Seda Sayan'ın programında Kamer Genç'e yapılan için iktidar partisinden çıt çıkmıyor.
Kamer Genç'i verdiği cevap için kınamıyorum. Bundan daha ince bir cevap ne olabilirdi diye düşündüm, ama bulamadım. Suskunluk yanlış anlaşılır. Mahkemelik olunmasının bir ciddiyeti kalmadı. Ne yapılabilirdi, iktidar partisinden, iktidar basınından bir tepki gelmedikçe?
Kürsüde itilip kakılmasına "operasyon" demiştim. Anında ve anda gelişse dahi bu böyle. Kredibilitesini zedelemek için yapılmadık kalmadı. "Kendi hataları da var!" demeyin. Hatadan ibaret olsaydı dahi Kamer Genç, kürsüde milletvekili bir demokraside itilip kakılmaz. İtip kakanlar da ertesi gün yaptıklarının önemini farketmemişliğin hayretiyle konuşmazlar. Birileri ona, onlara demokrasinin ne olduğunu izah eder.
Mecliste olan, mecliste kalmadı, gerisi geldi. Bu kez bir magazin programıyla. Kanalın sahipleri kimler?
Dersimlilerden özür dileniyor, ancak Dersimin vekili bu kez televizyonda linç ediliyor: "O sünnetsiz!"miş. İnsanların sünnetlerinden onlara ne? Kendilerinin bu yaptıkları sünnet mi? Kaç kitabın içeriğini, kaç emri, kaç uyarıyı zulme uğratıyorlar?
Özürün dili ile linçin dili bir madalyonun iki yüzü olduğunda biz hangi yüze bakacağız?
Herkes özre tarihi anlam yüklerken, ben Kamer Genç'e yapılana (Kamer Genç haksız dahi olsaydı!) karşı çıkılmasına önem veriyorum. Dersimlileri yetkin görmeyen, temsilcilerine sömürgeci gibi davranan bir anlayışa karşı çıkılmasına.
Kamer Genç sandıktan tesadüfen çıkmış bile olsaydı, ciddiye alınmayacak mı idi? Nerede kaldı seçilmiş atanmış farkı gümbürtüsü, iddiası, heyheylenmesi?
Bakalım yarın, bir gün ne olacak.
Dersim 1937-39'da yakınlarını kaybeden Kılıçdaroğlunu köşeye kıstırmışlığın diliyle ceberrutlukların eleştirisi bana anlayışsız, insafsız ve gaddar geliyor.
Kılıçdaroğlunun sakin, proveke olmayan tavrını devlet adamlığına yakışır buluyorum.
Oradaki varlığı, duruşu, sessizliği de hesap soruyor.
Felaketler üzerinden rant sağlanması insanlığa sığmaz. İnsanın acısıyla puan toplaması da.
İnsanlardan beklenen oysa özür değil, anlayış, kavrayış.
Ve artık acıyı paylaşanların özürü...
Basın-Yayın, Kitap, Gündelik Hayat, Yeme İçme, Tiyatro, Sinema, Kültür, Sanat, Edebiyat, Müzik, Dans, Popüler Kültür, İdeoloji Eleştirisi
25 Kasım 2011 Cuma
Beyaz Tv'deki Sünnet Meselesi İçin Özür Dilenmeyecek Değil mi?
Etiketler:
Alel Acele Yazılanlar,
Ayrımcılık,
Basın Eleştirisi,
Hatırlama Notu,
İsyan,
Yetti Artık Yazısı
22 Kasım 2011 Salı
Ekşi Sözlüğü Kapattırma Girişimleri Üzerinden
Ekşi Sözlük bazan incitici, yüzeysel olabiliyor. İtiraza kapılarını açık tutmaları, başkalarının imajını ellerinde tutma olayına ihtimamla yaklaşmalarını beklemek herkesin hakkı.
Haklarında önyargı oluşturulduğunu düşünenlerin, sitenin kendi sorumlularından cevap alamadıklarında mahkemelik olmalarını da doğal karşılıyorum.
Ancak son kapattırma kampanyasının demokratik, eleştirel, hukukî her türlü sınırı zorladığı kanaatindeyim.
Demokrasi'nin vazgeçilebilir bir şey olduğu vurgusu ise, ironik de olsa ilginç, referandumda hayır oyu verenlerin darbecilikle suçlanması demek durum, an, ironi icabıydı.
Burada ilginç bir gerekçe var: Kutsalların aşağılanması. Kutsalların aşağılanması kötü bir şey. Ancak bu, kutsalların savunulmasından ileriye gidiyor ve hukukun herkes için geçerliliği içinde herkesin, her çevrenin kutsal bildiği için demokrasiyi paranteze alabilme hakkını öne sürmelerinin yolunu da açıyor.
