunluk, taleplere ve iddialara kayıtsız kalmayı politika edindiğine göre "muhalefetin yerinin parlemento olması" şartını koşmak karşı tarafı dinlememe ve kayıtsızlık politikalarını tahkim etme çabasından ibarettir.

Burada eski uygulama düzgündür: Maaşı hakedip etmediklerine maaşı alacak olanlar karar vermelidirler. Partilerinin alacakları kararlar dahi milletvekillerini ianeye, borca harca itmemelidir. İktidarın zorlayacağı maaşsızlık ancak bir içsavaş toplumunda geçerli olabilir! Zorlayıcı, abluka altına alıcı, nifak çıkarmaya yönelik bir hareket olur!

Seçmenin partisinin tavrını onaylaması bile çoğu sınır durumunda şart değildir, partilerin her politikaları populer olmayabiliyor, kemer sıkma politikalarında olduğu gibi. "Yemin" ile maaşın helal olacağı, izlenen politikaların önemsiz olması da söz konusu değildir. Maaş'ın hak edilip edilmemesi tartışması ancak teorik boyutta geçerlidir, aksi halde Vatikan tipi bir ruhban sınıfının gerektiğini de argümanda "implicit" olarak ifade etmiş oluruz. Kimin maaşını hakedip etmediğine nihaî hükmün ahiret sorunu olduğunu unuttuğumuzda, sendikal hakları, hakkani ücretlendirme politikalarını bir kenara atmış oluruz.

Asgari ücret insanlıkdışı bir düzeye geriletilmiş olduğu zamanlarda dahi maaşını haketmeme halleri her daim olabilecektir. Haketme etmeme tartışması "maaş"ın kendisini tartışmaya, hak hukuk kavramını zorlamaya başladığında medeniyet iddialarını terkederek tartışabileceğimiz bir keyfiliğe kapı açmış oluruz!

Bu yanlış ufku taşeron işçi olan görme özürlü vatandaşa yöneldiğinde görmemiz, tekrarlanmaması için yeterli olmalıydı. Taşeron temzilikçi kadrosundaki hemşirehanımın kadro talebiyle işten atılmasıyla da kadro, maaş, ücret gibi mevzularda hukukunu bulamamış bir medeniyet iddiası demokratik gündeme kendisini dayatmış oldu!

Milletvekillerini açlıkla, sefaletle terbiye ederek meclise ya da fevriliğe çekmeye zorladığımızda "iktidar" olarak vebal altında olmadığımızı, temsilin hukukunu çiğnemediğimizi evrensel olarak geçerli olabilecek biçimde savunabilir miyiz? Ben sanmıyorum!

Her milletvekili çocuklarına burs alacağı bir zengin arkadaşı yoksa kendisine iktidarın dayattığını mı yapmak zorundadır? Ekonomik bağımsızlık milletvekilleri için elzemdir, ancak ayrı bir tartışma konusudur, şablon bir ekonomik düzey tesbiti bir ölçüde tartışmalı olsa da, elzemdir.

Kendisini helal ve harama kriter koyucu yetkinliğe yükseltmek, "tükürüğü geri yalatıcılığın hukukundan konuşmak" demokratik bir ülkenin "iktidar"dan konuşma tarzının içinde meşruiyetiyle verili değildir. Hikmet sahiplerinin dahi tartışmaya açık olarak ifade edebildikleri, iktidar kürsüsünün işi haline getirilmemelidr.

Demokrasilerde ikna süreçleri dayatma, abluka, propaganda ve çarpıtmadan arıtılmış söylemlerde gerçekleşir. Uzlaşmazlığa yol açacak baskı, teslimiyete yol açabilecek ekonomik abluka, dinlememenin ifadesi olan propagandif dil dominansın, baskının ve "hakikati gölgelemenin" araçlarıdır.

