13 Temmuz 2012 Cuma

Türkiye Neyi İşitmek İstemiyor?


Türkiye insan kaynaklarını toplumu gererek verimsizleştiriyor.
İktisadî büyüme ve kalkınmayı doğaya, çevreye ve yaşam kaynaklarına düşmanlığa çeviren arkaik bir ”ilerlemeci, modernist ve ihtilâlci” ekonomist-liberal aydınlanma ideolojisi hâddinden fazla güç kazanmış durumda. Kaba marksizmde de eleştirilmiş, kültürün rolünü indirgeyen bir ekonomizm; kaba, indirgenmiş ve ihtilâlci bir modernizm muhafazakârlık adına gündemde tutuluyor!
Cari açıkların düzeyi ve enerji açığı doğal kaynaklarımızı (geleceği ipotek ettiren bir tarzda) elden çıkarmaya fazlasıyla gönüllü bir mahfile emanet etme gerekçesi olabiliyor.
Hukûk bir ihtilâl hukûkuna dönüşme tehlikesini gösteriyor, adâlet beklentisi yasamanın hukûk planlamalarına rağmen düşüyor.
Ücret politikaları sosyal yardım politikaları, merkez bankası politikaları gibi yönlendiriliyor. Adâlet düşüncesi ile ücretlendirme buluşamıyor.
Bürokrasinin ideolojik ortaklılıklar üzerinden gruplaştırılması ile sağlanan pratik yarar ilerde toplumun eşitlik, adalet, kardeşlik anlayışını temellerinden sarsacak bir ayrışmayı yaklaştırıyor! İmtihanlarda soru çalınabiliyor ve faiilerin yaptıkları yanlarına kâr kalıyor, kayırmacılık, adam yerleştirmecilik, ele geçirmecilik toplumda eleştirilirken dahi ”doğal” karşılanabiliyor.
Kimlerin başına ne geleceğini tellâl gazeteciler ilân ediyorlar, yargının bile böyle bir yetkisi hakkanîyette yok iken. Bunlar normal bir toplumda hukûk devleti olmamanın, eşitsizliğin, ayrışmanın göstergeleridir.
Obama’nın seçim kaybetmesi; İrân’ı üzerimize kışkırtmaya niyetli ülkeler varken demokrasimizi stabilize etmememiz; yargı erkini sekterize etmemiz, avukatlar bilgilendirilmezken yargı işlemlerinin ve dosyaların propaganda gazeteciliğine açık tutulduğu kanaatinin kamuoyunda güçlendirilmesi; dava öncesi adliye önlerinde ”teşhir” için dağıtılan, savunma açısından ulaşılmaz kılınan kategorideki belge, cd ve ”delil”ler; üretime yönelmişken çalışanları angaje etmememiz, söz haklarını kısıtlamamız anlaşılır gibi değil.
Delil toplayanlar yargı sonucunu etkileme yolunda propagandaya bulaştırılırlar ise hem topladıkları deliller güvenilirliklerini, hem de yargı kararları meşruiyet kaynaklarını, kararlar bağımsız muhakeme süreçlerini yani hukûka uygunluklarını, halk da güvenliğini ve adalet altında yaşama güvencesini yitirmiş olur. Bu delillerle verilmiş hakkanî kararların dahi uluslarası bağlayıcı hukûkî platformlarda geçerliliğini yitireceğini birilerinin akıl etmemesi hayra alâmet değil. Hukuk çiğnenerek alınmış ”adil” kararlar ”şüpheli” lehine ise kararlar onaylanacak; hukuk çiğnenerek ”mahkûm” aleyhine alınmış, hakkanî olduğu düşünülen kararlar mahkûm edilecektir. Bu adalet politikasıyla hedeflenen sanki gözaltı ile verilen ceza ve kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmalardır, adâlet değil!
Adalet beklentisi körleştirildiğinde ”liberal” bir iktisat, işleyen bir toplumsal hayat, dış politikada tedbirli bir tutarlılık söz konusu edilemez!
Türkiyenin iç ve dış reel politikaları, politika temellendirmeleri ve gerekçelemeleri örtüşmedikçe, toplumsal dayanışma adetâ istenerek zayıflatıldığında (olasılıkları düşük de olsa) güçlü dış politik ve iktisadî savrulma dalgalarına karşı hazırlıklı olduğumuzu düşünmemiz zor. 

