25 Nisan 2012 Çarşamba

"Kararınca Ego": Daha Neler İşiteceğiz?

Kararınca ego, biraz ego, ego fazlalığı diye bir şey yok!

Ego eksikliği diye bir şey olsa olsa (sosyal)psikolojik, pisikopatolojik bir sorundur, anomidir. Kişilik eksikliğidir.

Ego fazlalığı da olmaz. Egonun kendisi zaten zar zor oluşuyor. İnsan nasıl kendisinden taşacakmış şaşarım.

Ego'nun özdeşliği yani ben'in özdeşliği kavramı insanın bir akılda bütünleşmesi, toplumsallaşması sorunudur, kişi ve birey olma süreci sorunudur. Ego bir toplumsallşmada kendisini bulur şekillenir. "Ego Identity"deki "identity" türkçede "kimlik" değil "özdeşlik" ile karşılanır (bkz. "identical") .

İnsanın birey olarak başkalarıyla ortak yanlarına türkçede "kişisellik" diyoruz (bu konuda söyleyeceği olan insanlar) ve başkalarıyla ayrışan yanlarına "bireysellik" diyoruz. Birey kişiliğini daha çok eğitimden (daha çok okul, bir ölçüde aile) bireyselliğini de terbiye ile alıyor (daha çok aileden, hayat çevresinden, bir ölçüde okuldaki toplumsal interaksiyonlar v.b'den).

Gündelik hayatta "birey"e "kişi" de denilebiliyor. Birisi daha çok bireyselliğini geliştirmiş, öteki kişiliğini diye bir şey yok.

Ayrımlar analitik ayrımlar, yoksa aynı insanın ayrıştırılamaz bütünlüğü içerisinde gözlemlenebilir. Bir kopma, bölünme, ayrışma varsa gözlemlenebilen bir kişilik bozukluğu da vardır ortada.

"Vatandaş" olarak "kişiselliğimizi" sergiliyoruz, "vicdan" olarak ise "bireyselliğimizi" diyelim. "Vicdansız"ların insanlıklarının yarım, az gelişmiş, sorumluluk olarak şekillenmemiş olduklarını söylediklerimden çıkaracaklarımız ise yanılmıyorlar. Kişiselliğin bireysellikten daha çok gelişmesi insanı daha toplumcu yapmaz. Paldır, küldür, düşüncesiz, dayatmacı, kaba, hoyrat yapabilir ya da tersini, silik, itirazsız, yani dengesiz.

Gelişmiş bir bireysellik, genellikle, gelişmiş bir kişiselliğe de tekabül eder. Zaten insanın toplumsal değer olarak aldıklarına itirazı, şerh düşmeleri, karşı gerekçeleri ile bireysellik açılır, serpilir. Ne kadar az sosyalize olmuşsa değer sistem(ler)i içinde, insan, o kadar az itiraz eder, şerh koyar, bireysel tavır belirler.

Tasavvufta da bazan popülerkültürel kavramımsılara başvuruluyor son yıllarda: Oysa ben'den geçmek dünyaya "fransız kalmak" meselesi değildir. Bireyciliği yenmek, takılıp kaldıklarımızdan kopmak, acılarımızı yenmek, affetmek, affedilmeyi istemek, insanlaşmaktır.  Burada ayrım koymalardan tekrar ortak yanlara geri hareket de var, ancak bu bireysellşmişlikten  sonra "biz"e yeniden harekettir.

Bencil olmama, diğerkâm olma kişiliğini tahkim etmişlikle alâkalı değil. Kişilik kazanma ömür boyu devam eden bir süreçtir. Olup bitmez. Olgunlaşma bu anlamda şarttır, güzeldir, insanlaşmadır.

İnsanın kendisinden geçmesi kişlik edinme süreçlerinden kaçış değildir. Olgunlaşmayı herkesin yarım bıraktığı, olup bitmiş gördüğü noktada daha yeni ulaşılmış bir eşik olarak görme, bu yolda devam etmedir.

İnsan bazan insanlaşmayı seçer, bazan da hayatı insanı.

İnsan kendisini kurban da görür, kasap da. İkisini bir arada görmekten ibaret de değildir olgunlaşmanın yolu. İşi gücü olanın sorun çöze çöze, yanlışlarından öğrene öğrene ilerlemesi entellektüel bir tercihten çoğu kez daha sağlam bir karar(lılık)dır.

Efendim.


16 Nisan 2012 Pazartesi

Tek Eşliliği İtip Kaktığımızda Geleceksiz Kalırız!

Geleceği dert edenlerimiz kaldı mı? Bilemiyorum. Gözü zenginleşmede olan muhafazakâr da dahil olmak üzere bir kendini gerçekleştirme, dünyalığını kurma tutkusu içinde yaşadığı toplum ve içinden gelip yine içinde yol aldığı diğer insanlarla birlikte hareket halinde olan hayat sorumluluk, çaba ve kaygıların merkezinde olmaktan çıkarılıyor.

Çocuklarının üzerine titreyen nesillerin yetiştirdiği, kendilerinden başkaları için hiç bir şey talep edilmemiş nesiller hayat projelerini kazanç, mutluluk, tatmin üzerinden kuruyorlar. Tarihsel perspektif yani insanlığın içinde yol aldığı tarihsel akış, insanın tarihli ve sosyal varlığı düşünce ve "hesap" dışı kalıyor.