Demokrasinin evi meclis değildir, dominanstan, dayatmadan uzak/arınmış bir dildir. Parlemento demokrasinin bir kurumudur. Seçim gibi, oylama gibi, tartışmaya ve yargıya açık olmak gibi. Yerel yönetimlerin ezildiği bir parlementarizm demokrasinin yerinde yönetim ilkesini de çiğnemektedir.

Parlementonun rolü merkezidir, ancak, demokrasinin diğer kurum ve kuruluşlarını ezmemiş, yok saymamış bir parlemento için bu geçerlidir. Kurucu meclislerin istisnai rolleri, ilerlemiş demokrasilere zorlanamaz! Eksikli ve ayıplı bir demokratik modelin parlemento anlayışı ise ölçü edinilmemelidir.

Parlementomuz bin bir emekle, zahmetle, acıyla ve çileyle kuruldu. Kazanımlarımıza sahip çıkmamız onların rollerini indirgeyici, eğretileyici bir dil ve tarz ile olmamalı, olmamalıydı!

Demokrasinin dili, gerekçelemeleri, diskuru ayaklar altına alınarak demokrasi savunulamaz: Demokratik propaganda yoktur, demokratik tartışma, açıklık vardır.

Demokrasi geridönüşsüzlüğün, kapalılığın, dayatmacılığın, zor ve şiddetin diliyle konsensus sağlayıcılığın karşıtıdır!

Ablukacılık, zorlayıcılık demokratik değildir.

Açık bir ufuk, anlaşmanın açık tutulmuşluğu demokrasinin ilk şartıdır, hatırlatırız, Efendim.

3 Temmuz 2011 Pazar

"Ya Sev Ya Terket'!"in Yeni Bir Versiyonu Olarak: "Ya Yemin Et Ya da Terket!"

Herkes kendisine yakışanı yapsın. Herşeyi söyleyip, çözümsüzlüğün avukatlığını yapıp "muhalefetsiz demokrasi olmaz!" demek saçmalığın ta kendisi. Erken seçimse erken seçim!

Bu kadar şantaj ve baskı ile uğraşacaklarına sorun çözümü için gayret edeceklerini gösterebilirlerdi. Gaye protestocuların meclise dönmelerini sağlamaksa iş bu kadar basit. Yeni koalisyonlar oluşturmanın, CHP muhaliflerine propaganda metinleri döktürtmenin bir anlamı yok! Meclise dönüşü sağlama şantajı ile geriye dönüşsüzlüğün geriliminin temeli atılıyor.

Konu basit, halk iradesi mi özel yargının üstünlüğü mü? Hukuk mu, özel hukuk mu?

Hopa'da cenaze törenine bile katılanlar tehdit altındalar! Yarın siyanür havuzlarına karşı çıkanlar toplanmayacak diyebilecek bir hukuksever var mı? Yurtdışına çıkan "muhalifleri" yurtdışına ihbar eden, günlerini zehir etmeyi vatana hizmet gören entrikacılar var bazı havaalanlarında! Onlar maaşlarını hakediyorlar, değil mi?

Kimin seçme seçilme hakkı garanti altında? Kim iftiradan, yalandan, çamurdan kendisini uzak tutabilir adalet dağıtımı kesintiye uğrarsa?

Bizler hukuk devletinin, militanlaşmamış hukukun, çevrecilere, gençlere, sendikacılara haşere muamelesi yaptırmayacak bir hukukun savunucusuyuz!

İnsanca bir hayat talebi, farklı düşünenlere hayat hakkı, "parasız eğitim" diyenleri zındana tıkmaktan başka bir bildiği olmayanların keyfine mi bırakılacak?

Demokrasiden yanaysanız, demokratlar gibi davranırsınız! Her itiraz eden çocuğun boğazına yapışmadan!

"Konsensus olmadan demokrasi olmaz!" derken, "ortak düşünebileceğimiz bir şey var mı, kaldı mı?" dememizi istiyorsunuz! Yine siz bilirsiniz! Zor zamanlarda sizleri aklımıza bile getirmeyeceğimize emin olunuz!

