29 Ekim 2011 Cumartesi

Van Gölüne Moloz Dökmek Nedir?

Ahlaken ve hukuken böyle bir eylemde bulunmak için hiç bir kabul edilebilir gerekçe yoktur.

Günü kurtarırken, gelecek için sorumluluk reddedilmektedir! 

Gelecek nesillerin içme suları, diğer canlıların varolma hakları ellerinden alınmaktadır. Burada "ekolojik denge sürekli ve kendiliğinden oluşmaktadır" lafzı saçma kaçacaktır, çünkü, katliam yapıp, "hayat devam ediyor, edecektir!" demekle eşdeğer bir gerekçedir tabiatla ilişkilerimizin alanında. Her gerekçenin meşru kullanım alanları vardır. İhmalden öldürdüğüne "kadere inan" diyemezsin, karşındaki kadere inansa dahi. Dediğinin doğru olduğunu düşünelim, doğru olsa bile tavrın ahlâklı olmayacaktır: Sorumluluğunu reddetmektesin!

Eylemin sonuçları depremin zarar verme süresini uzatacaktır. Zehirli molozlar, tuzlar, mineraller tespit edilmemiştir. geçici bir toplama istasyonu kurulabilirdi.

Maliyet gelecekteki erozyon, çöküntü, izolasyon, kaymalar karşısında geleceğe katlanarak aktarılmaktadır.

Siyaseten, bizden sonra tufan anlayışı üzerine demokrasi kurulmaktadır. Depremlere karşı önlem alacak mantık ayaklar altındadır.

Çevre Hareketinin iblisleştirilmesi, izlenen ezici ve sindirici tavrın kırmızı kitaba girmediğinin kalması hakkani bir pragmatizmin değil, ideolojik ve dar ufuklu bir siyasi pragmatizmin siyasetlere temel oluşturduğunu gösterir. Burada söz konusu edilen ideoloji marxtaki "yanlış bilinç"e, geleneğimizdeki "hakikate zulüm" kategorisine girer. Yalanla yaşamanın paragmatizmi olumlu anlamıyla pragmatizmi yerle bir edecek bir hakikatsizlik ufku ya da ufuk karartıcılığı içermektedir.

Hiç bir yerel idari makamın göllere, akarsulara ve denizlere moloz döktürme yetkisi yoktur. Sel, tsunami gibi afetlerde kurulabilecek setlerin dahi son dakikada çekilen çerden çöpten setler olmaması gerekir. acil önlemler risk almayı gerektirebilse de, sorumluluk işidir. Zaten nelerin yapılabileceği önceden tartışılmadıkça, sınanmadıkça, üzerinde çalışılmadıkça aklı başında kararların alınması güçleşir. Son dakika bilirkişisine başvurulması, karar alınması gerektiğinde kurulların tartışmaya kilitlenmesi değildir söz konusu olan. Zamanında tartışılır, zamanında hızla karar alınır. Karar alınırken ve karardan sonrada de bilirkişiye ve denetime ihtiyaç olacaktır. Acil kararları demokrasi iddiasıyla bloke etmek söz konusu değildir. Demokrasi, tartışmaya ve denetime açıklık sürecin tümünde söz konusu edilir. Eylem ve önlem çerçeveleri üzerinde çalışılmıştır, uzmanların uzmanlıkları sınanmıştır, karar süreçleri denenmiştir. Yine de çaresiz kalındığı olur.

Japonyada dahi "bize bir şey olmaz"cılık, istatistiki verilere güvenin yolaçabildiği felaketleri gördük. Afet yalnız bir doğal afet değildi. Bir teknoloji felaketti de.

Biz Van depremine teknik ve kimyasal bir uzatma süresi tayin edersek, gerekçelerimizi başkalarını iblisleştirerek, hakikati karartarak kurarsak gelecek teknolojik felaketlerin de zemini giçlendirmiş oluruz.

Bu olumsuz zemin vardır. Gümüş işletmelerindeki zehirli göletlerin debisini, hacmini, ortaya çıkabilecek momentumu en alt düzey kontrol anlayışının dışına çıkardığımızı unutmayalım! 

Çeşmeden su içerek zehirin sızmadığını iddia eden bir gazetecilik dahi basın etiğinden de önce, bilimsel (jeolojik, kimyasal, biyolojik) bir temellendirmenin hiç bir merci tarafından yerli yerinde kullanılmadığını, her şeyin kendi hakikatinin öncelenmediğini gösteriyor. Yine "hakikate zulüm" bahsindeyiz, etik kriterleri hiçe sayan, hukuku gelecek nesillere ve tabiata karşı işlenen suçlara dair işletmeyen, aç gözlü ve kendi çevresine karşı sömürgeci bir insanlığın hakikati karartma bahsinde!

Her bir söylenen, tartışılan, ahlâk ve hukuk felsefesinin alanında zahmetsizce çürütülebilir, savunalamaz hale getirilebilirken, temelsizlikten ve gerekçesizlikten eylemenin demokrasisi geçmişte tartışılan "cicidemokrasiden" daha ciddi iddialar taşısa da, demokrat sorumluluğunu bulamamışlıktan yola çıkmaktadır.

Demokrasi çevre felaketlerinin çaresi olmasa da dostudur. Ancak demokratik bir toplumda eleştiri ve eleştirel diskur (söylem) işler.

Muhalefeti olmayan, eleştirel aydını olmayan bir toplumda su havzaları bataklık diye kurutulur, Göçmen kuşların konakladıklara alanlara fabrikalar dikilir. Zirai atıklar, gübre ve zehir fazlaları nehirlere akıtılır, dip sularına iner. Kene sorununu, hayvan hastalıklarının nedenlerini dümdüz edici bir ekolojikpolitikaya bağlayamayan bir ufuksuzlukla "geleceğin nurlu ufuklarına" yürüdüğümüzü sanırız.

Bir lokma bir hırkayla avutulduğumuzun iddia edildiğii dönemlerde insanla, doğayla, toprakla, suyla barışıktık ve komşularımızla kardeştik.

Yeni bir medeniyet eğer gerekiyorsa, medenî bir geleneği çiğneyerek değil, olsa olsa, eleştirerek yükseltilr. Eleştirinin eleştireceğini tümden ve hepten bulup yakalayamayacağını bilirsek, her eleştirinin, bir tezahürün, zaman ve mekanda şekillenen gerçekliğin eleştirisi olduğunu unutmazsak.






26 Ekim 2011 Çarşamba

Dangalaklar, Patavatsızlar, Lomsözlüler Bizim Yerimize de mi Konuşmaktalar?

Dangalaklar bizim söyleyemediklerimizi mi söylüyorlar?