Aile, toplum içinde tanımlanan ve bireysel kararları abluka altına alınan nesiller kendilerine yapılanı yapmamaya çalışıyorlar. Aktardıkları değerler bir itiraz, içinde değiştikleri ve dünyayı değiştirdikleri dünyaya bir itrazken çocuklarda bu bir ezber, yanlış bilinç, idealtipik bir kavram üzerinden mevzi korumaya dönüşüyor. Bireyciliğin de bir biçimde öne çıkması ile sorun çetrefilleniyor. Bakış açıları, çıkış noktaları, yanlışbilinç ya da ezber anlamında ideoloji toplumsal interaksiyon, sorumluluk ve karşılıklı eylemede hakikatle gözden geçirilip bireylerin tarihselliğinden ifade edilen dinamik, tartışmaya açık düşüncelere dönüşemiyorlar. Bir başka kavramla ifade edersek, itiraz bir praksiste sınanıp, temellendirilip toplumsallaşma içinde bireyselleşmede şekillenip gerçekliğini yakalıyamıyor.

Bütün dünyada değerlerin monetarizasyonu liberal düşüncenin kültürel derinliğinden kopmasına, bireyin gerçekleşmesinin iktisadi terimlerle kompenzasyonu ya da temellendirilmesine yol açtı. Solda bireysel gelişimi birey ömründe gerçekleştirme ya da fedakârlıkların kompensazyonu, muhafazakârlıkta bir lokma bir hırkayla avutulmuşluk hissi olarak yeni nesillere içinde yaşadıkları hayat dünyasında kopukluğu, zorunlu sosyalzasyon süreçlerinden uzak duruşu kolaylaştırıcı bir tavır olarak yönlendi.

İnternetin sanaltoplumsallaşmayı zorunlu  toplumsallaşma kurumlarıyla değiştokuş edebilmeyi kolaylaştıran patlaması, tek kutuplu dünyada popülerkültürel ideolojilerin heyecan arattıran (insan parçalamalı filmler, cinselliğin dahi adrenalinli oyunlara dönüştürülmesi) bireyselleşmenin kapılarını kapatan bir insan krizine doğru götürüyor dünyayı.

Cinselliğin insanlararası interaksiyon, diyalog, sorumlulukta şekllenmesinin yerini gitgide daha çok partnerli ancak monologcu, ihtiyaç kavramının tabii olan doğadan kopma (kültüre, değerlere göre şekillenme) eğilimini sanal ve yarım sosyalizasyonun ihtiyaçlarıyla toplumsal doğasından da koparma eğilimi teslim alıyor. Burada bir emansipasyon/özgürleşme süreci değil eleştirel ve interaktif doğasından kopan çarpık sosyalleşme söz konusu oluyor.

Serbest cinsellik yakın tarihte çeşitli ufuklardan temellenebildi. Cinsellikteki özgürleşme ya da emansipasyon talebi insan cinselliğinin bastırılmasına, ağır toplumsal baskılara, totaliter dönemlere tepkiydi. Hayatı deneyselleştirme çabası geleneği baskıcı görme, topyekün yeniden tanımlama ya da uzak tutma düşüncesinin de eseriydi.

Tarihsel serbest cinsellik ise başka bir olay, günümüze kadar gelen dönemlere göre parlayıp sönen bir geleneği olsa da konu dışı bırakıyoruz.

Sosyalpsikolojideki gelişmeler ailenin muhafazakarlığın, mülkiyetin ve baskının bir kurumu olarak görülmekten çıkıp çocukların zeka ve ahlaki gelişiminin yuvası olarak temellendirilmesini sağladı. Bireyselleşmenin onto ve filogenetiğinin sosyal interaksiyon, aile, toplumsallaşma bağları tartışmaları felsefi, toplumkuramsal ve toplumbilimsel alanlara da çekti.

Eleştirel topumbilim topluma, toplumun tarihselliğine ve tarihte akışına, ahistorik olmayan insan anlayışına, toplumsal dinamikleri artık reddemeyen muhafazakar toplum temellendirişlerine de yansıdı. Bugün ailenin toplumbilimsel temellendirilmesinde muhafazakar, liberal ya da toplumcu bakışlar arasında görüş ayrılıkları eskisi kadar derin değil. Temellendirmedeki konsensus eleştirel bir diskurda gitgide gelişiyor.

Bunun gerekçelemelerdeki önemi, toplumsal kararlardaki önemi büyük.

Tek eşliliğin tarihi çok eşliliğin tarihinden daha eski. Bazı çok eşlilik iddiaları da tek eşlilik paradigmasında kendilerini temellendirmekteler ve nüfustaki asimetrilerle alâkalı olarak görülebiliyorlar. Bazı çok eşlilik gelenekleri tek eşliliği merkez alıyor, bazıları almıyor. Çok eşliliğe izin verilmesi ve buna meşruiyet verebilecek şartların sıralanması ile çok eşliliğin özendirilmişliği, öne çıkmışlığı farklı şeylerdir.

Nazizm döneminin insan haraları, çocuk üretme çiftlikleri tek eşlilik çok eşlilik meselelerinin dışında kalan bir sorunu da açığa çıkarıyor: Çocuk ve Eğitim/Terbiye. Kurumsal eğitim ile ailenin verdiği terbiye arasındaki fark üzerinde bugün, toplumbilimlerinden yola çıkarak konuşabiliyoruz. Bugünkü bilimsel bilgi ve veriler dünün insanının bu konuyu farketmemiş olduğu iddasını taşımıyor. Tersine, dün bireyselliği filizlendiren toplumsallaşmaların önünü açacak şekilde yapılanan kültürlerin neyi ne için oluşturduklarını, savunduklarını, kurumlaştırdıklarını daha iyi kavrıyoruz.

İnsanlığın bin yıllardır şekillendirdiği, temellendirdiği kurumlar dengesinin çopu kez ahistorik anlayışlardan değiştirilmesi, belli kuşak, ilgi, dönemsel çıkarlardan zorlanması gündelik hayatta derinlik kaybına yol açıyor. İnsanlığın gitgide daha ileri bir tarihsel noktadan bakma imkânı, tekniklerin incelmesi insanlıkta inceliş olma anlamına gelmiyor. İnsanlığın tarihi kurumlarına ağır müdahale dönemleri barbarlaşma dönemleri olarak da kendisini defalarca gösterdi.