Ya bu hükümran fasonlarını bırakın bir insanlık dilinden, kardeşlik dilinden konuşun, ya da toplama kamplarını kurun artık, kurabiliyorsanız! Bıktık!

Sizlere sırt dönülemeyeceğini, her şeyi çarpıtacağınızı, hakikate sadakatsizliğin her haddeye kadar götürebileceğini bu kadar düşündürmeyin!

Dayanışma hep siz zora düştüğünüzde, sizin hakkınızı savunmaktan ibaret öyle mi? Bizler hukuksuzuz yani? Pekalâ, demokrasiyi ayaklar altına almadan, kabahatlerinizi halı altına süpürebileceğinize emin olmadan bir deneyin bakalım!

Yalan ya da hakikat, sizin tercihiniz! Biz demokrasi için direneceğiz! Size hep lazım olmuş ve olacak demokrasi için!

2 Temmuz 2011 Cumartesi

"İleri Demokrasi"nin CHP'yi Sosyalist Enternasyonalden Tard Ettireceği Geyiği Üzerine

"Parlementoyu boykot" sosyalist jargonda "parlementarizm"i terktir. Parlemento dışında mücadeleyi seçiştir. Bu tercih konjunktürel değil, ideolojiktir, siyasi mücadele tarzı üzerine bir tartışmadır. Parlementodan çekilmeyi, seçimlere katılmamayı içerir.

1. Enternasyonal, 2. Enternasyonal ve diğer enternasyonallerin tarihi sadece bu noktada değil başka bir çok konuda ayrışmaların tarihidir. Bolşevik Menşevik tartışması, iktidara giden yol, iktidarın seçimle bırakılıp bırakılmayacağı tartışmaları CHP'nin gündemindeki, üzerinde siyaset yürüttüğü zemindeki tartışmalarda konu edilebilir bir şey değildir.

CHP'nin yaptığı zaten "boykot" da değildir, boykota dönüştüğünde bile sosyalist enternasyonalin mesele ettiği boykotla alakalı değildir. CHP her medeni siyasi parti gibi parlemento dışı demokratik mücadelenin parlementer demokrasi ile çeliştiğini düşünmemektedir.

İş parlementodan çekilmeye kadar gitse dahi, CHP parlementer sistemi, seçimle gelip gitmeyi, çok partili hayatı savunmaktadır. "Parlementerist" muhafazakarlıktan farklı olarak, CHP, sendika, çevre, kadın, gençlik, barış, hak hareketlerini demokrasinin olmazsa olmazları olarak görmektedir. Demokratik platform meclisten ibaret değildir!

Sosyalist Enternasyonaldekiler eğer protestoya düşman bir çizgi izlemesini istiyor, karşılaştığı dayatmalara karşı direnmemesini talep ediyorlarsa taşeron işçi hareketinin mucidi ve çevre hareketinin vatan hainliği olduğunu savunan yeni liberal muhafazakarlığı kendilerine üye olarak alırlar! Bu kendi bilecekleri iştir! CHP'yi ilgilendirmez! CHP, protestosuna da devam edecektir, parlementer demokratik çizgisine de.

Sosyalist Enternasyonal ölçü ve had bilen bir yerdir: Çoğu paylaşım savaşında tavırları sorunlu olmuştur. Üyeleri içinde "en sorunlu parti", sanıldığı gibi CHP olmamıştır. CHP'nin SE'ye katılımı sosyal demokratik bir forum olması gibi nedenlerledir. Eski kutuplaşmalar ile alakalı değildir.