Ne münasebet! Öyle şey mi olur! Aklımızdan onun söylediği dahi geçmiş olsa, o akıldan geçen onu seçmedikçe, gerekçelemedikçe bizim değildir ki.

Akıldan her bir şey geçer, onların arasından seçeriz, ya da onları eleştirerek, onlara itiraz ederek başka bir şey buluruz, başka bir yere varırız.

Akıldan geçeni temellendirmeden, gerekçelendirmeden, arkasında durup duramayacağımızı bilmeden söylersek, söz bizim sözümüz olmaz mı?

Söz bizimdir, sorumluluğunun bizim olması anlamında. Fikir ödünçtür. Temellendirme, arkasında durma da ağzımızdan çıkanın doğruluğuna imandan değildir ki! Yanlışımızı bir gösteren olduğunda geri adım atmaklığımız gerekir.

Akıldan her geçen bizim değildir. Sağdan soldan duyduğumuz da, etarfımızın tekrarları da, savunmada kalma hali de, saldırıya geçmişlik de, düşünce kapasitesi de herşey etkiler.

Akıldır bu, her şey gelir, geçer. Akıl kamuya, etrafa, etkiye, iyiye kötüye açıktır, açıklıktır. Ancak yargıgücümüz, akıl terazimiz, insafımız, tecrübemiz de vardır. Akıllı dedğimizde bir dengeliliği kasdediyoruz çoğu kez. İşini bilirliği kasdetmek düşünce üzerine konuşanın, sorumluluktan bahsedenin işi değil.

Aklımızdan iyi ya da kötü bir şeylerin geçmesi o kadar kötü birşey değil yani?

Tabii ki! Ama bir kuzuya karşı  bir çakalın aklından geçenler başkadır, bülbülün başka, ceylanın başka.

Aklımızdan geçenler karakter düzeyimizin, olgunluğumuzun da bir göstergesi mi?

Değil. Doğrudan değil. Tamamen değil. Rüyalarında bile yapmamaları gerekenleri yapmayan insanlar gördüm. İşkencede ilaçlandıkları halde konuşmayanları gördüm. Uyudukları halde arabayı kaza yapmadan durdurabilenleri gördüm, ona uyku denirse, ama en ağır uykuya kafası kesilmiş horozun hedefine koşmaktan vazgeçmemesindeki gibi etrafı emniyete almadan teslim olmadıklarını görebiliyoruz. Her kalbi duran pilot uçağını olur olmaz yere çakmıyor. Kontrol bazan insana pahalıya da patlayabilir. Bunu sanat haline getiren gelenekler vardı eskiden. Şimdi içgüdü, güdü, iti, tepki, paşa gönlün ne istediği, keyif, akıldan geçen spontanite olarak görülüyor ve göklere çıkarılıyor. Oysa övülen icatlılıkları dengede tutan ve karaktere yerleşmiş bir terbiye var, kendisini spontan sanan insanda.

Öyle ya da böyle, geliştirilen "mekanizmaların" çöktüğü, gereksiz görülüp ihmal edildiği, insanı zorlayıp olumsuzlandığı haller de olur. İnsanın kontrolü yitirdiği, kafayı yediği zamanlar da gelebilir. İyi terbiye almış, güzel yetişmiş bir mecnun, elbette, hanzo bir mecnundan incedir, zariftir her daim.

Kontrol altına alınabiliyor mu akıldan geçenler?

Alanlar var, ama onlar bir durum karşısında ne yapılabileceklerden bir listeyi o olay olmadan da yapabilecek kapasitede insanlar. Bir şeyi de unutmamak lazım: İnsan en çok sınandığı, açık vermekten en çok korktuğu alanlarda fren geliştirir. Eskiden terbiyede aklına gelmeyecek, yönelmeyebileceği alanlarda da güçlendirilebiliyordu insan. Genel eğitim düzeyi artsa da, insan olmanın, insan yetiştirmenin, kendisini yetiştirmenin sanatları unutuldu.

Tasavvuf bunlardan birisi mi idi?

Evet, ama sadece bir yanıyla. Her okul, aynı şeyleri öne çıkarmayabilirdi de. Fütüvvetin, melamiliğin insan anlayışı yakın zamana kadar gündelik terbiyemizde hakim idi. Bunları tartışırsak konu dağılır gibime geliyor.

İnsan güreş öğrenirken de yetiştirilebiliyordu, hamur yuğururken de. Ok atış da kontrolü geliştiriyordu, şarap ustası da çırağına olgunlaşmayı üzümden başlatıp gösterebiliyordu. İnsan yetiştirme sadece bizim gelenekte vardı diyemeyiz, her gelenekte öncelikli idi çoğu dönemler. Tasavvufun ise bir yanı buydu. işi buydu bile diyebiliriz, sadece bir yanı olduğunu akıldan çıkarmadan.

Kısaca diğer yanı neydi diye sorsak?

Diğer yanlarından birisi, bilgiye bir başka türlü bakış tarzıydı. İnsanın faniliği ile sonsuzluk arasında hayattan geçen bir bağ kurulurdu. Ancak bu da sadece tasavvufun bir çok yanından birisi idi. Bu konuyu açarsak bugün teoria ile praxis diye ayrılan alanlara, fronesis ve hikmet sorunlarına falan gireriz.

Diğer yanları şimdilik sormayalım?

İyi edersiniz. Zaten karşınızda her şeyi bilen bir insan da yok. Karşınızda sadece başkalarının ezberlerinden birşey öğrenebileceğinden umudunu kesmiş bir umut var.

Deminki konuya geri dönerek tasavvuf konusundan çıkabiliriz: İyi bir futbolcu da iyi bir insan olmak için epey oyun oynuyor, alıştırma yapıyor. Ancak hedef artık mankenini kapma işine dönüştü. Mankenlik de dönüştü. Eskiden bir tavır aranıyordu sanıyorum. Kimseyi yaptığıyla yargılamak istemiyorum, meslek tasnifcisi değilim. Ama üreten, ter döken, maddenin, eşyanın, insanın binbir evresini görecek, görmeyi düstur edinmişlerin elinde gelişmiş mesleklerde çalışanları şanslı görüyorum. Ancak, insan yetiştirmek artık demircilerin, bakırcıların, tekercilerin, arabacıların işi değil. Bir standart tututurulabiliyor bazan okullarda. Hatta okullarda insan yetiştirilebiliyor idi. Bugün meslek ve kariyer bağlamında herşey. Yarın başka türlü olabilir.

Okulun vazifesi insan yetiştirmek değil, vatandaş yetiştirmektir, işin bir kısmıdır. Gerisi aileye, topluma, insanlara, komşuya, toplumsal alışverişe (interaksiyon) bağlıdır.

Okula yönelik bir eleştiri mi bu?