İnsanlar benim ya da benim tercih ettiğim gibi yaşamak zorunda değiller. Herkesin bireysel tercihi başka, topluma model olarak önermek başka. Dönemsel-tarihi eğilimler veya ilerleme yönleri insanlıkta ilerlemeler olmak durumunda değil. İnsanlığın her bocalaması da topyekün insanın tarihliliği ve toplumsal dinamiğinden kaçış değil. Bazı duruşlar, şekillenme ve gelişme ve hayat tarzı mühendislikleri insanî kurumlaşmaları yeniden temellendirme için gereklilik ve eleştirel imkanlar da sunuyor,

Gelenek stoklarında farklı bakışlara, tavırlara yol açan kökler söz konusu. Gelenek stokları sadece şu yönde bu yönde değil, çeşitli yönlerde tümüyle izole edilebilselerdi dahi insanın şekillenmesini her dönemde eşit yönlerde/biçimlerde belirlemeyecek ve güncel emek isteyecek özellikler gösteriyorlar. İnsanların insan yetiştirme geleneği kurmaları da insan yetiştirme otomatikleri sunmuyor. Eleştirel faaliyet varolanı yıkmak, gözden geçirmek için değil işletmek, anlamlandırmak için de gerekiyor. Bu anlamlandırma konuya hakimiyet, konusuna hakimiyetin tereddütsüzlüğü ile söz konusu edilebilecek bir oldu bitti haline getirilmedikçe eleştirel süreklilik sağlanabildikçe gündelik praksise çeşitli anlamlarıyla tarihsel bir derinlik de sunuyor: Topyekün bir eleştiri, bir kereliğine tüm zamanlar için eleştiri ne mümkün ne de gerekli.

...

Vatan Gazetesindeki bir yazıya göz atalım ve yazıdan bağımsız olarak, yani ilerde bu alıntıyı yazıdan çıkaracağımızı belirterek devam edelim:


İnsanın bireyselliğinin tarih içinde hareket eden yanlarının bir hayat tarzı iddiası içerisinde (implicit olarak) yer almaması halinde gözden geçirilmemiş bir ideoloji veya iddia ile karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliyoruz.

İnsanın mutluluğu tek bir kişiyle yakalayamayacağı, insanın her beklediğini bir insanda bulamayacağı ve bunun için de tamamlayıcı ilişkiler aramayı düşünebileceği, bu arayışlarda gizlilik saklılık yerine makûl ve meşru gerekçelerle mukavele, mutabakat ya da kurumlaşmaya gidilebileceği üzerine çeşitli kombinasyonlarda diskur yürütülebiliyor. Kimisi ailenin zamanını doldurduğu fikrinde, kimisi çocuk için bunun daha iyi olacağının iddiasını yürütüyor.

"Ailenin zamanı geçti!" diyenlerin kimisi bunu yeni toplumsal işbölümü ve ideallerden temellendirirken "konjonktürel iddalarda bulunabiliyorluğunu düşünmüyor, kimisi insanın ve insaniyetin devamını kendi yükümlülükleri olarak görmeyerek "tarihin sonu"nu başka bir biçimde dile getiriyor ve saire.

Cinselliği sınırlı bir haz, evlilik veya beraberlikleri bir çeşit özdeşleşme olarak da görebildiklerini temellendirmelerde farkedemeyebiliyor "yeni" iddiaların sahipleri. Bunların gerekçe olsalar da nedensellik bağı da sınırlı olabiliyor ve bu yüzden bahaneleşebiliyorlar.

Tarih var kabul edilse bile dönemleri, dönemsel eğilimleri tarihsel ilerlemenin parçası olarak değerlendirmelerden de bir çeşit "zamanın mantığı" çıkarılabiliyor. Dönemler eski praksisin değerlendirilmesine yol açan kopukluklardan da ibaret olabilir (ya da olmayabilir!). Tarih yazımının narrativitesi, tarihin hikaye edilirliğindeki geriye dönüşler, bir ufuktan bütünleştirme oluşları da kronolojik gelişmeleri ilerlemenin parçası haline getirmemizi sorunlu hale getiriyor. Ufuk olarak tarihteki yerleşikliğimiz ileri bir nokta oluşturuyor. Kronolojinin ilerleme olması diye bir şey yok, ilerleyen sadece zaman. (Zamanın reel varlığı tartışmalı bir konudur).

İnsanın insana örtüşen yeterliliği beklentileri bir projektiyon, fazlasıyla özdeşleşme talebi, yarım sosyallik. Karşındaki de sen. Karşındakilerin genişliği senin kendi hakedilmemiş, kazanılmamış genişliğin. Üstelik insanlardaki potansiyeli harekete geçirme duygusunu terk etmişlik üzerine kurulu. Karşındaki insan olmuş bitmiş, her hangi bir anlamıyla da olsa, ne fena! Bu bakış çocuk gelişiminde de sorunlu olur, çünkü insani gelişim ömür boyu sürer. Çöküşte bile gelişme söz konusudur. Çocuğa sunduğu istisnai hâl en daralmış, daraltılmış şeklinde olur burada.