SE pekala eleştirel bir platform olarak da görülebilir. Kriterlerin, ilkelerin olması iyidir. Ancak ilke tartışmalarını yıllardır pek görebilmiş değiliz. SD partiler de zaten işçi sınıfı partileri olma özelliklerini gitgide kaybettiler. Bazı ülkelerin partileri zaten biraz solda olan milliyetçi partiler. Bazıları işçi hareketinin ilk enternasyonaldeki ayrışmasından baki. Sömürgeciliğin öncülüğünü, sözcülüğünü yapmış olanlar da, sömürgeciliğe şiddetle karşı çıkmış olanlar da aynı platformdalar.

CHP şu anki yapısıyla bile ortalarda bir yerde duruyor.

Ortak nokta demokrasidir. CHP cunta döneminde kapatılmış, açılmış, müdahalelerden geçmiş bir partidir, evet. Sorunları olmuştur, olacaktır. Muhafazakar dini topluluk gazetelerinin geçtiğimiz senelerde avrupada CHP'nin sosyal demokrat olmadığı propagandası hiç hoş olmamıştır, komünizmle mücadele geleneğinden, soğuk savaştan gelip de demokrat olmalarını sorgulamasak, hatta soğuk savaşta SE'nin soğuk savaşçı bir kanadının da olduğunu kabul etsek de...

Bugün yeni liberal siyasi dinciliğin CHP'yi SE ile tehdit etmesi haydi haydiye abesle iştigaldir. Müzevirliktir! Bırakalım demokrat sol CHP'yi eleştirsin. Demokrat sağ da eleştirsin, ama "şimdilerde pek demokrat soğuksavaşçı sağ"ın kaynattığı kazanı demokrasi oyununun bir parçası olarak görmemizi de kimse beklemesin!

Eleştiri eleştiridir, entirka entrikadır, soğuk savaşçılık sömürgeciliktir! Gungadin'lik boştur!

SE patronaj kurumu değildir. Ortak bir platformdur. Şimdilerde pek bir önemi kalmamış olsa da ileride dünya sorunlarının tartışıldığı, krizlere fikren hazırlık yapılabildiği, çatışmalara sebep olabilecek bazı dispozisyonların gözden geçirebildiği bir ortama yeniden dönüşebilir.

Biz 12 Eylüle direnmiş, demokrasi için mücadele etmiş insanlar CHP'yi desteklemeye devam ettikten sonra, ne yaparsanız yapın, nafile!

CHP de değişecektir. Dünya da. CHP'nin demokratik bir parti olması dünya için, hakikat için bir kazançtır! CHP halk ile, toplumsal dinamikleri ile buluşacaktır!

1 Temmuz 2011 Cuma

Muzır Olan Hakikati Karartmak, Konuşmayı Anlamsız Hale Getirmektir!

Muzır Kurulu bir derginin daha hayatını sona erdirmesine yol açtı.

Haklı gerekçelerle "muzırlık tespiti" yaptığını varsaysak bile -ki dergiyi ömrümde görmedim-  ceza kesilmesi hakkanî ve adil değil. Hem kriter ve öncelikler sorunları söz konusu; hem sanatın, mizahın, edebiyatın alanına hangi meşruiyetle müdahale edilebileceği tartışılır bir konu; hem de muzır kasetçiliği ve hukukdışı teşhirciliği kolaylaştıran yasalar çıkartılmasını savunanların hangi hakkaniyetle böylesi bir mazbutluk avukatlığına girişebilecekleri eleştirisi etikten, estetikten ve adaletten savunulabilmiş değil.

Bu kurul, Baykal kasetlerini yayınlayan "muhafazakar" internet sitesinin muzırlıklarını tespit etmekle yükümlü olmayabilir. Öyle olsa bile, her türlü muzırlığın özendirildiği bir hayat dünyasında, bir mizah dergisine karakol kurmanın adil olmayacağını bilmeliler. Adalet, eldeki yetkiyi, belirlenmiş alana uygulamaktan ibaret değil. Adalet, hikmetle eyleme işi de. Adaletin alanında hukuku, kuralı güncellersiniz, geleceğe bir mektup gönderirsiniz!