Hayr değil. Toplum kuramının dikkatini çeken konulardan birisi sadece. Okul kişi yetiştirir ama birey yapamaz der düşünürler, ama, bu sadece bir kesitidir işin, anlaşılması için modelleştirilen, ayrıştırılan süreçlerden konuşmaktır. aslında kişisellik ile bireysellik içiçe aynı toplumsallaşma süreçinde gelişir. Bu gelişmede okul gelişme ortamlarından sadece birisidir. Bir başkası ailedir. Ailesiz biriycilik olur, ama bireyselliğin gelişimi güdük kalır. Bu tek tek herkesin aile sahibi olması ile ilgili değildir. Toplumda ailelerin olması, ailenin kurumsallaşması ve meşru bir alanının olması ile alâkalıdır. Yetimler yetişmez diye bir şey yok. Herkesten iyi yetişebilirler.

Aynı şekilde erkek çocuk kadınların arasında yetişince daha uysal olmuyor. Baba sadece model değil, karşı model, bazan adeta rakip, "ben böyle olmayacağım" iddiasını karşısında durarak sınadığı, karşısında bir kişiliği ayağa kaldırdığı şahıs da. Bunun babaya saygıyla saygısızlıkla alakası da yok. Sadece birbirlerini değişim ve değişen roller, şekillenen karakter ve karakter alışverişi içinde yeniden kabullenme, düzey ve denge tutturma kapışması söz konusu. Bu her zaman sancılı olmaz. Bazan belli bile olmaz. Ama olmaması eksikliktir. Kapışma öğretmene, sokağa, bakkala, otobüs şöförüne kayar zamanla, evde bu alışveriş iyi kurulamamışsa kaçış varsa, itiş varsa. Sokakta da olgunlaşılabilir. Akrabalarla, abilerle, komşularla da rol ayarı, dengesi tutturulabilir. Aslolan, toplumların bazan ideolojik davranıp çocukların yetişme süreçlerinden erkekleri uzak tutmayı planlayabilmeleridir. Savaşlarda yetişen kuşaklar ise bu sorunları ister istemez yaşıyor, yaşadılar. sanayinin, eğitimin farklı şekillenmesi yetiştirme açığını kapatabiliyordu. Okul da bizde atmışlı yılların sonuna kadar terbiyeyi de esas alıyordu. Özellikle yatılı okullar.

Sizi biraz yoklamış gibi oldum. Gördüğüm kadarıyla paldır küldür bir şey söylemek istemediğinizden temellendirme yollarını açtınız ve konun kendisine dönmemizi daha uygun görüyorsunuz.

Evet, söylenebileceği her hangi bir anlamıyla anlaşılır kılıp geçebilmek için. İnsanın nasıl insan olduğuna dair bir ömür kafa yordum ama henüz çözebilmiş de değilim. Sakladığım bir sır yok. Özetleyebilmek için, artık bu konuda bulunabilecek bir şey yok demeyeceğimi bilsem de, benden bu kadar diyebilmem gerekiyor, özetleyebilmem, netleştirebilmem için. Bir yandan problematize et, bir yandansa terapi rehabilitasyon işindeymiş gibi şu şudur bu budur de, modeller oluştur. Onların yaptıkları bu arada, meşrudur. Bilinen kadarıyla, varolan sorumluluk düzeyinin en üst noktasında kalarak bir şeyler de yapmak lazım. Benim gibiler ise, duvarları yıka yıka ilerlemek, lavlara doğru inmek durumunda. İpe güvenmeden de olmuyor bu iniş. Burnun lavdan tütsülenecek de bazan. Ancak düşünce de ha birebilgide  ilerleme istemiyor.  Alaka kurmada, gerekçelemede, eleştiride de ilerletmek lazım eldekini. Sınanmaya sokmak lazım. Bazan muhafazakar sanılan pozisyonlar da almak lazım. Durup, yerleştirmek, oturtmak.

Konuya dönersek nereden başlayalım?

Dangalak'ın aklından geçen bizim aklımızdan geçseydi bile o bizim sözcümüz olmayacaktı...

İnsanları ölüme atmak isterlik, kindarık var mıdır dangalakta?

Yoktur. Dangalak masumdur. Kin ve nefret avukatlarının piskopata bağlamalarından daha ılımlı ve masum halleri tartışmış oluyoruz.

Psikopat masum değil midir?

Sanırım öyledir. Bu alanda bir tartışma vardır mutlaka. Hatta var, vardı da denilebilir. Biz klinik meseleri konuşmuyoruz. Bu bizim işimiz değil. Ancak "groteskin estetiği" gibi iddialar saf saf tartışılırken bazan şizofreninin beslenmesi bazan psikopatolojinin kutsanması söz konusu olabiliyor. Farkına varmadan "sanatlı tecavüz belgeseli" yapmayı gerekçelendirebilen bir cehalet ile okunuyor yazılıyor bugün "hızlı toplumbilim" eğitiminde. İnsan derisinden abajur da sanat eseri diye karşımıza çıkabilir bir gün, "entellektüel" savunucuları da çıkar. Dün uyuşturucusuz sanat olmaz diyebilenler vardı. "Kimler?" diye sormayın şimdi.

Kaddafinin linç edilirken, sopayla taciz edildiğine de tanık olduk. Diyelim ki orada bir de "groteskin estetiğini" grotesk tarafından kavramış bir filim ekibi de "embedded" olmuştu. Neler olurdu? Onları hangi argüman durdurabilirdi? Belki çantalarındaki terbiyeleri durudurabilirdi. Kesin bir şey söylenemez. El Gurayb'da nekadar ileri gidilebileceğini gördük. Groteski estetik bulabilecek olanlar sadece bugünün okumuşları. Bakhtin deskriptif bir temellendirme yapmış olsaydı bile, algısı impulsif olacaktı, bugünün kanlı ama steril dünyasında.

Siz kuramsal olarak destek verebileceklere dikkat çekiyorsunuz burada?

Destek verebilecekler aslında dangalaklıkları da desteklemiyordur. Ancak, argümanın temelinin birazını orası, birazını şurası veriyor. Dr. Frankenstein yok artık. Herkes masumlarda takılıyor. Legonun parçalarını saftiriğin birisi birleştirince üstünde kalıyor tüm sorumluluk.

Sorumluluk onun değil mi?

Eylemin sorumluluğu, yaptığının sorumluluğu. Kimyasal silah yapanların, satanların yargılanmamasındaki hale benziyor bu durum en basit haliyle. Öyle bakmayın, "benzemiyor bu iki alan birbirine birisi ifade özgürlüğü birisi biyokimyasal üretim!" denmesi için söyledim.  Sorumluluk birisinde ahlaki ötekinde ağırlıkla hukuki sorumluluk. Sorumluluğun da bin bir bileşeni ve bileşimi var. Gentekniğinden örnek verseydim, tezat oluşmuyor gibi görünecekti, söylenen açıklığa kavuşturulamayacaktı. Bu konuya döneceğinizi umuyorum.