Şu an için beklediklerimizden fazlasını veren bir insan düşünelim. Dünyanın en güzeliydi hastalandı, bu özelliğini yitirdi. En duyarlısıydı, aldırmazın teki oldu. Kültürlüydü, kendini yenileyemedi, tereddüte düştü ya da melekelerini yitirmiş görünüyor. Şimdi her aybolan özelliği için yeni birisini mi arayacağız. Hadi bulduk diyelim o şahıslar da hep bize cevap verebilecekler mi? Biz sorun haline geldiğimizde? Bizim de yerimize bir başka(ların)ı mı bulacaklar? Bulma hakları yoksa egoizm bizim için geçerlidir.  O hakları varsa sürekli ve stabilize edilemeyen bir beraberlikte seviye tutturulamayacağı gibi, "looser"ların talepleri artsa da azalsa da bir kenara itlmeleri kural haline gelecektir. Bisikletle ağaca çarpan partneri iyileşip de beklentilerin eksilen kısımlarına cevap verdiğinde ne yapılacak? Diğerleri kovalanacak mı? Kovalanmadıklarında "fazla mal göz çıkarmaz" durumu ortaya çıkacak. Mülkiyet tarihinin, emtia tarihinin bir konusu olarak mı tartışılacak komplikasyonlar bir ölçü, karar noktası mı gerekecek. Norm konulduğunda ahlaki yani normatif argümentasyonun tek eşliliğe götürmeyeceğini iddia edebilecek entellektüel olabilir mi her hangi bir olası dünyada? Hakikat iddialarının normatif alanda açık, hür diskurda bağlayıcılığını reddedersek hangi toplumsallıktan, demokrasiden, dayanışmadan, ilerlemiş insaniyetten konuşabileceğiz? İlerleme, argümentasyona kapalılığın ilerlemesi ise ideolojiden, ezberden, tartışmaya kapalılıktan konuşmuş oluruz. Olumsuz anlamıyla muhafazakârlık da buradadır zaten: İlerlemeden bahsederken tartışmaya, tartışılır hakikat iddialarıyla gerekçelemeye kapalılıkla fanatizme, "argümentatif gericiliğe" düşmeyeceğimizi nasıl garanti edebiliriz?

Çocuk için iddia edilecek interaktif stabilite bu tür "grupsal seviyeli beraberlikler"de söz konusu olamaz! Çok eşliliklerden bile geri bir durum söz konusu üstelik. Onlar performans, özellik yetenek testleri üzerine kurmuyorlar mukavelelerini. Bu söz konusu değilse grupsal seviyeli beraberliklerde o zaman onca yeterlilik örtüşmesi iddialarının ne anlamı var?

Zamanım bu kadardına yetti. Eksiklikleri zamanla tamamlarım, ancak gerektiği kadarıyla. Argümentasyonda tutumlu kalmaya çabaladık, temellendirmeleri minimalize ettik. Bu bir makale değil, İtiraz notudur. Özetlersem: Çocuk için aile gerekir. Tek eşlilik, sadakat, dayanışma, toplumsal dayanışma çocuk yetiştirmede önemlidir. Hayatımız kendi hayatımızla sınırlı değildir, nesiller arası bir zincirin de parçasıyız. Cinsellik haz olmaya indirgenince bir tek hazza indirgeniyor o da hızlı, stresli bir dünyanın aslında pek derin olmayan kavramlarından birisi. Bir insanla ilişki zaman ister, emek ister. Cinsellik ihtimam, saygı, karşılıklı olarak birbirini tanımada derinleşme ile ilerler. Çocuk kuluçkada yetişmez. İnsnlar eskiden kuluçka civcivine dahi itiraz ederlerdi. Bugün klonlamayı mesru üreme yolu haline getirecek bir yola giriyoruz: Peki kim yetiştirecek bu klonları? Programlama mı yapılacak? İnsani yetişmenin tarih ve süreç içerdiğini, interaktif olduğunu düşünmemişler mi bu iddianın avukatlığını yapacaklar?

Her hastalananı, yetersiz olanı yanımızdan kovacak mıyız?

Benden daha az şey bilen, her alanda at oynatamayan ama insan mı insan birisine burun mu kıvıracağım? Üstelik bir düzine hatunla, mesela yani, nasıl geçineceğim, birbirleri ile nasıl geçinecekler, merkezde hep bir egoist mi olacak? Ha evet bu hak sadece kadınların olacak deniyor. Evet kadın mı "egoistimiz" olacak? Bu daha ileri bir psikoloji, kişisellik ya da bireysellik midir? Estepetapüften iddialar. İsterseniz o "Alman Psikolog" Hanımefendinin kitabını da değerlendirivereyim, bana acımıyorsanız, Sevgili Okuyucularım.

Kimin kimin çocuğu olduğu önemsiz ise Nazi dönemine geri döneriz. Gerçi o dönemde bile, bir biçimde kimin kimin babası olduğu (ırk araştırmaları, soy kurcalamaları açısından) kayda düşülüyordu, şimdi DNA analizi yapılsın denilecek sanırım. Akla ziyan işler.

Ne entellektüel ne ileri ne de insanî bir temel sunuluyor çocukların ve geleceğin çiçek açmasına.

Sol aslında böyle eleştiriyor(du) bu işleri. Böyle eleştirmeli. zincirleri kırmak, hürriyet, kurtuluş emek, çırpınma, dayanışma, sadakat işidir! Sana yetmeyeni satmama işidir! Hastaları, zayıfları yolda bırakmama işidir!

13 Nisan 2012 Cuma

Yerli Dizilerdeki Küçültülmüş Burun Merakı

Bazı dizilerde burnu "yaptırılmamış" oyuncu neredeyse yok. Kemerli burunlu erkek oyuncularda bile yakın çekimde az biraz "düzeltilmişlik" yakalıyorsunuz.

İnsanların sağlıklarıyla, et ve kemikten oluşan görünüşleriyle oynamaları "zevkler ve renklerin tartışılmazlığı" meselesini aşıyor, hem normatif etik hem de tıbbî etik açısından tartışılması gereken sorunlar oluşturuyor. Tıbbî etik açısından sorunlu kısım yer yer hukukî sorunlara da yol açıyor. İleride tartışabilmeyi ümit ediyoruz.

Bir başka ciddi ahlakî ve hukukî sorun kümesi dizi ve filmlerdeki oyuncu seçiminde ortaya çıkıyor. Halk sağlığı ile oynanmasından ırkçılığa kadar genişleyen bir spektrum dizilerdeki hümanist, eşitlikçi ya da muhafazakâr söylemi de eğretiliyor.