Muhalif taraf hep muzır taraf ise, muhalif olmanın kendisi muzır görülüyor demektir. Hep sanat eseri muzır ise, mesele sanat eseri iledir.

Ülkemizde mazbutluğun kalesinden, ölçülülüğün evinden, aklıbaşındalığın burçlarından konuşacak, hele hele "ceza kesecek" hiç bir anlayış, kurum yok. "Ne yazık ki vazifemizi yapmak zorundaydık!" diyebilecek kimse de yok! Çünkü böyle bir vazife yok! Ne demek "ceza kesmek"?

Muzır İşler yok mu? Var. Özellikle de başkalarının söylediğini kasıtla çarpıtmak; konuşmayı, tartışmayı propagandaya çevirmek; tartışma ortaklarını ve kendi halkını sürekli "şeytanlaştırmak"; anlamayı ve anlaşmayı dolayısı ile eleştiriyi imkansız hale getirmek muzırın da muzırı işler. Bu yolda kasetler yayınlamak, dosyalara konuyla alakasız ve dosyayla alakasız insanların özel hayatları ile ilgili muzır yollardan kurgulanmış, ele geçirilmiş "dökümanları eklemek... Denilmemişi denilmiş yapmak, denilmişi denilmemiş yapmak... "Anlaşma mümkün değildir", "olduğumuz gibi görünmek mümkün değildir" intibaını yagınlaştırmak, bunun için ağız birliği yapmak, kampanya sürdürmek. İktidar kullanmayı yüceltmek, adaletten nasiplenememişleri "bizden, onlardan"lar olarak tasnif etmek ve kitle iletişimin imkanlarını, imaj mühendisliğini, propaganda aygıtlarını bu yolda kullanmak...

Bir başkasının söylediğini çarpıtmak, bu çarpıtmayı kampanya haline dönüştürmekten daha az mazbut, daha sinsi, daha fena, daha lanetlenmiş çok az şey vardır.

Bir "hakikati", mazbut olmayan görüntüyü, "gerçekten olmuş"u bir çarpıtmada kullanmak, hakikati kötüye kullanma anlamında daha büyük bir hakikat çarpıtması, daha büyük bir gayrımazbutluktur. Hakikat düşmanlığının kullandığı hakikatten daha tiksinti verici bir muzırlık yoktur!

Günahsızlar ilk taşı atar! Günahkarların taş atmasında mesele yok, kendini "günahsız, hatasız duruş"un temsilcisi olarak gören, yarın hakkın divanında kendisine bir şey sorulmayacağını düşünenlerin hukuk anlayışı sorunların gerçek kaynağı.

Kurullar, kurul üyeleri yaptıkları işin hakikatiyle yüzleşecek bilgilerin sahibi olmayabilirler. Söylemeyenler, eleştirilmeyenler, ucube bir muzır anlayışını yasalarımıza, kurumlaşmalarımıza yerleştirenler vebal altındadırlar!

Yanlışsız insan, eleştiriden münezzeh sanatçı, herşeyi bilen arif, incitmeyecek dokunuş, bir yerde yanlışı olmayan söz söyleme imkanı yoktur. "Yanlışsızlık" bir anlamda belki savunulabilir: Söylediklerini tartışmaya açarak, dinleyerek, sözü olmuş bitmiş görmeyerek, bir diyaloğun ve konuşma/anlaşma sürecinin akışı içerisinde. Hatasını düzelten, sözünü açıklayan, açımlayan, geliştiren insan yine de insandır, insan tanrı değildir. İnsanın "yanlışsızlığı" yanlışta kast, yanlışta sebat etmeme işidir.

"Yanlışsızlık ontolojisi" insanın tanrısallık iddiasıdır ki palavradan bir şişinmedir! Ayrıca "yanlışsızlık ontolojisi" diye bir kavram yok. (Temellendirirsem olur, ama, böyle bir icata ihtiyaç da yok.)