Eski zamanlarda daha mı iyidik, akıldan geçeni bizim kabul etmiyor muyduk?

Eskiden bir çocuk annesine aklından geçen tuhaf şeyleri anlatsa, annesi: "Tövbe de çocuğum, aklını şeytan çelmiş, şeytan aklına neler getirmiş, üç gulfü bir elham oku!" derdi herhalde. Bu bir cehalet işi değildi. Bilgelikti. Bilgeliğin toplumsallaştırılmasındandı. Bir kültür idik. Çocuk aklından geçen, akla gelen herşeyin eleştiriden geçmeden, süzülmeden söylenmeyeceğini, kendisine ait olmadığını öğreniyordu. Akıldan geçen bir arife söylenirdi. Olgun bir insana. Bunları konuşmanın binbir yolu vardı.

Rüya tabiri sembollerle konuşma vesilesiydi. Kahve falı bile bu işlevi görürdü bazan, konuşulamayanları konuşmaya bahane olurdu, ama, tartışmalı bir konu açmayayım.

Akla gelen her şey bir ruh hastalığına da tekabül ettirllmiyordu. Akıl bu her şey gelir. Aklın da geliştiği biliniyordu. Farklı düşünceler ve gelenekler vardı.

Olumsuz yanı yok muydu geleneksel bakışın?

Bugün de cin çıkarma, şeytan çıkarma işlerini kasdeyorsunuz sanırım. Hem uzmanı değilim, hem de karışık, rakip duruşlar var, düşünce tarihine de geçmiş oluruz bu alana girersek.

Depresyona bazı yaklaşım tarzları nesilleri toplumsallıklarından ediyor. İnsanlıklarını ve hesaplaşmalarını uyutuyor.

Eski eskide kaldı. sanıldığı kadar sığ değildi. Çoğu tavır, köklü anlayışların üzerinde kuruluydu. Bir kültür üzerinde konuşurken, toplumun nasıl şekillendiği, nasıl insan yetiştirdiği unutuluyor.

Her ülke Çanakkale'de bu direnişi verecek insanı yetiştiremez diyerek bırakayım.

Şimdi yeni bir şey söylemek lazım, ancak insanlığın tecrübesine sırt dönmesi mümkün değil, işi düşünce olanın. Biz eleştireceğiz ki daha iyisini yapabilelim. Eleştiri anlama çabasıdır! Eksiği de yanlışı da görürsün.

Nostalji sanatçıya, hatta insana yakışır, ama, toplum züerine düşünce nostalji üzerinde gelişmez. Duygusuz olmamızın da anlamı yok.

Hakikatli olmamız yeterli. Dönüp dönüp gözden geçirebilmemiz gerekli elimizde tuttuğumuzu sandığımız şeyleri.

Cumhuriyet bir kazanımdır. Onca kaybettiğimiz şeyi geri getirme sanatı da değildir. Cumhuriyetle toparlandık. Ama insan insandır, uzaylılar gelmedi dedelerimizin yerine. Getirdiğimiz bilimlerde ezberde kaldık doğru, ama bütün dünya benzeri şeyler yaptı. Bazı ülkeler biraz fazlasını yaptı.

Eksikliğimiz, geçmişin anlayışını kavrayamamış oluşumuz. İster ondan öğrenelim, ister eleştirelim, elimizdeki büyük bir kültürü heba ettik. Bazı duruş ve tavırlar insanı kavramışlıktandır. İnsan dört senelik eğitim ile kavranmaz. Hem ömür ister, hem de ömürlerin tecrübesini. Bunun üzerine koyabiliyorsan, bunun eleştirisi üzerine kurabiliyorsan bilimlerinin kurumlarını iyi bir yerdesindir.

Bir daha benimle sohbet etmezsiniz artık, dağıtıyorum konuyu hep.

Rica ederim, kim toparlamış da siz dağıtacaksınız. Benim cumhuriyetçi de olduğumu göstermek istediniz sanırım. Soran sizsiniz, isterseniz saati sorun.

Aaa saat kaç olmuş...

Önemli değil. Sayenizde soru cevap sporuna idmanlı kalıyoruz. İsterseniz toparlayayım?

Buyrun!

Herkesin aklından geçen, halkın ruhunda esen değildir. O şartlarda öyle de düşünülebilir böyle de.

Bireyde bir yanı akla geliyorda öbür yanı gelmiyorsa akla, yetişmemizde kişiliğimizde bir sorun olabilir. Olgunlaşma ömür ister yalnız. Yaftalamak da istemem insanları. İnsanlık kimseye kapalı değildir. Bazıları insanlığa hevesli olmasalar dahi. Bilerek, isteyerek insanlığa ve hakikate sırt dönüş söz konusu olmadığında insanlar çoğu sorunu çözerler, ufuk açarlar, ufukları açılır.

Efendim.

Teşekkürler!

Bir gün soruları ben soracağım. O günü heyecanla bekliyorum!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Jean Paul Sartre'a İftira Olarak "Cehennem Başkaları(dır)"

Şimdilerde "munis" ve "cici" bir "başkalık" ve "ötekilik" kavramı revaçta. Bazı anlamlarıyla felsefedeki "başkası"na yabancı olmasa da.

Felsefede "başkasının beni" sorunu bugün intersubjektivite teorilerine (öznelerarasılık kuramlarına) giden yolun ortalarında bir yerde. Sosyal Ontolojinin ele aldığı sorunlar zamanla sosyolojik sosyalpsikolojinin (yani psikolojik sosyalpsikolonin değil) çalışma alanına girmeye başladı. Bunda hem Herbert Mead'in çalışmalarının katkısı var hem de (bazılarına bir çeviri azizliği ile abartıldı diye düşündürse de) Sigmund Freud, Durkheim ve diğerlerinin katkıları.

Bizde? Mevlânâda çocuk oyun oynayarak akıl geliştirir. Mead'e giden yolda zamanında boş durulmamış sanıldığının tersine.

Sartre'ın intersubjektivite kuramına katkısı büyüktür. Bakışla algısal (perseptüel) bir bakışı; başkasıyla donduran, ifşa eden, sanki fotoğraflayan, sabitleyen, insanı bulunduğu yere çakan bir bakış kasdettiğini hatırlatalım. Bakan, çivileyen, sömürgeleştiren bakışın sahibidir başkası. Herkesin herkese bakışında izole edilebilecek bir şey var burada.

Başkası farklı, değişik olan değildir burada. Başkası bakışına, (önyargıya hapsedişine?) yakalandığımızdır

Peki, Sartre'da diğer anlamıyla ikinci şahıs olarak başkası yok mu? Var. Var ama, buradaki cehennemi kuran, ateşleyen, bizi terleten, insiyatifimizi, özgürlüğümüzü unutan o değil ki?