Bir dizide çekim platformu olarak kullanılan evde ikâmet ettirilen hanımlardan sadece birisinin burnu ameliyatsız. O da makyajla/maskeyle kemerlenmiş burnundan film icabı bir ameliyatla orijinal yüzüne estetikli yüz olarak dönüp "güzelleştiriliyor".

Yüz değiştirme teknolojisinden mucize dokunuşla güzelleştirip zayıflatan, hatta neredeyse akıllandıran bir estetik cerrahinin kontrolsüz propagandası basın yayın deontolojisi/etiği açısından sorun oluşturuyor. Yine bu alanda hukukun, ticari kuralların çiğnenmesi de söz konusu.

Benim üzerinde durduğum insanların güzelleşme talebi ya da vücutlarına müdahalede bulunup bulunmama hakları değil. Elbette ki özendirme, imrendirme tıbbî korsanlık sınırlarında. Tabip Odaları ile felsefenin bir kolu olan tıbbî etik ve tıbbın kendi etik düşüncesi olan tıbbi deontoloji uzmanları bir an önce bu konuları tartışmak, kavramlaştırmak,olası  tepkileri feveran ve keyfilikten uzaklaştırmak, diğer alanlardan tartışmacılara temel sunmak zorundalar.

Oyuncu seçimleri film ve dizi yapımcılarının, yönetmenlerin, filmi dağıtıp sunan endüstrinin de ırkçılık ve ayrımcılıkla imtihanıdır.

Burnu ameliyatlı bir oyuncuya karşı ayrımcılık, yasak da; güzellik çirkinlik iddialarının ve ideallerinin abartılması da; oyuncu seçiminde dış görünüşe dayalı elemeler de bazan değişik gerekçelerle eleştirebilecek, ancak topluma, insanî değerlere müdahale unsurları taşıyan tavırlardan. Lakaytlık, acemilik, bilgisizlik, senaryonun ilericiliği ya da toplumsal değerlere uygunluğu (muhafazakarlık) bu tip yanlışları hafifletmeye ne gerekçe ne de bahane sunabilir.

Burun kemerleri alınmış oyuncular toplumdaki temsil oranlarını bir ölçüde aşmalarında sorun olmasa da güçlü gerekçe (mesela ameliyatlı oyuncuların diskriminasyonuna karşı çıkmak gibi)  ve nedenler yokken kadroda ağırlık kazanmaları halinde en azından pasif toplum mühendisliği ile eleştirilebilir, suçlanabilirler.

Etik sorunlardan hukukî problematizasyona geçiş kolay bir iş değildir. Konunun en net ve açık olduğu hallerde dahi hukuki yaptırımın kendisi de şablonlaşmaya yol açıcılığı, estetik elştirinin alanına müdahlesiyle, sanat eserinin tartışılmasının eser sunumundan sonra olabilirliği gibi açılardan sorunludur.

Anorektik tiplemelerin güzellik ideali olarak ağırlık kazanmalarında yönetmeliklerle müdahaleler dahi hukukî müdahaledir. Ancak, sanat eserine müdahale eser öncesi yönetmeliklerle olduğunda meşruiyet açısından sorunlara yol açar: Yaratıcı, eleştirel tercihlere şablon sınırlamalar getirilmesi gibi nedenlerle. Sonradan hukukî müdahale ise soğuksavaş öncesi amerikan sansürcülüğünün sürek avlarına yol açma tehlikesini taşır.

Sanat eserine yegane meşru müdahale eserin tartışılması bağlamıyla sınırlıdır ve eserin gerçekleşme süreci içerisindedir. (Epik tiyatroda katılım ve açık eser kavramı başka bir konudur, tartışılmayı da dışlamaz, ve yine eserin gerçekleşme süreci içerisindedir). Sanat eserine ya da sanatçıya yaptırım, yasaklama, fiziki tehdite varan kararlar korku ve dehşet yaratma üzerinden hareket eder ve eleştirinin de meşruiyetini karartır. Eleştiri hukukun saldırganlık olarak kullanılması halinde suskunluğa çekilir ya da eleştirinin nesnesini bırakıp hukuku eleştirmeye (haklı olarak) yönelir. Eleştiri konunun hakikatiyle ilgilidir ve sanat eserinin gerçekliğine eleştirisiz kavuşması söz konusu değildir. Buradaki gerçeklikle gerçeküstü eserlerin bile bir  çeşit (zaman ve mekanda yerleşiklik, tarihsellik; allegorik veya tasniflenmişlik, tasnifdışı edilmişlik gibi) gerçekliğinin olduğunu söylemiş oluyoruz.

Sanat eserine hukukî müdahale ancak sınırlı, tartışma açıcı, duyarlılığı uyarıcı ölçülerde kalarak meşruiyet iddiasında bulunabilir. Burada cezadan konunun tartışılması, tepkiselliğin önünün kapatılması gibi implicit gerekçeler söz konusudur ve farklı (demokratik) siyasi kültürlerde farklı yollar izler.

Müdahalelere karşı konuya karşı eleştirilerimizden daha çok yer vermek durumunda kalmamız "ne yapmalı" tartışması açmamak içindi. Birilerinin başını belaya sokmak, yasakları listeletmek için bahane üretmek değil, oyuncu tercihinin ırkçılığa dönüşme işaretlerinin film endüstrisince dikkate alınmasını sağlamak durumundayız. 

Aşılmaması gereken sınır aşılmak üzeredir, insanın kendisine dair önyargısı olarak estetik müdahale tartışılmalıdır. Yüz nakli ameliyatlarının açtığı imkanları bir yandan reddetmezken, diğer yandan görüntü, cilt ve saç rengi, yüz şekil ayrımcılığına kategorik olatrak karşı çıkmak durumundayız.