12 Temmuz 2012 Perşembe

Çorumda Ramazanda Zurna ve Oyun Havası Yasağı









Düğünler mukabeleye çevriliyor.
Mukabeleler ise panayıra. Herkesin elinde bir telefon, patlayan flaşlar.
Dede Efendinin Rast Ayini. Telefonla ses aktaran yeni muhafazakarlar.
Ellerinde gazozları ve patlamış mısırları eksik. Çocuklarına "dur sus" demiyorlar. Geleneğe zulüm. serbest bırakılmış bir şımarıklık. İnsanlar zikirde, gözlerine flaş patlatılıyor. Uyarıldıkları halde. Hayvanat bahçelerinde maymunlara sigara veren ayıları dürten aşksızlar bu kez de ayin dağıtıyorlar. Zihin dağıtıyorlar. Herkes duruma alışık. Benden başka tepesi atan kimse yok sanki.

Ha evet, olduydu eskiden: Girip çıkan, Ayinin ortasında içeri dalan seyircileri kovan bir ses sanatkârına "konser sandı ayini!" diye kızmıştık. "Ayar tutturamadı" diye düşünmüştük. Sen misin kızan!

Mikrofon elimde olsa aynı şeyi yapardım, galiba, yani... Muhakkak!

Ayinler panayır alanlarında yapılır oldu.
Panayırlar ayinleri istila ediyor.

Büyük Taarruz günü "haydi eller havaya".
Sahurlarda ise "ceddin deden" ile uyanacağız.
Düğünlerimizde semazenler dönecek allı morlu tennurelerle.
Müsamere cepkeni bile giydiriyorlar, pulları eksik.

Çocukluğumda Kut ül Ammare Gününde sinsin oynanırdı. Karayılan çalardı zurnayı. Kuttül Ammare, Çanakkale, İstiklal Harbi gazileri tempo tutarlardı, mesela fidaydaya. Torunları oynardı... oğullar babaların yanında ağır takılırlardı, düğünler, kutlamalar hariç.

Milli bayramlarda da çalınır oynanırdı. Çoşkuyla, vakarla. Geceleri fener alayı, sinsin. Gündüzleri cirit.
Dini bayramlarda da neşeli havalar, oyun havaları çalınırdı meydanlarda.

Nerede yanlış yaptık Ey Şeyh Galip,  güzel galip, güzel dost...

Neşesiz, zevksiz, ihtimamsız, musıkîsiz, renksiz, tek düze bir hayat değil di ki bizlere taşıdığınız...
...

Bu yazıdan önce kaleme alıp bir yerel gazeteye göndermiştim, buyrun:


Zurna Sâdâsı

Her müzik türünün, formunun bir anlamı, işlevi var. Uyutan, sakinleştiren, huzur veren bir seyir ve ritmik yapı askerî müzikte tercih edilmez. Adrenalin yükselten bir müzik akışı da genellikle ayinlerde, şiir resitallerinde (kasîde, gazel gibi) öne çıkarılmaz. Her şeyin yeri yurdu vardır.
Zurna (sûr-nây) mehter takımlarının da vazgeçilmezlerindendir. Kıvraktır, tınlaması ahşaptır, kırılgan ve ataktır, oynaktır. Kolay taşınır. Zurnada peşrev olmaz diyenler (ki olmuştur) güreş peşrevlerini kast etmezler: Zurnasız, peşrevsiz ve cazgırsız bir karakucak düşünülemez.
Güreşteki peşrev aslında pehlivanların sâlavatlaşıp selâmlaştığı, kanat atıp birbirini tarttığı zeybek oyununa benzeyen ancak daha kıvrak ve yoğun, estetik, hâle vücudu ve ruhu hazırlayıcı; sakatlanmaya maddî ve manevî anlamda tedbir sağlayan; güreşe seyircinin dikkatini yoğunlaştıran bir ritüeldir. Pehlivanlar orta noktası rakipleri ile kendi aralarında olan aslî daireyi yer yer kesip davul zurna, rakip pehlivan ve cazgırı merkez alırlarken ya da kendilerinin etrafında da genişleyen talî ve kişisel daireler çizerlerken gökte vakûr kartallar süzülür, yay kuyruklu çoban köpekleri gerinir, bülbüller akşam bahçelerinden zurna ile atışmaya girerlerdi.