Sartre'de insan olduğu değil, olmadığı. Yani bir proje. Birisi bir hırsıza bakıyor diyelim. Pis hırsız diyor içinden. Pis hırsız! Hırsız, kızkardeşini hayat kadınlığından kurtarmaya çalışıyor, didiniyor çırpınıyor gece okuluna gidiyor, sanat öğreniyor, derdi bütün çaldıklarını geri ödemek, ama hasta annesi, çaresiz kardeşleri için kız kardeşinin kendisini satmasını engelliyor. Hırsızlıkta geri dönülmez bir yola girebileceğinin farkında ya da değil. Ama hırsızlık dışında kazanmaya da çalışıyor çırpınıyor. Hırsızlığı yüceltmiyor. Utanıyor halinden.

Başkası Hırsıza olduğunu, şu an ne olduğunu sabitleyerek bakıyor, iftira atmıyor. Ne olduğunu görüyor. Ne olacağına aldırmıyor. Hırsız ise ne olduğuna itiraz ediyor, "çalmadım!" demiyor. Ben çalmadan çırpmadan yaşamak için çırpınan bir insanım, çalmayacağım, çırpmayacağım diyor. "Ben bir projeyim" diyor, bir başka anlamıyla. Kendisini tanımladığı şey, henüz olmadığı, uğruna çırpındığı, ter döktüğü şey. Belki de hiç bir zaman ulaşamayacağı bir şey.

Seni bir başkası gördüğünde, Mevlânâ'nın aslında bir tefsir olan dizelerinden yola çıkarak anlatırsak Sartre'nin dediğini: Kusurlarını güneş gibi aydınlatıyor, (gelecek) güzelliğini gece gibi karartıyor, siliyor.

Seni bir başkası gördüğünde donduruyor, mahcup ediyor, utandırıyor, eziyor.

Başka türlü bakan, adam gibi bakan yok mu peki? Var ama, primordial değil. Bunu elbette Sartre söylemiyor, ben diyorum. Sartre bu kaçış, itiraz, hayırlamada bir hayır görüyor. Bu itiraz, yerin dibine geçme halinde diyoruz ki: Hayır, ama, fakat, binanaleyh.. ben bu gördüğün ben değilim, ben buyum ama şu an olduğum değilim, ben henüz olmadığımım, olmaya çalıştığımım, olmak üzere olduğumum!

Sartre kahrolsun sömürgeci başkası demiyor. Der gibi oluyor mu bazan? Belki. Ama, bir üstünkörü bakışın; hapseden, donduran, esir eden; hatasını çirkinliğini kusurunu yüze çarpan bakışın hepimizde olduğunun farkında olarak konuşuyor. Bunun temellendirici, kurucu, primordial bir özelliği var, bunu da Sartre söylemiyor ben söylüyorum, bir başka deyişle söylüyorum, felsefesinin özelliklerini hapsetmek için değil: Sartre bir fenomenelog. Husserl, Heidegger gibi. Üstelik bizim geçmiş etellektüel geleneğimize hiç de ters düşer bir düşünce tarzı/geleneğinden değil. Ters düşse ne yazardı?

Okunması zahmetli, yoluna düştüğü çözümü bulabilmiş değil. Ancak bin bir eksikliği gediği kapatıyor. Romancı olarak nasıl bulursunuz bilmem. Varlık ve Hiçlik okunmadan zamanımıza şahitmiş gibi hiç mi hiç konuşulmaz demeyeyim, ama, onun ve onun gibilerin gayretini ve başarısını (ve başarısızlıklarını) göstermeden o kavramlar hakikati konuşmaz.

Tefsir ile ilgili söyledim durdum: Orjinal metin alıntıları dahi yorumdur, alakalı alakasız bağlamlarda sunulur, alakalı alakasız ufuklara yerleştirilir. Kendisini ve hakikatini perdelemişlikten hakikatini ele verdiğini iddia ederiz. Oysa yaptığımız anlama müdahale, hakikate müdahaledir.

Öte yandan, en kötü yorum bile tartışmaya açıktır. Yorum olanı yoruma kapattığımızda başlar çoğu sorun.

Bildik kelimelerden, okuduğumuz roman ya da kitaplardan yola çıkarak ahkâm keserken de halimiz bu: Kendimizi hakikatin sahibi yapıyoruz, "eğer şunu şunu kasdettiyse ya da kasdetmediyse" demedikçe.

Hikmetin semantiği yok. Semantiği bilip unutmuş insanın tevazuda duruşu gerekli sadece. Efendim.

Arzeyleriz gündüz hayalimizden, gece düşümüzden.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Sırtta Bıçaksız Linç Resimleri

Kaddafinin linç edilmesi ile uluslararası bir çok düzenleme ve kural ayaklar altına alındı.

Uluslararası hukuk açısından öldürülenin Allende mi Kaddafi mi olmasının pek bir önemi yok. Herkesin adil yargılanma, linç edilmeme, Cenevre Anlaşmasının uygulanmasını bekleme hakkı var.

Libyada muhalifler iktidara daha iyi, daha üstün bir hukuk önerisiyle geliyorsa bu yapılan neyin nesidir?  Sunulan hukuk Kaddafi hukunu aratacaksa onca uluslararası kutlama, orji neyedir?

İtilip kakılan ve ayaklananlardan zalimlerinkinden daha üstün hukuku her daim beklemiş güzide basının ve uluslararası aydının hali ne kadar acıklı. Sarılacakları gerekçe ayaklanma ve devrimlerde işlerin çığırından çıkabiliyorluğudur sanırım.

İsyanların, devrimlerin her daim meşru olmadığını savunanlardan değilim: İsyanın, halk hareketlerinin ayaklar altına alınmış bir ahlâkı ve hukuku yükseltmedikçe intikam, revanş ve zulümde nöbet değişikliğinden öte gitmeyeceğini bilenlerdenim.

Libyadaki hareket aniden parlamış bir ayaklanma değil. Nato ve Batı Avrupa desteğiyle şekillendi. Linç gibi hareketlerin hukukî sorumluları sadece linç eyleminde bulunanlar değil, Kaddafinin yakalanmasına katkı veren tüm koalisyon güçleridir de. (Konvoyda Kaddafinin bulunduğunu bildikleri artık aşikâr!)

Demokrat tavır yargılanıp aklanmayı talep etmeyi gerektirirdi. Kazananların, hep kazanırlığın dilinden konuşuluyor.

Kaddafi linç edilen ilk kişi değil. Bugüne kadar linç edilenlerin tümü diktatör de değil. Ancak, linç olaylarının arkasındaki koalisyonun aslî üyeleri pek değişmiyor.