Sokağın devreye girebilirliği, galeyanın önünü açmaya kalkışılabileceği lafzı Çorum ve Maraş provakasyonunu yaşamış bir ülkede akıl kârı değil. Fark? İddiada haklı olunduğu düşüncesi. Kanıtın apaçık ortada olmadığı durumlarda da iddia büyükse, demokrasinin rafa kaldırılabilirliğinin meşruiyetinin düşünülebilirliğinin önü yeniden açılmış olmayacak mı? Yenidemokratlarmızın demokrasi söyleminin kolayca sönüvermesi yeni bir diktatörlüğün hedeflendiği iddialarını güçlendirmeyecek mi?
Kanıt apaçık olsa da olmasa da, hukukî sınama süreçleri devreden çıkarılarak mı hukuk gündeme getirilecek? Yani önce ortalık ateşe verilip sonra hukuk işlemeyecekse, hukuk baskı altına alınmakta değil midir? Değil ise, kamuda fiili infial için gerekçe mi oluşturulmaktadır?
Burada dikkat edilmesi gereken şudur: 11 Eylül türü saldırılarından sonra batıda göçmenlere yönelik saldırı çağrılarına meşruiyet kazandırıcı bir yolun önü açılmaktadır. Almanyada olup bitenler ve faillerin en iyi ihtimalde dahi korunmuşluğu uyarıcı olmalı idi.
Salman Rüştü meselesinde göçmenlerimiz üzerine baskıları meşru kılan bir diskur açıldı. Kutsallar korunur görünürken, batıdaki ırkçılığın göçmenleri fişleme, izleme, baskı altında tutma olayı kolaylaştırıldı.
"Ne yapılmalıydı?" diye sorulursa: Eleştiri ile karşılık verilmeliydi. Evrensel aklını bulmuş, gerekçelerini bulmuş alay ile. Bulunamadıysa, bu ihtiyaç doğardı. Aydınımızın söz hakkı elinden alındı. Söz hakkı'nın haklı olmayan sözü de içerdiğini, eleştiri hakkını yitirmenin acısıyla vurgulamalarda kalış, toplum mühendisliğine teslim oluş idi de.
Ölçü kaçırılmadıkça bu tür hallerde sokağın tepki vermesini demokratik buluyorum. Ancak demokrasinin rafa kaldırılabilirliği söylemi içinde sokak ve hukuk aynı anda gündemde tutuluyorsa, provakasyon hukukunca esir alınma durumuna düşüyoruz.
İnsanların inançlarıyla alay edenler çokbilmiş ilkel ve cahil bir bilimsellik iddasından konuşuyorlar öoğu kez. Düşünceleri, iddiaları inanç-bilgi ayrımı, antinomilerin eleştirisi gibi hususların farkında oluşun aydınlanmasını içermiyor.
Kaba eleştirinin çattığı indirgenmiş ezberi inancın hakikati sanan bir karşı kutup da, indirgenmiş, basitleştirilmiş, saptırılmış olanı kendi hakikatleri olarak savunabiliyor. İki tarafın ileri sürülen içeriğin gerçekliğinden emin oldukları, ama hakikatini sorguladıkları bir ortak zeminde kutuplaştıklarını görebiliyoruz çoğu kapışmada. Örnek verelim: Mevlânaya küfredenlerin Mevlânâya yazdıklarını bazı sözde mevlevî çevreler aynen savunuyorlar. Bir taraf bu ezberi övüyor, bazıları da ona sövüyor. Küfürü hafifletecek hiç bir şey olamaz. Ancak çarpıtma, kendi diyemeyeceklerini büyüklere söyletme de hafif br hakikat suçu değil.
Mevlâna üzerine kapışöalarda yapılması gereken, hakikî Mevlânâyı sunmaktı. Bu da zaman alacak bir iş idi. Hakikîsini sunmak zaten, hakikati içinde sunmaktır, bilebileceğimiz, kavrayabileceğimiz hakikatimiz içinde, yorumlarımızı tartışmaya, yanlışlanmaya (bilgiteorisindeki anlamıyla) açıklık içinde tutarak.
Hemen cevap verememek acıtsa da, söyleyeceğin bir şey yoksa, dersini çalışmak, ezberi olanla dövüşe girişmeden daha hayırlı bir yol.
Kanlı pazarda başkalarının hakikatini çarpıtıp balta satır saldıranları her daim haklı kılan bir hukuk, ilahî bir söz vermişlik yok.
Çarpıtma olmadığında da kafa göz kırmakla hakikat savunulur diye bir şey yok. Bunda cahiller, çok bilmişler her daim daha ustadır.