”Emmiler, Emmiler, türkmen de emmiler, vay anam vay, bir oğlum olsaydı da verseydim hocaya, vay, vay anam vay”: Harfleri sökecek, kitaplar devirecek ve bir gün Kut'ül Ammare’ye gönderilecekti. Çocuktum. İnönü Zaferi İlkokulu’nun önünden geçen kanalın karşı tarafındaki çukurlarda gebere (frenkçesi ”capris”) toplayan çocuklara yukardan bir ihtiyar gülümseyerek ”bak orada da kalmış çocuklar” diye işâret ediyor, yardımcı oluyordu. Beş yaşında olmalıyım, eve yeni taşınmıştık. Bir yerlerden davul zurna sesi geldi, kamyon kasasına doluşmuş gençler ”hüdayda” oynayarak geçtiler. ”Düşmezler mi Dede?” diye sordum. ”Düşebilirler!” dedi yaşlı adam kaygıyla. ”Niçin kamyonda oynuyorlar, anneleri babaları kızmıyor mudur?”. Güldü.  ”Askere gidiyorlar!” dedi. ”Peki niçin oynuyorlar, annelerinden ayrılmaya üzülmüyorlar mı?” dedim. ”Yok!” dedi, ”şehitlik kavuşma onlar için!”. Çok daha sonraları, bu buruşuk yüzlü, ütülü pantolonlu, kısık sesli, güleç, hafif kambur, ufak tefek, ceket cebine madalya ilişik adamın bir Kut'ül Ammare gazisi olduğunu öğrenecektim. Osmancık Taburu ile Basraya gitmiş, ağır yaralı olarak esir alınmış ve Mahmut Emmi’mizle birlikte bir gemiyle Hindistan'a esir kamplarına gönderilmiş olanlardan.

Kurtuluş günlerimiz, milli bayramlarımız artık pop konserleriyle geçiştiriliyorken, askeri törenler ”militarist” bulunurken; yeniden bando, mızıka, mehter tartışması açmak şu makus hafızasızlığımız üzerinden bizimle alay etmek değil mi?
Osmanlı kıyafetleri ile mehter çalınacakmış. Güzel, çalınsın. Fes gelenekmiş, takılacakmış. Ne zamandan beri gelenekmiş? Tamam, taksınlar. Bir zurna mı gelenek değilmiş?
Zurna Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yokmuş. Varsın olmasın. Çorum’da, Tokat’ta, Osmancık’ta, Kargı’da, Merzifon’da, Hacıköy’de, Hamamözü’nde, Mecitözü’nde, Alaca’da, Sungurlu’da, İskilip’te, Dodurga’da da mı  yoktu?
Nerede yoktu? İstanbul'da mı? Bursa, Edirnede mi?
Zurna Anadoluda, Balkanlarda, Kafkasya'da, Asya içlerinde, Orta Doğu ramazanlarında yok mu imiş? Bunu hangi müzikolog iddia edebilir?  Hangi etnomüzikolojik çalışma bunu kanıtlamakta?