Ne yazık ki Türkiye de bu ülkelerle hukukunu geliştirerek insiyatif arıyor. Demokrat siyasetlerde ortaklık veya suç ortaklığı ciddi ayrımlardır! Arkadaşlarını söylersen kim olduğunu, ne olduğunu söylerler insana da, ülkelere de.

Sırtta bıçaklı resim için kıyamet koparan aydınlar, cinayeti ve kanı midesi almayanlar neden bir diktatör linç edilirken bu kadar neşeliler? Hukuktan bakamadıkları için mi yoksa?

Mazlumun linç edilmesi, katledilmesi yüreğimizi kanatabilir, kanatmalı, ama, hukuk herkes için geçerlidir! Yoksa hukuk değildir!

Katiline eziyet edilmemesini vasiyet eden devlet adamlarımız, önderlerimiz vardı bir zamanlar. Onlar zulme isyanın sözcüleriydiler. Bin yıl önce yapılabilenden daha kolay olanı beklemeye hakkımız vardır! İnsanlığın takipçisi olmaklığımız şarttır!

Savaşta herşey olur diye bir şey yok! Sadece "medenî ülkeler" kendilerine konulabilecek sınırları engellemek için ihtilallerdeki, ayaklanmalardaki vahşete de göz yumuyorlar.

Halk ayaklanmaları lümpenleri de angaje eder, bunu Oğuz Atay hatıralarında güzel işlemiştir. Angaje ediş, daha güzel bir dünya, daha insani bir duruş içinse amenna. Gazabı, kini, nefreti, kana susamışlığı sokaklardan akıtacaksa başka.

İnsanların zulme direnme hakları vardır! Bu zalim olma hakkı, zulümde nöbeti devralma hakkı değildir.

Kaddafi linç edilmesi olayını daha da vahim kılan, demokrasi söylemli bir koalisyonun linç topluluğunun arkasında durmasıdır. Galeyana geliş, durdurulamaz kitleler teranesi savaşa, içsavaşa hukuki standartları dayatmayan bir ahlâksızlığın, adaletsizliğin, tepeden bakışın eseridir!

Kaddafiyle çatışabilirsin. Bu hukukun karşılıklılık ilkesini ayaklar altına almaz. Ama, esir alabildinse, alabileceksen, yaralarını tamponlarsın. Saldıranları bloke edersin. Kontrol edemeyeceğin bir kitleyi sokaklara salmazsın. Eğer kontrol edilemeyecek bir kitle söz konusu idi ise, ki belli bir disiplin gerektiren çatışmalarda kontrolsüzlük ne iktidarın ne de şehirlerin alınışını açıklayabilir.

Hava desteği çapulculara verilmez, iş çapulcuların işi değildir. Olayın sorumluları başta Birleşmiş Milletler ve NATO olmak üzere muhalif güçlerdir. Sorumsuz, dokunulmaz hiç bir uluslarası siyasi ve siyaset yoktur, hukuk açısından bakarsak!

Bu linç ettirme, kafa koparma, saray basma işlerine itiraz etmezsek bu tür eylemlerin kural haline gelmesine yol açacağız. Medeniyet iddialarında bulunmayacaksak bunda bir mesele yok elbette.

Kaddafi bir klanın, zümrenin desteğiyle ayakta dursa, hatta tüm desteği yitirmiş olsa bile, onun katline karar verecek olan, onu aslanların önüne atmaya hakkı olan bir merci yok.

Nesillerimiz sürek avlarını haber bültenlerinde dinleyerek büyüdüler: "Ölü olarak ele geçirilen" insanlar, bazan sadece üç beş kitap, bazıları şiir, daktilo ile. Ölü olarak ele geçirme hakkı varmış gibi. Doğalmış gibi.

Çatışma bile katliam eylemi değildir. Bir sınırı, sonu, sorumluluk dünyası vardır.

Askerlik, ihtilalcilik, savaş siyasetin silahla, silah üzerinden yapılmasıdır.  Çapulcu ile isyancı arasındaki fark yalnız neye isyan ettiğinde değildir, neyi hedeflediğindedir.

Demokrasilerini erdemsiz, hukuksuz, kurnazca şekillendirmeyi meşru görenler, savaşı nasıl yaparlar kim bilir?

Savaş kepaze bir iştir!

Kendini savaşın içinde bulmak ayrı, savaş çıkarmak, barışı istememek, zulmü kimin yapacağında kapışmak ayrıdır.

"İş başa düşünce çekilir böyle" der Topalkoşma.

Barış da yiğitlk ister, istiyor...

18 Ekim 2011 Salı

Kuzey Güney Farkı Masalları Üzerine

Yunanistandaki kriz, hikmeti hakikatinden kaynaklanmayan ezberleri yine gündemde tutuyor.

Braudel'in Akdeniz Tarihine benzer bir İskandinavya Tarihi yazılmadıkça masallara katlanmaya devam edeceğiz.

Aydın'ın şunlara dikkat etmesi gerekiyor:

Yunanistandaki kriz yunanlıların protestan kültüre uzak olmalarından değil. Yunanlılar sanılanın tersine çoğu protestan topluluktan daha çalışkanlar. Eğlence düşkünlüğü ve akşamdan kalmalık kuzeyde daha büyük sorun oluşturabiliyor. Kuzeydeki alkole ilişkin sorunlar da mezhepsel değil. Ortdodoxi ya da protestanite ayrım getirebilmek için yetmiyor. Kuzey güney farkı güneyde eğlence, hasbıhal ve sohbetin öne çıkması; kuzeyde daha yalnız, daha sohbetsiz topluluklarda içme neşe ve meşrep farkı olarak belki izole edilebilir. Bunda uygarlık tarihinin derinlinleştiriciliğini farkedenler daha farklı da bakabilir.

Türk halkı dünyanın en çalışkan halklarından birisi. Yerli akdenizlilik teorileri kendimizi dışlayıcı tersten sömürgecilik içerse de, dışarıdan bakan akdeniz tarihçileri bizsiz akdeniz tarihi yazamaz kolay kolay. Bizim çalışma alışkanlıklarımız gitgide sönse de ezberden bir akdeniz tembelliği teorisini tersyüz edebilecek özellikler taşıyor.

Arap kültürleri de farklılıklar ve çeşitlilikler gösteriyor. Akdenize veya "medeni dünya"ya yazılan çoğu özellikleri fazlasıyla Suriye ve Lübnanda, işgal süreçlerinden tamamen bağımsız olarak gözlemlemek mümkün.

"Turistik antropologların" kafeterya, kahvaltı, servis beklentisi kuzeyde, akdenizin kuzeyinde yerine gelmeyecekken Suriye kasabalarında dahi yerine gelebilir.