Hakikate sadık olmak, hakikatini bulmak, hakikati savunmak acelecilik, baskıncılık işi değildir. İzah edemiyorsan cahilsin. Daha iyi gerekçe sunamıyorsan, hakikate ezberi tercih ediyorsun.
İnandığında, bildiğinde hakikat olduğunu, olması gerektiğini düşünen insan saldırmaz.
Meşru müdafaa güçlü olanın, hukuku tayin edenin değil, köşeye kıstırılanın hakkıdır öncelikle.
İktidar iken köşeye kısmışlık psikozuna girmeyeceksin. Önüne geleni de köşeye kıstırmaya çalışmayacaksın.
Daha iyi bir ufuktan bakış, daha geniş bir anlayıştan eleştiri seni çaresiz, zavallı, garip yapmaz. Ayrıca garip, mazlum kalışın bir kötülüğü yok. Kerbelâ'yı okumakta aciz kalıyoruz: Orada kendilerini savunmak için mazlum kalıştan başka bir yol seçmeyişi sanki yenilgi nedeni gibi görüp, zalimlerin dilini seçmeyi yeğleyenlerimiz var. Kerbelâdaki zulümü onaylamadan değil de, yenilgiye yol açan yolu reddetmekten kaynaklanan, mazlumların aleyhindeymişçesine bir yolu seçtiren, iktidara, galibiyete götüren yolun seçilmiş oluşudur. Bu, mazlumlardan uzaklaştırıyor, Kerbelâda susuz kalanlardan uzaklaştırıyor!
Ekşi Sözlük'e karşı tavrın mutlak galibiyete, ezici dayatmaya gidecek görülen yol olması sorunlu. Bu dilden bizler çok çektik.
Velev ki hakikate zulmedilmiş olsun: Biz iktidara, ikbale, yarın yarı yolda bir kenara atabileceğimiz demokratik söyleme sarılıp, işimize gelmeyen hakikat sözcülerini susturursak, dayanaklarımızın zehrini geç farkederiz. Asaları, sopaları yere atmak, hakikate teslim olmak, hakikatin kirletilemeyeceğine inanmamız lazım, öncelikle.
Bir yanlış tezi zor ile, tehdit ile, mutlak iktidar ile susuturursak, galibiyeti garantileyen yolları seçersek susturduğumuz sadece ve sadece eleştirel aklın sesidir. Hakikati anlama eleştirel bir çabadır. Soruya cevap vererek olur. Kötü soru yoktur, provakatif soru ise gerçekliğini en kolay ele veren sorudur. Verimsiz soru anlamında kötü soru ise vardır, sormaz, tartışmayı kapatarak destekler. Yağcıların, yalakaların soruları değil, seni cepheden sarsan soruları cevaplayarak aşarsın ezberi. Provakatif soru değil, tartışmaya kapalı duruştan gelen sorudur kör soru.
Ezber? Ezberin işi başkalarının yorumuna, anlayışına, kavrayışına nakletmek, aktarmaktır. Hali, zamanı, meseleyi bilmeden duyduğunu tekrarlamak olduğunda, alaka, bağlam, söylenenin hangi alanda hakikat iddiasında bulunduğu bilinmediğinde sözün hakikatine zulmedilir. Anlama, kavrama sözün tüm içeriğini kavrama değildir. Kendi halinden durumundan, hakikatin kendisine açıldığı kadarından konuşmaktır. Konuşmaktır, çünkü, kavrayış kavrayışla buluşarak genişler. Konuşma bu anlamıyla eleştirel bir diskurun gündeminde, kucağındadır. İster anlam nüans farkından, ister tümüyle karşı karşıya gelmekten kaynaklansın konuşma, soru cevap diyalektiği, açık bir ufukta bizi düşünülmemiş ile buluşturur.
Öfke, hakikat derdi olanların işi değildir. Yalanı iftirayı göğslemek güçtür. Güçtür ama, hakikate yaklaştıracak, daha da yaklaştıracak olan o soruyu sorana değil, sorabileceğe cevap gönderebilmek, bir sonraki soruyu davet edebilmektir.
Tehditle, kodesle, yasakla hakikat korunmaz. Düzen korunur. Hakikat derdi olanlar, kendi cehalet ve dar ufuklarından korkarlar sadece, kendi faniliklerine tapmaktan, faniliklerine yapışmaktan.
Aslolan iktidar değildir. İktidara ve galibiyete götüren garantili yolların taburesine tekme vuramadıkça, gönüllerde taht kurulmaz!