Çocukluğumuzun ramazanları davullu zurnalı idi. Bilhassa Osmanlı zamanında yetişmiş insanların istek parçaları, davul-zurnacılara mükâfaatları, yataklardan neşeyle kalkışları, hattâ sokağa inip oynayışları eski ramazan neşvesinin mukabeleler, hatim ve sakal duaları, mevlitler, davetler, diş kiraları, ramazan pideleri, hurmalar, zeytinler, mevsim salataları, mesnevî okumaları akşam oynanan "yüksük" gibi oyunlar, pişmaniye (tel tel helva), misafirine mermer üstünde çeşit çeşit akide şekeri yapan ev sahipleri, sahurda kokusuyla uyandığımız zurnadan daha etkili olan ıspanaklı (pancarlı) börekler, ıhlamur ve çay kokusu, çocukların tekne orucu unutulur gibi değil.
Çalınan parçalar süregiden bir geleneğin, duruşun vâkârın ifâdesi idi. Her evde hâlâ kayıpların, şehitlerin sızısı vardı. Sadece Babaannemin beş ağası (ağabeyi) Osmancık Taburu ile Çanakkale'ye gitmiş ve bir daha dönmemişti. Babamın amcası Basrada yaralanıp esir düştükten sonra yedi yıl hindistanda esir kalmıştı. Geri döndüklerinde getireceklerinin konuşulduğu, gaz lâmbası ışığında oturduğumuz; külde ayva, küp armutu, havuç ve patates gözlenen, arada Munise Teyze’nin küçük oğlu Kâzım’ı dizinde uyutarak halk hikâyeleri anlattığı bir gece gelen davul zurna sesine pencereden kulak kabartan Babaanneme uzaklardan, Ağalarından gönderilmiş bir mektubu okutan neş’eyi, nağmeyi ”gayde”yi unutamam. Davul zurna sâdâsı hürriyetimizin kubbesinde kanat çırpan gelenekti.

"Mehter besteleri" oldukça yeni besteler, genellikle eski üzerine tahminler. Eski mehter marşları hakkında pek fazla bilgi yok. Zamanla bazı bilgiler ortaya çıkmayacak diye bir şey de yok, ancak, iki de bir yasaklamaya, yok etmeye çalıştığımız halk müzik geleneği olmadan ne mehterde kullanılan ayak ya da makamların seyirlerini bilen müzisyen kalır, ne de müziğimizin yaşayan ruhu, çerçevesi. Kadensler, melodik işlemeler, akış ve dinamik ancak halk ve divan geleneklerinin bugüne aktarılmış katmanlarından çıkarılabilir, bir ölçüde ve sadece imkân kapıları olarak.
Tek parti dönemi kültür mühendisliği ile eleştiriliyor. Oyun havası ve zurna yasağında söylem halk şikayeti, gürültü, ûlviyet, ramazan rûhu üzerinden olsa da yapılan kaba aydınlanma ihtilâlciliğinden bir müdahaledir!
Oyun havalarını yasaklamaya, toplum mühendisliğiyle çalınmaz hale getirmeye kalkıştığımızda halk kültürünün ruhuyla oynarız, birikimimizi toz toprak altında bırakırız. En kırılgan zamanında, en zayıfladığı asırda, ruhunu kaybetmeye başladığı dönemde. Bela Bartok’un Macar Ruhunu melodilerimizden çıkarmaya ve yeniden kurmaya çalıştığı topraklarda gerçek hazinelerimizi aşındırmakla iştigal etmiş oluruz.

Fütüvvet’i bilen, onun etrafındaki hayat tarzına da saygı gösterir. Yiğitler oynarlardı, evet, oynamayana da "adam" demezlerdi. Bugün bundan kaç kişinin haberi vardır ki? Cirit, güreş ve sinsinsiz bir kutlama, anma, (festival anlamında) eğlence yoktu. Sohbetle, yarenlikle, bin bir yolda kalışta pişer, insanlaşır, hayatı sever, ölüme sıcak bakarlardı. ”Adamlık!” diye bir niyâzları vardı: Gelen her şey haktandı, pişirir, öğretirdi. Ayrılıkla, acıyla yaşamayı bilirlerdi. Acıdan bal çıkarırlar, ekşimezlerdi. Yolda kalanın hakkı’na riâyet ederler, ulûfe beklemezler, zamana geniş bakarlardı.