Yeme içme ve birlikte yaşama kültürü akdeniz kuşağında daha temellidir. Doğu akdenizde ise daha köklüdür.

Öğle sıcağında dinlenme tembellik belirtisi değildir. Bu adet bizde de vardı. Öğle tatilinin gerekmediği zamanlarda mecburiyet haline gelişi ise bazı eğlence, safahat dalgalarıyla bağlantılı olabilir. Nerede gerekli nerede gereksiz olduğunun düzenlenmesi toplum mühendisliği ufkuyla söz konusu edilemez.

Eğlence bazan toplumu kaynaştıran sohbet, hasbıhal, dertleşme gelenekleriyle içiçedir. Bir yanına saldırdığınızda bir başka yanını da sindirmeye kalkışırsınız. Toplumsal dayanışmanın çoğu şekillenişi bir alandan öbür alana kayar ve farklı anlamlar perdesi arkasında kendisini gösterir. İşlevsellik iddialarından yola çıkış, ne yapıldığı ve nasıl yaşandığının işlevlerinin açığa çıkarılmışlığının ifadesi değildir.

Sanayileşme ve sanayileşmenin kültürünin incelenmesi daha geniş aralıklarda, daha çok alanın kavuşturulmasıyla söz konusu edilebilir.

Karşılaştırmalı kesitleme iddiaların problematizasyonu için ipuçları verebilir: İtalyanın verdiği göçlerin iskandinavyanın verdiği göçlerle kıyaslaması bazı yapısal dönüşümlerin anahtar kavramlarını sunacaktır.

Güneyin turizm gıda kuzeyin sanayi merkezi olmaya doğu kayışı iki dnya savaşı konjuntürlerini gözden kaçırarak yapılmamalı.

İkinci dünya savaşında savaşa entegre olarak savaş dışı kalmışlık unutulmamalı.

Yunanistanın askeri harcamaları, sovyetlerin çöküşünde askeri harcamalar ve uzay sanayiindeki yarışmanın etkisi ile kıyaslanmalı.

Yunanistan göçlerde en dinamik kesimlerini kaybetmiş olamaz mı? İtalya demir çelik ustalarını, bilgisini zamanında ihraç etmedi mi?

Fransanın mezhepsel hali daha az çalışmayı mı öneriyor? Toplumsal dayanışmanın farklı iktisadi şekillenmelerin önünü açtığı unutulmamalı. Şu anda söz konusu edilen fransöz tipi, tarihin derinliklerine geri götürülebilir mi? Paris Okuluna kadar inildiğinde bir paralel fransa ile karşılaşılacaktır! Katoliklik eski katoliklik ile ne kadar alakalı?

Sendikal hareketler, halk hareketleri, ücret politikalarının başlangıç noktaları her toplumda aynı mı? Kuzeydeki sınıf ayrılıkları "das folk" kavramıyla neden düzleniyor? Bu konuda akdeniz homojen mi?

Ticaret burjuvazisinin varlığı, ulaşım, ince zenaatlar bunların sanayileşmenin yolaçtığı hayat tarzı üzerine etkileri, kaipatlizm öncesi sınıf ve katmanların ağırlıkları unutulmamalı.

Her dönemin dünya iktisat tarihinde abartılamayacak ağırlıkları da gözden kaçırılmamalı.

İspanya, Portekiz yakın zamana kadar sömürgeci ülkelerdi. Nasıl oluyor da Yunanistanla ortak ön kabullerle iki çırpıda anlaşılabiliyorlar? Smürgeciliğin kabul değiştirmesi, paylaşım dengelerinin şekillenmesi neden unutuluyor?

Ülkelerin tek tek tarihleri ortak bir avrupa ve dünya iktisadi ve siyasi tarihinde neden ele alınamıyor?

Kuzeyde sanayileşme dönemlerindeki "ayıklık" (yeşilay) hareketlerinden neden haberimiz yok? Bunların halk hareketleri (işçi sınıfı hareketi içinde) görülebildiğinden haberdar mıyız?

Merkezi devlet kurma süreçlerinde İsveç Türkiye (Osmanlı) kıyaslaması ilginç olabilir. Devlet kilisesi, devlet mezhebi kurulması süreçleri ingiltere tarihi de bilinerek neden gözden geçirilmiyor?

Aydınlarımız yeme, içme, eğlence, tatlı hayat antremanları dışında birşey ile dönüyorlar mı memlekete inceleme ve tetkik gezilerinden?

Batının en iyi ,  en eleştirel sosyalkuramsal dispozisyonunun "yalnız batı için geçerli olduğu" bir dönemde dünyayı birbirine relativize edebilecek bir kapasite sadece balçıkla sıvanır, bu ezbere atışlarda!

Ne batı öyle bir batı, ne doğu öyle bir doğu, ne akdeniz bizsiz bir akdeniz. Dünya tarihini, sosyolojisini, düşüncesini bütünleştirmeden modernizm avukatlığı yapmak sömürgeciliğin avlusunda kumdan kaleler yapıp tahkim etmekten ibaret!

Efendim.

Helâl Gıda Etiketlemesinin Fanatizm İle Alâkası Yok!

Katkı maddelerinin listelenmesi, belirlenmesi bir şeffalık ve denetim sorunudur. Şampuanların içerdiği domuz derisi ve kemiğinin teşhirini eleştiri üzerinden çağdaşlık ya da bilimsellik iddiası yürütülebilir bir şey değildir.

Çeşitli sivil ya da resmi denetim kuruluşları tüketici hakları çerçevesinde örgütleniyorlar. Akademilerin, biyokimyacıların içerik üzerinden varolan etiketlemelere, sınıflandırmalara katkıda bulunmalarında bir sorun görmüyorum.

Eleştirilecek olan helâl, koşer ve benzeri sınıflamaların ötesindeki tasniflerin yeterince yapılmamasıdır. Örneğin bir şampuanı koyulaştırmak için domuz kadavrası artıkları kullanılmıyor diyelim. Kadavra kullanımının çerçevesi, devredeki üretim süreçleri ve sınırları hakkında genellikle açık hiç bir bilgi olmuyor. Heal kesilmiş sığırdan yapılan jelatinin hangi durumdaki hammaddelerden, hangi süreçlerden geçirilerek üretildiğini bilebilen de pek yok.

Ben bitkisel jelatinin kullanıldığı ürünleri alıyorum. Elbette daha yüksek para ödüyorum. Şampuanımda hayvan kemiği, derisi, canı, kanı bulunmasını istemiyorum. Balık yağı aldığımda bitkisel veya balık jelatininden yapılmış kapsülü tercih ediyorum. Satın aldığım yer ve imalatçı firmanın güvenilirliği ödediğim miktarı biraz daha yüksek tutmama gerekçe olabiliyor. Sıvı balık yağı ya da keten tohumu yağını tercih edemeyecek kadar hareketli hayat tarzımı değiştirmem de gündemimde.