Gönlümüzün sahipleri, tevazularına, insanlıklarına sarılan ve insanlıktan umut kesmeyenler, propaganda değil hakikat ipine sarılanlar olacaktır demem kimleri aydınlatabilir ki?
Acelen varsa, sabrın sözcüsü olmayacaksın!
Haklarında önyargı oluşturulduğunu düşünenlerin, sitenin kendi sorumlularından cevap alamadıklarında mahkemelik olmalarını da doğal karşılıyorum.
Ancak son kapattırma kampanyasının demokratik, eleştirel, hukukî her türlü sınırı zorladığı kanaatindeyim.
Demokrasi'nin vazgeçilebilir bir şey olduğu vurgusu ise, ironik de olsa ilginç, referandumda hayır oyu verenlerin darbecilikle suçlanması demek durum, an, ironi icabıydı.
Burada ilginç bir gerekçe var: Kutsalların aşağılanması. Kutsalların aşağılanması kötü bir şey. Ancak bu, kutsalların savunulmasından ileriye gidiyor ve hukukun herkes için geçerliliği içinde herkesin, her çevrenin kutsal bildiği için demokrasiyi paranteze alabilme hakkını öne sürmelerinin yolunu da açıyor.
Sokağın devreye girebilirliği, galeyanın önünü açmaya kalkışılabileceği lafzı Çorum ve Maraş provakasyonunu yaşamış bir ülkede akıl kârı değil. Fark? İddiada haklı olunduğu düşüncesi. Kanıtın apaçık ortada olmadığı durumlarda da iddia büyükse, demokrasinin rafa kaldırılabilirliğinin meşruiyetinin düşünülebilirliğinin önü yeniden açılmış olmayacak mı? Yenidemokratlarmızın demokrasi söyleminin kolayca sönüvermesi yeni bir diktatörlüğün hedeflendiği iddialarını güçlendirmeyecek mi?
Kanıt apaçık olsa da olmasa da, hukukî sınama süreçleri devreden çıkarılarak mı hukuk gündeme getirilecek? Yani önce ortalık ateşe verilip sonra hukuk işlemeyecekse, hukuk baskı altına alınmakta değil midir? Değil ise, kamuda fiili infial için gerekçe mi oluşturulmaktadır?
Burada dikkat edilmesi gereken şudur: 11 Eylül türü saldırılarından sonra batıda göçmenlere yönelik saldırı çağrılarına meşruiyet kazandırıcı bir yolun önü açılmaktadır. Almanyada olup bitenler ve faillerin en iyi ihtimalde dahi korunmuşluğu uyarıcı olmalı idi.
Salman Rüştü meselesinde göçmenlerimiz üzerine baskıları meşru kılan bir diskur açıldı. Kutsallar korunur görünürken, batıdaki ırkçılığın göçmenleri fişleme, izleme, baskı altında tutma olayı kolaylaştırıldı.
"Ne yapılmalıydı?" diye sorulursa: Eleştiri ile karşılık verilmeliydi. Evrensel aklını bulmuş, gerekçelerini bulmuş alay ile. Bulunamadıysa, bu ihtiyaç doğardı. Aydınımızın söz hakkı elinden alındı. Söz hakkı'nın haklı olmayan sözü de içerdiğini, eleştiri hakkını yitirmenin acısıyla vurgulamalarda kalış, toplum mühendisliğine teslim oluş idi de.
Ölçü kaçırılmadıkça bu tür hallerde sokağın tepki vermesini demokratik buluyorum. Ancak demokrasinin rafa kaldırılabilirliği söylemi içinde sokak ve hukuk aynı anda gündemde tutuluyorsa, provakasyon hukukunca esir alınma durumuna düşüyoruz.
İnsanların inançlarıyla alay edenler çokbilmiş ilkel ve cahil bir bilimsellik iddasından konuşuyorlar öoğu kez. Düşünceleri, iddiaları inanç-bilgi ayrımı, antinomilerin eleştirisi gibi hususların farkında oluşun aydınlanmasını içermiyor.
Kaba eleştirinin çattığı indirgenmiş ezberi inancın hakikati sanan bir karşı kutup da, indirgenmiş, basitleştirilmiş, saptırılmış olanı kendi hakikatleri olarak savunabiliyor. İki tarafın ileri sürülen içeriğin gerçekliğinden emin oldukları, ama hakikatini sorguladıkları bir ortak zeminde kutuplaştıklarını görebiliyoruz çoğu kapışmada. Örnek verelim: Mevlânaya küfredenlerin Mevlânâya yazdıklarını bazı sözde mevlevî çevreler aynen savunuyorlar. Bir taraf bu ezberi övüyor, bazıları da ona sövüyor. Küfürü hafifletecek hiç bir şey olamaz. Ancak çarpıtma, kendi diyemeyeceklerini büyüklere söyletme de hafif br hakikat suçu değil.