"Kategorik" demem, tekrarlarsam, burnu ameliyatlı, cilt rengini bin bir zorlamayla açtırmış, vücüt şeklini neredeyse bir ırktan kaçma düzeyinde değiştirmiş insanlara dahi ayrımcılık yapmamayı içeriyor.

Yüzü bir kazada hasar görmüş oyuncuyu ekranda görmek istemeyen bir toplum kuruntu veya psikolojik bozukluk olarak insanların görünümlerine müdahalelerini etkilemektedir. İnsanlar en azından ekranda gizlenmek, maskelenmek zorunda kalmamalıdırlar. 

Bir moda salgını, popüler kültürel salgın olarak estetik ameliyatlar üstün ırk, tabî ırk düşüncesini içinde barındırmaktadır.

Dünyanın en güzel yüzlerini dahi kendilerinden tereddtütlü kılan bir aşağılık duygusuna yol açan ne tek başına ırkçılık, ne güzellik endüstrisi, ne kapitalizimin insan idealidir.

Dilencileri bile burun ameliyatlı antikapitalist ülkeler sözkonusu. Amerikan rüyası görenler değil, muhafazakar kesimin erkek ve kadınları da bu furyaya teslim olmuşken nedenlere takılıp kalmadan ırkçılığa, toplumların kendilerine karşı yönelttikleri ırkçılığa dikkat çekmemiz gerekiyor. 

(zamanım yetmedi burada bırakıyorum. düzeltilmedi)




12 Nisan 2012 Perşembe

Üzerinde Düşünmem Gereken Bir Kaç Dışpolitik Gözlem/Varsayım

Bu kez sonuçlarındaki tutarlılıklarını sınamadığım varsayımlarımı ve onlarla ilintili sorularımı ilerde değerlendirmek/cevaplamaya çalışmak üzere sıralayayım:

1. BOP dönüşecek.

2. Varolan Krizlerin en büyüğünü yaşıyoruz.

3. Uluslararası şekillenme lokal dinamikleri hesaba katma üzerine kurulu. Zorlama işlerden tasarruf sözkonusu.

4. Neoconlar devre dışı.

5. "Finanskapital" çıkar alanlarıyla, yönelimleriyle lokalize oluyor. Lokal politizasyon globallik imajı pahasına olacak.

6. Para fazlasının rasyonel değerlendirilmesi uluslararası siyaseti dengede tutuyor.

7. Çin uluslararası iktisadi sisteme entegre durumda. Çini sarsmak, Çinin hareketleriyle sarsılmak akla yatkın değil. Uluslararası sisteme şimdilik "uluslararası kapitalist sistem" de diyebiliriz. Burada bir dönüşüm, yeni denge söz konusu olabilir mi, şimdilik bilemiyoruz.

8. Türkiyenin dış politikadaki imkan ve insiyatifi enerji sorununu ve cari açıklarını kısa vadede çözebilmesine bağlı olarak daralıp genişleyebilir. Pazarlarda bir daralma söz konusu olacak. Orta ve uzun vadedeki çözümler kısa vadedeki daralmalar yüzünden yetersiz kalabilir. Bunun da nedeni uluslararası siyasette imkanlarımızı aşan angajmanlardır. Başarı kumarda kazanmak, konjonktürel hareketlerle sağlanabilir ve risklidir.

9. Türkiyenin bölgesel aktör mü, bölgesel taşeron mu olacağı konjunktüre, talihe, şansa bırakılmış görünüyor. Bu kadar riskle başarı politikaları yürüten kesimlerde gerginlik ve tereddüt biriktirir.

10. İrana müdahale Amerikadan gelmezse belirsizlik yaratmaya yöneliktir. Suriyeye müdahale sonunda tüm müdahilleri de dönüştürecek bir süreci başlatacaktır. Eğer İrana müdahale Amerikadan gelirse BOP planlandığı gibi şekillenecek, ancak orta-uzun vadede çatlaklar verecektir.

11. Varolan aktörlere seksenli yılların savaş mühendislerinin de katıldığını gözlemlediğimizi ekleyelim. Obama yönetimi ile alakalarının ne olduğuna dair değerlendirmeler gerekiyor. Ağırlıkları geçici bir dönem için midir bilemiyoruz. "Neoconların devre dışı kalmaları hala söz konusu mudur?" sorusuna geri dönmemiz gerekiyor burada.

12. Türkiyeyi parlak bir gelecek bekliyor ancak, toplumsal uzlaşmasını tamamlamamış bırakılarak destabilizasyon kanallarının açık tutulması bir "proje" midir? Halkının Ülkesi olmaması tercih edilecekse, kimin, kimlerin ağırlığı söz konusudur? Gerilim politikaları ne ölçüde dayatma, ne ölçüde bilinçli bir tercihtir?

Meşruiyet Dedektörü Hanımlar, Beyler

Onların gözünde meşruiyetini yitirmişlerin tersanelerine girilebilir, tapınakları mezbahaya çevrilebilir, zalim gördüklerini durdurmak için bin misli zulüm yapılabilir.

Onların gözünde meşruiyetini yitirmişlere darbe yapılabilir, kuşaklar işkenceden geçirilebilir.

Onların dostlarının zulmüne karşı çıkanlar darbeci, komitacı, vesayetçi, hayduttur.

Onlar havada su, toprakta karınca, havada kuş kadar çok olanı bastırırlar.

Gökte, yerde, karada, suda hep onların gürültüleri, hezeyanları, talepleri duyulur.

Ey Halkım, Unutma bizi!


10 Nisan 2012 Salı

Izdıraplı veya Erken Ölüm "Öteki"ne mi Mahsustur?

İşine geleni ölüme, vaad edilene, ilahî adalete örnek gösterenlerin söylediklerinde haklılık payı var mı? Genç ölüm, ızdıraplı ölüm, nesiller boyunca benzer şekilde ölüm birilerin ötekilerden iyi ya da kötü olduklarına işaret mi?