Binlerce yılda şekillenen kültürler yukardan aşağıya elden geçirilemez. Yapılan da, elde kalan da deforme edilir sadece.
Zurna müzik aletleri tarihindeki yeri müstesna bir üflemeli sazdır. Kıvrak klarinetin de, kadife sesli obua’nın da dedesi, ninesidir. Dünya tarihindeki izlerimizi yalnız izotop analizleriyle, gen tekniği ile ölçüp biçmiyoruz. Müzik aletleri bulguları aletlerdeki (pentatonik v.b.) skala açkıları ile bize hangi seslerin kullanıldığı gösteriyorlar. Kemik kavallarda, tutuş ve yıpranma noktaları çok belirgin oluyor,  ahşap ve metalde de öyle. Güçlüler, duraklar, yedenler bir ölçüde okunabiliyor, eşyaların dilinden "seyre" dair bir şeyler kestirilebiliyor. Ahşap kalıcı değil, metal ise tarihsel olarak yeni.

Halk müziği, divan (enderûn) müziği olmadan mehter müziği de olmaz! Kullanılan materyal skalalar dışında bir de makam seyri diye bir şey var, Efendim. Makam seyri, kültürdür, uygulama ve devamlılıkta değişerek aynı kalır, hayat bulur.
Eski müzikteki ses aralıklarını halk müziğinin sazlarından, seyirlerini kazılarda bulunan aletlerin yıpranma noktalarından  kurgulamaya çalışan insanlar için bu işin kırıntıları, döküntüleri bile önemliyken; yaşayan, devamlılık arzeden kaynağı, cevheri, zenginliği nasıl ziyan ederiz? Siz nasıl geleneğin yaşayan kısmını atıl hale getirirsiniz? Buna nasıl izin verirsiniz, bu şehrin insanları, aydınları? Sizin de dedeleriniz, nineleriniz bu hırıltılı, içten seslerle acılarını paylaşıp düğünlerinde oynamadılar mı? Sahurlarda bu seslerle uyanmadılar mı? Bu seslerle güreş tutmadılar mı?
Bir ümmet olmamız, halk olmamıza, millet olmamıza engel mi? Bu müdahale yeni mi aklımıza geldi? Her bir insan diğerlerine her açıdan tâbî olmalılar diye bir şey var mı? İnsanlar ayrı ayrı yaratılışta değil mi? Gelenekleri dümdüz etmemize yol açacak kararları vermemizin meşruiyetini bize kim vermekte? Toplum mühendisliği ne zamandan beri meşrû oldu?