Mevlâna üzerine kapışöalarda yapılması gereken, hakikî Mevlânâyı sunmaktı. Bu da zaman alacak bir iş idi. Hakikîsini sunmak zaten, hakikati içinde sunmaktır, bilebileceğimiz, kavrayabileceğimiz hakikatimiz içinde, yorumlarımızı tartışmaya, yanlışlanmaya (bilgiteorisindeki anlamıyla) açıklık içinde tutarak.
Hemen cevap verememek acıtsa da, söyleyeceğin bir şey yoksa, dersini çalışmak, ezberi olanla dövüşe girişmeden daha hayırlı bir yol.
Kanlı pazarda başkalarının hakikatini çarpıtıp balta satır saldıranları her daim haklı kılan bir hukuk, ilahî bir söz vermişlik yok.
Çarpıtma olmadığında da kafa göz kırmakla hakikat savunulur diye bir şey yok. Bunda cahiller, çok bilmişler her daim daha ustadır.
Hakikate sadık olmak, hakikatini bulmak, hakikati savunmak acelecilik, baskıncılık işi değildir. İzah edemiyorsan cahilsin. Daha iyi gerekçe sunamıyorsan, hakikate ezberi tercih ediyorsun.
İnandığında, bildiğinde hakikat olduğunu, olması gerektiğini düşünen insan saldırmaz.
Meşru müdafaa güçlü olanın, hukuku tayin edenin değil, köşeye kıstırılanın hakkıdır öncelikle.
İktidar iken köşeye kısmışlık psikozuna girmeyeceksin. Önüne geleni de köşeye kıstırmaya çalışmayacaksın.
Daha iyi bir ufuktan bakış, daha geniş bir anlayıştan eleştiri seni çaresiz, zavallı, garip yapmaz. Ayrıca garip, mazlum kalışın bir kötülüğü yok. Kerbelâ'yı okumakta aciz kalıyoruz: Orada kendilerini savunmak için mazlum kalıştan başka bir yol seçmeyişi sanki yenilgi nedeni gibi görüp, zalimlerin dilini seçmeyi yeğleyenlerimiz var. Kerbelâdaki zulümü onaylamadan değil de, yenilgiye yol açan yolu reddetmekten kaynaklanan, mazlumların aleyhindeymişçesine bir yolu seçtiren, iktidara, galibiyete götüren yolun seçilmiş oluşudur. Bu, mazlumlardan uzaklaştırıyor, Kerbelâda susuz kalanlardan uzaklaştırıyor!
Ekşi Sözlük'e karşı tavrın mutlak galibiyete, ezici dayatmaya gidecek görülen yol olması sorunlu. Bu dilden bizler çok çektik.
Velev ki hakikate zulmedilmiş olsun: Biz iktidara, ikbale, yarın yarı yolda bir kenara atabileceğimiz demokratik söyleme sarılıp, işimize gelmeyen hakikat sözcülerini susturursak, dayanaklarımızın zehrini geç farkederiz. Asaları, sopaları yere atmak, hakikate teslim olmak, hakikatin kirletilemeyeceğine inanmamız lazım, öncelikle.
Bir yanlış tezi zor ile, tehdit ile, mutlak iktidar ile susuturursak, galibiyeti garantileyen yolları seçersek susturduğumuz sadece ve sadece eleştirel aklın sesidir. Hakikati anlama eleştirel bir çabadır. Soruya cevap vererek olur. Kötü soru yoktur, provakatif soru ise gerçekliğini en kolay ele veren sorudur. Verimsiz soru anlamında kötü soru ise vardır, sormaz, tartışmayı kapatarak destekler. Yağcıların, yalakaların soruları değil, seni cepheden sarsan soruları cevaplayarak aşarsın ezberi. Provakatif soru değil, tartışmaya kapalı duruştan gelen sorudur kör soru.
Ezber? Ezberin işi başkalarının yorumuna, anlayışına, kavrayışına nakletmek, aktarmaktır. Hali, zamanı, meseleyi bilmeden duyduğunu tekrarlamak olduğunda, alaka, bağlam, söylenenin hangi alanda hakikat iddiasında bulunduğu bilinmediğinde sözün hakikatine zulmedilir. Anlama, kavrama sözün tüm içeriğini kavrama değildir. Kendi halinden durumundan, hakikatin kendisine açıldığı kadarından konuşmaktır. Konuşmaktır, çünkü, kavrayış kavrayışla buluşarak genişler. Konuşma bu anlamıyla eleştirel bir diskurun gündeminde, kucağındadır. İster anlam nüans farkından, ister tümüyle karşı karşıya gelmekten kaynaklansın konuşma, soru cevap diyalektiği, açık bir ufukta bizi düşünülmemiş ile buluşturur.