Yanlışsız devlet, yanlışsız hükümran, yanlışsız mazbutluk bir palavra! Kendisini tartışmaya açmayan, başkalarına değil ceza kesmek, eleştiriyle dahi gidemez!

Mazlum eleştirirse başkadır, bir iktidardan ahkam kesilirse başkadır. Mazlumu konuşturmak, dayatan hükümrana itiraz ahlakî yükümlülüktür!

Mazlumun elindeki taşı sen vermişsin gibi davranacaksın, başın yarıldığında. Astığın astık, kestiğin kestik ise.

"Haklı cahil"e "okumuş haksız" çok bahaneyle gelir. Bahanesiz olunacak. Mazlumun haksız, temelsiz davranmasında bile bir anlamaya çalıştığın olacak.

Burundan kıl aldırmamak, zulme karşı meşrudur. Zalim'in bile mazlum yanı vardır, hakkı hukuku vardır, unutmadan.

Yazıyla, çiziyle de hakikate zulm edilmesi mümkündür, teorik olarak. Düzelteceksin, kalem kırmanın anlamı yok. Düzeltterek sunduğun daha büyük bir cehaletin ifadesiyse, eleştirdiklerin de kaygının üzerinde mi tepinsinler?

Atışarak, kapışarak, belki iddialaşarak ama bir kardeşliğin, dayanışmanın, çarpıtmamanın, yamultmamanın diskurunda ufkumuzun da bir nebze farkında olma şansına ulaşacağız. Artık ne kadarı mümkün ise.

Mizahın alanında "hakikat çarpıtmaları" gibi görülen şeyler hakikat çarpıtması değil, cevabın üslubunu önermiş bir sorudur çoğu kez. Mizahi atışmada karşındakine ne kadar ileri gidebileceğinin hukukunu da sunarsın. Mizah taraflar ister, addeder. Mizahta sınır mahkemelerde konmaz, mizahta şekillenir.

Neyin mizah olup olmadığı eleştirinin dahi işi değildir. Eleştiri, nasıl algılandığı, neye yolaçtığını ihmal etmeden konuşsa da bir suç, doğru-yanlış, uygulama kataloğundan yola çıkmaz.

Eleştiri ileri gider. İnsanı savunur. Eseri savunur. İnsanın sorumluluğunu savunur. Karşı tarafı kısıtlamadan önce kendi tahammül sınırlarını zorlayarak, ufkunu zorlayarak.

Eleştiride de hata olur; eleştiriyi, konuyu, meseleyi daha iyi bir noktada bıraktıktan sonra.

Yergi de, kurcalama da, anlama çabası da yerini bulmuştur, yolunu bulmuştur bir süre sonra tıkanacak bir yol bile olsa. Ne olmadığı, nasıl olmadığı da meselelerin hakikatinin bir yanıdır.

Tartışma inceltir zevki. Kural, yasak dayatması değil.

Daha iyisini göstererek inceltirsin sanatları. Yalpalayanları, yanlış fırça seçenleri zındanda bırakarak değil.

Daha güzeli, daha inceyi, daha zevkliyi gösterecek gerçek otorite, özgür sanat, edebiyat, düşünce praksisinin ta kendisidir. Anlaşma, koklaşma, tartışma süreçlerinin açık tutulması yeterlidir. Henüz meyve vermediği için fidanı kesmektir çoğu müdahale.

Sanat da saldırganlaşabilir, banallaşabilir, hakikat düşmanı olabilir. Her şey mümkün. Sanatseverin, sanatsevmezin populizmi, elitizmi, çokbilmişliği de mümkün. Sürtüşmesiz, dayatmasız, kapışmasız bir dünya yok, olmayacak.

"Siyasette karşı tarafın hakikatini bir selam gibi alamayanın sanatın hakikatine müdahalesi pek yerinde değil!" demekle bitirelim, eleştiriyi, doğru yanlış tartışmalarını, hayat ve hakikat anlayışlarını tartışmaya açık tutarak...

Efendim.