Ramazanda çalınan havalar usta bir davulcu ve zurnacı için toplumla interaksiyonda, alışverişte belirlenir ve aktarılır. Keyfi bir repertuar oluşmaz. Ramazanda çalınanlar kolay uyandıran, neşeyle uyandıran havalardır. Bunların bir kısmı dönem-tipiktir. Bir kısmı halk ruhunun derûnunu yakalar. ”Topal Koşma”, ”Emmiler” gibi.
Ramazan davulculuğu hem eğitim, hem gelenek ister. Devamlılık içinde aktarılır ve yenilenir gelenek. Kopuşlar dahi devamlılığın kapsamındadır, mühendisliğin müdahaleleri hariç.
Zurnasız şehir davulculuğu dar şehir sokaklarının mimarisi, akustiği, karşılıklı minarelerden yükselen  ve doğal insan sesiyle okunan ezan sesi; İstanbul’un, Bursa’nın, Edirnenin şehir planlamasının bir parçası olan emperyal akustik ile düşünülmelidir. Çıplak insan sesinin sabasıyla meselâ,  uyuyacaklar uykuya, abidler ibadete gönderilir, hastaların sırtı örtülürdü bir zamanlar.
İstanbulda davulcular mani okurdu. Zurna’yı işlevsiz bırakan bir neden de kısmen budur belki. Belki değil.
Davul zurna bütün türk coğrafyasında bir takım olarak ele alınmaktadır! Ramazanlarda davul-zurna takımlarının ayrışması zorlanmış mıdır, yoksa davulcu tellâllara görev verilmesiyle mi bu ayrışma var sayılmıştır?
Açıklamalar hakîkatin kendisinin ifâdesi değildir: ”Evler bahçeliydi, pencerelere davul zurna yaklaşamaz, bir mesafe oluşurdu. Zurnasız davulun derin uykuda olanları uyandırabileceğini sanmıyorum. Uyandırma da, insanın en neşeli, en hoş zamanlarının müziği ile olurdu!”. Şüphesiz hepsi de doğru olabilir.
Sabah ezanına uyanmak başkadır: Uyku ritmi ona göre ayarlanırdı. Sabah ezanı hastayı, yolcuyu, yorgunu uyutur, ezanı bekleyeni uykusundan kaldırırdı. Kimseyi yatağından fırlatmazdı ezan sesi, oparlörler yagınlaşmadan, uzaktan müezzinlik keşfedilmeden önce.
Ezanda anlamın yanında hissedilen kemali arayan insanın çağrıyı seslendiren uysallığı; sırtları örten, sarıp sarmalayan şefkatiydi.
Şehir şehire benzemez. Çorum’un akustiğine, sesine müdahale Çorumun kulağından, ruhundan, yüzyılların zevkinden, anlayışından taşıp da gelmeli. Geleneğe müdahale edilmez. Gelenek birbirini işitenlerin sesine yönelerek inceltilir; kelime anlamıyla terbiyeden, okuldan, zorlamadan geçirerek değil.
Müzik anlayışını, kavrayışını eğitecekseniz ihtimamı, zerafeti, inceliği veren hayatın dünyasına insanları çekerek eğitirsin. Etrafındaki hayatı küçümseyip, çekirdeğe yönelirsen bir özettedir gözün, çekirdeğin içinde değil!
Ramazan rahat bırakılırsa, insanlara ve yılların emeğine kulak verilirse ramazan gecesi kendi sesini bulur. Gürültüden rahatsız olan hastalar, yaşlılar, gece çalışıp gündüz uyuyanlar varsa başka. Yine de neşesiz, sevinçsiz ramazan olmaz. Eski müzik de dinî, millî, ladinî diye birbirlerinden tamamen ayrıştırılıp fütüvvetteki anlam bütünlüğünden koparılmaz.  Sen içinden sessizce geçsen bile, senin sokağının sesi kısılmakta! Adlarını hastanelere, parklara vermek üzere paylaşamadığınız insanların etraflarındaki hayatı, onların hayat dünyalarına geçiş kapılarını silmekteyiz.

Eski İstanbul'da ramazan eğlenceleri davul zurnalı taşradan daha sesli, daha renkli idi. Eğlencelerin dışlayıcı olmamasına, hayatı ramazanı olmayanlara daraltmamaya eskiler çok dikkat etmişlerdir. Ramazan neş’esinin temellerinden birisi ramazan ruhunu bir ihtimam olarak âlemle paylaşmaktır! Reşat Ekrem, Refî Cevat, Ahmet Râsim ne güzel anlatırlar.
Bakırcıların çekiç seslerinin musikîsini okumak, bir düğünün sevincini heyecanını ve ritmini yaşamak, bir çocuğun coşkusunu hissetmek; hüzünlü bir aksam; herkesi, her şeyi yitirdiğin bir akşam diz vura vura oynamak ve rızayla boyun eğmek bu topraklara yabancı bir şey değildi.
Aşkla, hürriyetle ve kenardan geçerek!