Sabırla, hastalıkla sınanmayı bilmeyen eyüpleri, eyüplüğü de bilmez. Başkalarının ızdırapla sınanması, genç ölümleri ya da erken ayrılıkları bir diğerlerini seçilmiş, dokunulmaz kılmıyor.

Peygamber torunları vahşetle katledildiler. Peygamberler hastalıklarla, ayrılıklarla yüzleştiler. Her kim genç ölmeme garantisinin olduğunu iddia ediyor, başkalarının hastalıklarını dillerine doluyor, en hayırlı ailelerin nesillerce erken ölümlerle yüzleştiklerini unutuyorsa hakikate, hastalıkların, ölümlerin, kalımların hakikatine zulüm ediyordur.

İnsanları beğenmeyebilirsiniz. Yaptıklarını tasvip etmeyebilirsiniz. O halde eleştirirsiniz. Siz, onların yaptıklarını yapmazsınız.

Kendi ölümüne güle oynaya gitmek, cenaze törenini bir düğüne, eğlenceye çevirmek başkadır, ki çokbilmişler onların ölüme güle oynaya gitmelerini yermişlerdir. Husumet beslediklerinizin ölümlerinde sevinçten debelenmek, onları hastalıkları, "zamansız ölüm"leriyle eleştirmek başka. Onların gülüp oynamalarına da insanlık itiraz etmiştir.

Başkalarının acılarına sevinmek başkadır, kendi acını olgunlaştırıcı bulmak başka. Acıyı bal eylemek ne sadizmden konuşmaktır ne de mazoşizmden. İnsan, "acı asildir" derse bela aranmasını önermez, belâda olana bunu bir fırsata çevirmeyi önerir. "İnsan ölümlüdür!" derse ölümü aramayı, hızlandırmayı değil, ölüme de hazır olmanın kültürünü işaret eder. Hayatlı olmak, hayata yatkın olmak sanılanın tersine ölüme hazırlılık işidir. Hayatı kabullenen, hakkıyla yaşayan ölümle daha erken yüzleşebilendir her daim.

Kovulan aşık maalesef en çirkinimiz, en iticimiz, en imkanları kısıtlımız değil. İstediğini almışla, alamamış, almamış aynı kaba konduğunda insanların hayatla asaletlenmesini yermekteyken buluruz kendimizi. Sanki fedakârlık, tereddüt, yanlış karar, çıkarbilmezlik ayıptır.

Engebelerle, güçlüklerle, hastalıklarla, itilip kakılışlarla insan oluyoruz. İlk girdiğimiz imtihanı kazanarak, ilk baçvurduğumuz işe alınarak, ilk ticaretimizde başarı kazanarak, ilk yazımızla şöhret edinerek insanlığın tecrübesini kazanmıyoruz. Kazanımlar kaybediş, kaybedişler kazanım meselelerin çeşitli düzeylerinde, yüzeylerinde.

Hayatlarını alçaklıkla kazananların bazan kazasız belasız görünen hayatları seçilmişliklerine işaret değil. Madenlerde boğulanlar, tersanelerde paramparça olanlar, kimyasal üretim işçilerinin eriyen ciğerleri, işgale uğrayan mazlumların ibadethanelerinde katledilişleri lanetlenmişliklerine, günahkârlıklarına işaret değil.

İşaret aranacaksa hep başkalarının felaketi üzerinden kendisini onaylayanların gözleriyle aranacak bir şey değil.

İşi hiç ters gitmeyen zalim yöntemini doğru bulur, dünyanın akışının yarattığı alışkanlığı onun hakikatinin ifadesi sanır, tecrübeye kapalılıkla, doğru olduğuna emin olduğu yoluyla tökezler.

İyi insanların, mazlum halkların ise belki hakikatlilikten, hakikatten, adaletten vazgeçip kendilerini ezbere, işlerine gelene adadıklarında işleri ters gider. Bunun ne kanunu var, ne de kuralı.

Hakikatinden kopmuş hayal, ideal, yöneliş çökertir, tökezletir. Kötü olan hayal değildir. Estetiğin alanı hakikate ufuk verir. Sömürgecinin elinde ise önyargısını, ukalâ bakışını süzüp inceltip dayatır.

Onlarca nesildir dedelerim genç yaşta öldüler. Onların direnişleri, katkıları, emekleri, fedakârlıkları bizlere daha uzun ömür olarak geri döndü. Şimdi bizler daha mı hayırlıyız? Barışın, komşuluğun, kardeşliğin kıymetini bilemedikçe? Başkalarının acılarını kendi sevincimize kaldıraç yaptıkça?

Başkaları yanlış düşünebilir demiyorum, çoğu kez düşünüyorlar diyorum. Yanlış düşünülendeki payımızı vurguluyorum burada, başkalarının kendi sorumluluklarını dilime dolamadan! Tartışma, eleştiri, itiraz olmadan, kurumlaştırılmadan, başkalarına aklı başında itirazda bulunmadan, tartışmaya açık durmadan kimseleri yanlışlarının sorumluluklarıyla başbaşa bıraktığımızı düşünemeyiz!

Eleştireni tehdit ettikçe, eleştrimizi aşağılama, kötülüklerini isteme üzerine kurdukça başkalarının yanlışlarında kendi sorumluluk payımızı büyütüyoruz, artırıyoruz, yükseltiyoruz. "Her koyun kendi bacağından asılır" kabahatin bireyselliğini vurgular. Ancak, sadece son tahlilde. Fikrimizi söylemedikçe, düzeltici ve demokratik bir argümentasyonu esirgedikçe insanları kendimizce yarım hakikate mahkûm ediyoruz. Anlama anlaşmadır, düşünce ilerletilmesi konuşma diyalektiği içerisinde ilerler.

Bastırdığımız, yok saydığımız başkalarının hatasındaki kendi katkılarımız, şekillendiriciliklerimiz.