Öfke, hakikat derdi olanların işi değildir. Yalanı iftirayı göğslemek güçtür. Güçtür ama, hakikate yaklaştıracak, daha da yaklaştıracak olan o soruyu sorana değil, sorabileceğe cevap gönderebilmek, bir sonraki soruyu davet edebilmektir.
Tehditle, kodesle, yasakla hakikat korunmaz. Düzen korunur. Hakikat derdi olanlar, kendi cehalet ve dar ufuklarından korkarlar sadece, kendi faniliklerine tapmaktan, faniliklerine yapışmaktan.
Aslolan iktidar değildir. İktidara ve galibiyete götüren garantili yolların taburesine tekme vuramadıkça, gönüllerde taht kurulmaz!
Gönlümüzün sahipleri, tevazularına, insanlıklarına sarılan ve insanlıktan umut kesmeyenler, propaganda değil hakikat ipine sarılanlar olacaktır demem kimleri aydınlatabilir ki?
Acelen varsa, sabrın sözcüsü olmayacaksın!
Etiketler:
Adalet Üzerine,
Aydın Eleştirisi,
Basın Eleştirisi,
Etik,
İtiraz,
Siyasî Gündem,
Tavır,
Yetti Artık Yazısı,
Zevrak-ı Derûnumuz'dan
18 Kasım 2011 Cuma
Vicdanî Red Üzerine Ev Ödevleri
Savaşın nerede red edileceği, nerede kabul edileceği eski adamlık, yiğitlik, alplik geleneğimizin (tüzüğünde, el kitabında değil) praksisinde, fronesisinde de yazılı idi. Kabile ve aşiretler demokrasisinde reddedilen savaşlar çok olmuştur, güç dengelerinin elverişli olmasına bakılmamıştır çoğu kez.
GAZA. Gaza zulme karşı duruş, barış için hareket idi, zamanla nasıl gerekçeler, temellendirişler, duruşlar sulandırılır ayrı bir konu. Savaşı red veya savaşı kabulleniş aynı gaza kavramının içinde gerekçelenebiliyor meşruiyetini bulabiliyordu. Erken fütüvvet bir aşiretler, boylar demokrasisin buluşma alanında şekillendi. Merkezî devlet(ler)le fütüvvet evet, zayıflamıştır. Bu anlamda bir zayıflamayı da dert ettiklerini sanmıyorum. Aşiretlerarası demokrasi yani dengeler ve ortayol bulma faaliyetleri kötü bir şey olmasa da, stabilite, güvenlik, hukuk, ticaret yollarının açık tutulması özlemi merkezî devlete yönelik bir talep de yaratıyordu.
Hüzeyin Gazi'nin Kuyucu Murat Paşaya katılmayı reddeden torunları da o dönemin anadolusunda yiğit, er bulunuyordu pekalâ. karşı koyuşlar her daim isyan biçiminde olmazdı. Dengeler elverdikçe diplomatik, elvermediğinde canından olmayı göze almayı gerektiren bir kodeks öncelenirdi. Bir el kitabından yola çıkarak değil. Halkın, kültürün, geleneğin temellendirici desteğini, toplumsal vicdanı arkasına alarak!
Vicdanî redde ayırt edici olan gerekçenin bireyden mi topluluktan mı geldiği değildir. Kararın arkasında bireyin durması önemlidir, birey ve vatandaşın hak ve ödevleri alanında gerekçelenmesi dahi ayırt edici değildir. Hak ve ve ödevler bağlamında bakan ve değerlendiren bir hukuk ve toplum yeterlidir.
Torunlarına silaha el sürmeyeceklerine dair yemin ettiren savaşçı geleneğin temsilcisi de vicdanî reddi gündeme getirebiliyordu, hem de meşruiyet tartışmasını anlamsız bırakarak. Olgun bir toplumda böylesi durumlarda hal çareleri bulunabiliyordu. Bulunamadığında münderecat ve hukuk icabıdır her şey.
Savaşa karşı çıkarak dağa çıkan vicdani red kapsamında hareket etmiyordu. Reddin aktif direnişe dönüşmesi, savaş karşıtlığının savaşlara iç savaşlara dönüşebilmesi ise her daim mümkündür.
Vicdani reddi modern zamanların kavramı olarak görmüyorum. Ancak modern zamanların temellenmiş direniş tarzları, barışçı duruşları ile de alakalanmış, yeniden temellenmiştir.