Yoğurdun, dondurmanın içeriğinde sağlık açısından jelatinden daha beter katkı maddesi sorunları ve süreçler göz önünde tutulmuyor. UHT'li dondurma ürünleri tazelik ve sağlıkğa uyunluk eşikleri düzenlemesini gerektiriyor.

GDO'lu gıdaların "helalleştirilmemesi" helâl ve koşer endekslerini daha güvenilir kılacaktır. Geleneksel sınıflamalara başka düzeylerin de eklenmesi, çok perspektifli tasniferin gündeme getirilmesi elzemdir.

Vejetaryan, vegan tasnifler genel bir tasnif arşvinde bütünleştirilmelidir. Tavsiye düzeyleri konulmalıdır.

Kozmetik ürünlerde vegan tavsiyeleri, gıdada vegan olmayanlara da fikir verebilecektir.

Bu işlerle uğaraşanlara fanatiklik yazmak yerine, daha çok endeksin devreye girmesini, daha fazla ürün tavsiye kategorilerinin, sağlığa uygunluk kriterlerinin ürünlere uygulanmasını önermek "bilimsellik, rasyonalite, demokratik açıklık" ilkelerine daha uygun olacaktır.

Dudak nemlendiricilerinde lokanta yağ arıtma aygıtlarından pompalanan, kanalizasyondan alınmaya eşdeğer olarak düşünülebilecek yağ atıklarının dekalarasyonu, kimyasal sterilite meselesinin üzerindedir, mide işidir.

Bir gün lağım da sentetik yiyecek kaynağı olarak kullanılabilir. Bu duruma gelmemeyi hedeflemek esastır. Sarıkamışta at dışkısından arpa toplayan aç dedelerimize eleştiri yöneltmemiz saçmadır. Bir gün olabilecek olanı standartsızlığa, keyfiliğe gerekçe olarak kullanmak ise başta gıda etiğine uygun değildir.

Lağım biogaz üretimi ve gübre katkısı için belki kullanılabilir, lokanta atıkları da. 

Kaynak, kimyasal ve fiziksel süreçler, ambalaj içerikleri, koruyucu maddelerin kullanım gerekçeleri açık açık sunulmalıdır.

Hazır gıdadaki dolgu maddesi olarak kullanılanlar, protein ilavesi olarak katılan kan ürünleri yalnız içerik olarak değil tüm üretim süreçleriyle izlenebilir ve değişik endekslerden değerlendirilebilir olmalıdır. Tek tek tüketicilerin yapamayacaklarını tüketici gruplarının değişik koalisyonları ve bileşimleri sürdürmelidir.

Şarap hızlandırılmış süreçlerden geçiyor. Sirkeler artık sirke değil. Nar ekşilerinin çoğunun içerdiklerini görünce alamaz oluyoruz. Meyve sebzenin bozulmaması için icat edilmiş mumlama, zarlama, ışınıma tutma gibi işlemlere yönelik (dağıtımcı firmalar da dahil olmak üzere) bir sorumluk ve denetleme, denetlenme ağı kurulması, (örneğin ahilik sonrasında ortadan kalkan) meslek etiklerinin yeniden canlandırılması gerekli.

Yerinde üretim ve tüketim, evde yapılabilecek olanlar halâ öncelikli tercihlerimiz olmak zorunda.

Fiyat, içerik kadar kim üretti sorusu da halâ önemli.

Yeniden gdo'lu ürünlere dönersek: Bir gün bu tekniğe ihtiyaç duyarız mantığıyla bunları "helâlleştirmek", genin nereden alındığına bakmakla yetinmek, ekobiyolojik sorunları, genetiğin etiğini gözden kaçırmak söz konusu olabileceğine göre, hiç bir endeks veya sınıflama, tavsiye listelemeleri yeterli olmayacaktır.

İnsan ne yiyorsa, nasıl yiyorsa, ne yediriyor, ne kullanıyor, nasıl kullanıyorsa o kullanım dünyasının eseri ve esiridir de!

Her endeks eleştiriye açıktır. Bir endeksi sunmak, eleştiriye açılma işlemidir de! Eleştirenler bilim adamlarının endeksleme işlemlerine katkılarına bilim elden gidiyor tepkisi vereceklerine yeni endekslerin de oluşturulmasına katkıyı özendirmekle, varolan gerekçelemeleri sorgulamaya başlamakla mükellefler, eleştirinin ahlakından yola çıkılacak olunduğunda.

Efendim.

11 Ekim 2011 Salı

Dilek Türkan'da Müzik ve Şiir Cümlelerinin Örtüşmesi



Dilek Türkan'da müzik ve şiir/güfte cümlelerinin örtüşmesi gelecekle gelenek arasında sıkışmışlığımızın ne yapılırsa işler dünyasında dikkate şayan bir olay.

Prozodi bütünün dinamiğinde işliyor.

Zeki Müren'deki imgelerin, parçaların, kelimelerin dinamiği, vurgusu, işaretlenmesi Dilek Türkan'da yok. Aynı parçadan yola çıktığımızda, Zeki Müren'deki ifadelilik, renk, cümlelerin bölünmesini göze alabiliyor. Prozodi parçada değil, diskografyada, arkaplanda bütünleşiyor.

Dilek Türkan'ın icrasında imgeler, işaretler, mikro vurgular aynı ağırlıkta olmasa, icra andaki beklentiyi arkaplana çekiyor gibi olsa da bir başka letâfet var:

Şiir ve Müzik cümleleri kaçışın en güzel şarkılarından birisinde kavuşuyor.

Dilek Türkan'ın nesli şiirimizin nasıl okunacağının ipuçlarını da veriyor. İmgeleri parlatmak, vurgulamak, gerektiğinde söndürmek parçalar bütünün dinamiği, anlam, ritm, usûl, makam, kalıp akışı içerisinde uçurularak, serbest bırakıldığında söz konusu edilebilir.

Dilek Türkan'ın Deniz Kızı Eftelya'nın yorumuna yakın bir yerde durması, yeni bir sıfır noktasından başlamışlık, yeni icat bir itiraz da değil. Tersine, temkinli bir geri dönüş, geriye bakış.

Ben parçayı zihnime kaydederken cümleyi bulan, cümleyi kaybeder gibi olan icra geleneklerini birbirlerine relativize ediyorum. Cümle ve dinamik olmadan şiir olur olmasında da, dökülür.

Türkçe rock olmaz diyenler prozodinin; usul vezin ritm ilişkilerinin sorunlarını küçümsetmişliğin öğrencileri olduklarının farkına vardılar mı bir gün? Bilemeyeceğim.