"Düzelticilik" daha hatasızlarca yapılmaz, bir kavramı daha düzeltelim: İtiraz, ikna olmadığımızın gerekçelerini sunmadaki gayretimiz, dinlememiz, karşı tarafın bize bir şey söylediğine inanmamız söz konusu olmadığında karşı tarafa bir katkımızın olabileceğini hayal dahi edemeyiz. Karşı tarafın söylediğine açıklık bizim kendimizi kavrayışımızı geliştirecek olan.

En doğru önermeye cahil inanıyorsa, o doğrudan yola çıkışı doğrudan doğru bir sonuç çıkarmasını garanti etmiyor. Yanlıştan yola çıkan ve bunu eleştiriye açan insanın ise yanlışa kapılanacağını düşünmek akıllı bir iş değil. İnsanın hakikatliliği ne tamamen yola çıktığı doğru ve yanlış tarafından belirleniyor ne de haklılık veya haksızlık kimsenin tekelinde.

Haklılık iddiası tevazu, hakkaniyet, sorumluluk işidir. Haklı insan başkasının kusurunda kendi kusurunu bulup kapatabilen, başkasını düzeltme işini kendisini düzeltme işi görebilen insandır.

Haklılık iddiası kendini iddaya atmak değildir, kendisini hakikatle düzeltebilenin öncelikle kendisine yöneltebildiği eleştirel iddiasıdır. Efendim.




8 Nisan 2012 Pazar

Kuramsal Felsefe, Sosyal İnteraksiyon, Toplum Kuramı, Sosyolingvistik Meraklılarının İzlemesi Gereken Bir Site: Papağan Okulu

Modern toplum kuramının disiplinlerarası uzanımı olarak değil, teoriyi içinden çıkaran ilişkiler ve praxisin bir parçası olarak bu sitedeki yazı ve videoların takip edilmesini şiddetle tavsiye ediyorum!

Felsefî Yorumbilgisi ile ilgilenenler başta olmak üzere ezberi ezbere bağlama yerine bilimlerin insani, iletişimsel, açık diskurda cereyan eden, ufuk kaynaşmalarıyla genişleyen hareketini önemseyenlerin bu sitedeki hiç bir video ve yazıyı kaçırmamalarını salık veriyorum.

12 Eylül sonrası üniversitenin yapmakta eksik kaldığı bu tip çabaları modern lingvistik, terapi kuramları, sosyal psikolojinin temellerinin genişletilmesi, işlenmesi, açılması olarak özendirememesidir.

Nehir ve Begüm Hanımların yaptıklarında önemli olan şey papağanların toplumsallaşmaları, yeniden toplumsallaşmaları, terapileri, dil öğrenimlerinde konunun hakikatine en yakın yani en insanî yolu seçmiş olmaları.

Papağanlara "papağanlık" yaptırılmıyor. Bir ufuk kaynaşmasının, diyalog ortaklığının, bireyselliklerinve doğaların ayırd edici, birleştirici, özgünleştirici ve biricikleştirici hareketleri ve dinamikleri içerisinde dinamik bir dil, karşılıklı rol modeli izliyor olmaları dikkat çekici.

Bir oyun ortamı sunulurken hangi renk ve sese ilgi veya sevgi duyulduğuna dikkat edilmesi değil dikkatimi çeken, bu ilgi ve sevginin değişebilirliğine dikkat edebilen bir duruş.

Manevî Bilimlerin (İnsanî ve Sosyal Bilimlerin toplamı) içerisine hayvanların sosyolojisi de ergeç dahil edilmek zorunda. Yalnız daha ciddi dil, kültür kuramlarına sahip olmak için değil, daha hakikatli olabilmek için de.

Çalışmaların dilin, davranışın, dünyada oluşun pedagojisi, didaktiği açısından önemi zaten bilinen bir şey. Bu tip çalışmalar hem eski doğu kültüründe hem de modern toplum kuramında (herbert Mead'in çocuğunu bir maymunla paralel büyütmesi her şeyin yanı sıra karşılaştırmalı yetişme genetiği, interaksiyonun çeşitlenen ve çoğullaşan hakikati ve temelleri üzerine düşünmek için büyük bir imkândı) pozitivizmin devreye girmesine kadar, girdikten sonra da konunun hakikatine dikkat çekme açısından oldukça önemli idi. Pozitivizme çatmak için bir bahane aramayayım: Pozitivizmin sınanmasıyla ortaya çıkan eleştirel imkânlar daha insanî bir bilim, yorum ve anlama dünyasına yürümemiz için büyük bir dönüm noktası oluşturmuştur.

İster bir hobi görülsün isterse bilimsel bir çalışmanın parçası olarak bu tür çalışmalar (dil, kültür, tarih anlayış, akıl, toplumsallaşma) insanca duruş ve bakışın hayat dünyasını gerekli kılıyor. Ufkun genişleme dinamiğinin metdolojiden değil insanca tevazudan, şevkat ve ezbersizlikten geldiğini gösteren güzel bir ilgi, duruş, çabanın enetellektüel yolunu araması, kendisini ifade etmesi.

Bilim Felsefesi, Toplum Kuramı ya da Yorumbilgisi dersi vermemiz nedense her dönemde engellenmemiş olsaydı bu sitedeki videoları teker teker öğrencilerime izletir, yorumlardım. Bilim, anlayış insanî duruş işidir. Evden, toplumdan, sokaktan, ruhu yaralı bir köpekten alınan olmadan üç beş senelik ezberle bilim olmaz.

İleride fırsat bulabilirsek Yorumbilgisinde, doğu klasiklerinin tartışılmalarında, kuramsal felsefe seminerlerinde bu sevimli hayvanların interaktif hareketlerine dikkat çekmeye, böylesi çalışmaları özendirmeye çalışacağız.


(Alel acele, online yazıldı, düzeltilmedi)