PASİFİZM. Vicdani red, zorla silah altına alma karşısında şiddet kullanmaz. Gandi'nin siyasi mücadelesi pasifizmin modern zamanlardaki yeniden temellendirilişi, sınanışı da olmuştur. Bugün vicdani reddi tartışan ufuk pasifizmi gündeme getirmeden kendisini ifade edemez! Pasifizm tartışmaya açık, argümentasyona açık bir duruştur. "Dinim böye gerektiriyor!", "anlayışım böyle gerektiriyor!", "gazi dedeme söz verdim!", demek durumunda değildir pasifizmden argüman. Bu tür argümanlar, bir anlamda tartışmaya kapalıyken, bir başka boyutta tartışmaya açık olabilirler. Bunda sorun yoktur. İnanca, anlayışa saygı başka bir şeydir, bir şeyin doğru olup olmadığını başka bir planda tartışmak ayrı.
"Köylüme silah doğrultamam!" da bir yeterli gerekçedir. Bunu söyleyen "Çanakkaleye gitmem!" dememektedir. Gerekçesi de pasifist değildir.
"Pasifist, işgale evet der, sömürgecilere uysaldır" diye de düşünmemek lazım. Evet, işletilebilse medenî bir duruştur. Özgüven ister. Karşı tarafa da güven ister. İnsanın ruhuna. İnsanlığın kader ortaklığına.
Pasifizme karşı argümanların güçlü olmasından çok reel politik durumlar konuşur. Savaş endüstrisi, çatışma mühendisliği. Kapıdaki bela.
Evet, ben 12 Eylül döneminde askerliği reddederdim! Çanakkale Direnişine ise gözüm kapalı katılırdım. "Doğru mu yapıyoruz?" sorusunu sormak ise ne ayıp, ne yanlış, ne de günah. Bu soruyu birileri sormalı. Birileri de cevap vermeli. Ancak hiç bir cevap sorunun önünde, ilerisinde değildir.
Soru hakikatini de taşır. Cevap kendi olumsuzlamasını.
Çanakkale'de tartışılabilecek bir şey yoktu, her şey apaçıktı: Doğru mu yanlış mı yapıyoruz sorusunu aşar bazan savaş. İşte o zaman sorgulanmaz direniş.
Çanakkale üzerine tartışmalar, yine de, olmadı değil. "Neden geri çekilen düşman askerleri imha edilmediler?" sorusuna bazan "savaş katliam değildir!" cevabını işittik, bazan reelpolitik açıklamalarla desteklendi bu, bazan karşılıklı profesyonellik ya da insanlık üzerine diskur yürüdü. Doğrusu neydi? Doğrusundan öncesini söyleyelim: Bu sorular geçmişi değil geleceği şekillendirir! Tartışma gelecek için yapılmaktaydı.
Doğrusu şudur: Çanakkaledeki direniş bir ahlâkın, varlık sebebinin, kültürün, dayanışmanın medeniyetinin cevabıydı işgalin medeniyetine. Daha üstün bir ahlâk silahlardan üstündür. Tecrübe, kurmaylar silahlı bir direnişin askeri-hukuki normlar sınırında hareket etmesini sağlayabilirler. Yani tek başına haklılık, direniş ahlakı, gelecekle dayanışma hali yeterli değil. Ufuk da vardı. Soğuk savaşın flu gerekçeleri, şeytanlaştırmaları değil, hakikat, varlığımız, insanlık için söylenebilecek sözümüz can pazarındaydı.
Batı karşısında aşağılık duygusu içinde olanları anlamakta zorlanmışımdır hep: Biz orada anayasamızı, babayasamızı, insanlık duruşumuzu yazdık, yaşadık, ilan ettik. Elbette kendimizi sınırlandırarak, savaşı intikam eylemine dönüştürmeyerek, barışa geçiş kapılarını savaşta, hatta savaşla açık tutarak!
PARANTEZ. Yunanlı sosyalistler Selanik açıklarında anadoluyu işgal için yola çıkarılmış bir gemiyi (kruvazör?) işgal ettiler. Yeri göğü inleten sloganları "Savaşa Hayır!" idi. Dışardan işgal değildi bu. Yalta ile reel sosyalizmlerle henüz dümura uğratılmamış bir kardeşlik ilanıydı, üniformalı erlerin, askerlerin. Benzeri birkaç olay İzmir açıklarında oldu. Buna "savaş karşıtlığı" deniyor. Bu direniş türü, "sivil direniş" kavramıyla geçişli olsa da, sivil direnis değil. Sivil direniş pasifizmin spektrumunda şekilleniyor. Yunanlı barış eylemcileri silahlı askerlerdi. Göze aldıkları küçümsenebilir bir şey değildi. Başlarına neler geldi, can kayıpları oldu mu neden çokbilmiş ve cengaver gazetecilerimiz incelemez, araştırmaz anlaması zor.
SİVİL DİRENİŞ. Batı üniversitelerinde "sivil direniş" pratik felsefenin dalları olan uygulamalı etik, siyaset felssefesine konu edilir. Vicdani red, "sivil direniş" başlığı altındaki bir çok konudan birisidir. Sivil direniş pasifizmin eylem spektrumu olarak görünse de, pasifist olmayan siyasetlerin de pasifist yolları kullanabildiğini biliyoruz.
Vicdanî red konusu askeri bir konu olmadan çok, adalet felsefesinin, siyaset teorisinin, düşünce tarihinin, siyaset felsefesinin, uygulamalı etiğin tartışma konusu olmalıydı.
Askeri görüş, reel durumu ifade eder, varolanın içinde, varolan şartlarda, olması gerekenin alanını işaret etmez.
Tartışmalar ise hikmeti, düşünceyi, siyaset bilmini, toplum kuramını, siyasi pragmatiği, reel politika tarihini de ister, düşünce tarihi kadar.
DÜŞÜNCE TARİHİ. Zorunlu askerlik vatandaşlık kavramının gelişimi unutularak, aydınlanma sonrası toplumların gelişimleri unutularak tartışılamaz. Profesyonel ordu bu yüzden sadece askeri bir mevzu değildir. Zorunlu askerlik bir hak mıydı, zorlama mıdır, bilinmesi gerekir! Savunmanın düzenli ordu ya da milis tipi örgütlenmesi de askeri tarihin değil, siyaset tarihinin önemli bir konusudur. Yugoslavyalaşma, balkanlaşma olaylarından sonra bizim geçmişimizdeki düzenli ordu için milislerin tasfiyesi düşünce tarihi açısından da ele alınabilmeliydi. Nerede bu tartışmalar?
FARKLI DURUŞLAR, farklı tavır alışları normalitesine dahil edebilen kapsayıcı pragmatizmler bir ülkenin çöküşünü getirmez. Savunma toplumsal dayanışmanın çökmesiyle ortadan kalkar. Teknik bilgi ve alan tecrübesi, çeşitli alanlarda önderlik sorunları reddedebileceğim şeyler değil. Ancak ruhsuz bir teknik, dayanışmasını yitirmiş bir toplum, toplumuna sömürgecileşmiş aydın, mühendisleşmiş siyasetçilerin itirazsızlıkta bile yapabilecekleri fazla birşey yok.
İÇERDE SAVAŞ VAR argümanı son haftalarda sürekli vicdani redde karşı gündeme getiriliyor. Ordu dışardaki savaş için kurulur, doğrudur, sınırlarımızda savaşlar var. Ancak ordunun içerde kullanılması gerektiğini addeden argümanlarla vicdani reddi reddetmek, vicdani red lehine argümentatif ve vicdan sızlatıcı temel oluşturmaktadır.
SİLAHSIZ HİZMET TALEBİ vicdani red ile özdeş değildir. Vicdani red bir dispozisyondur. Silahsız hizmet, değişik gerekçelerle silah taşımak istemeyenler için bir çözüm yoludur. Silahsız hizmet yerine hapishane de seçilebilmektedir bazı ülkelerde.
HAPİS. Bazı demokrasilerde bir çözüm idi. Abartılı bir süre olmaması kaydıyla, angarya ve aziyete dönüşmedikçe. Burada dikkat edilen vatandaşlık duygusunun yitirlmemesi, muteber olan olmayan vatandaşlık kavramlarına kapı açılmamasıydı. Hukuk felsefesinden, siyaset düşüncesinden argümanlar tartışmaya atılmadan bu konuyu da tartışmak imkansız.
VATAN SAVUNMASI. "Bizim çocuklar darbe yaptı" diye bir önerme düşünelim. Bu önermedeki "bizim çocuk" olmayı kutsallaştırmak değilse onca hamasiyat, tehdit, kavgacı ton insanları dinlersiniz! Dinlersiniz, taleplerine bir biçimde cevap verirsiniz. Vatan savunması soğuk savaş örgütlerinin sokaklarda aydınlarımızı yok etmesi; Maraş, Çorum, 1 Mayıs provakasyonlarına kalkışabilmesinin adı değil! Mamak askeri cezaevinde kendi aydınlarına soğuk su sıkan, taciz eden (fonda İstiklal Marşıyla!) zihniyeti reddetmek de vicdani reddi bir zamanlar, Efendiler!
Tereddüt, eleştiri, farklı bakış bizi çözmez, çökertmez. Ama devlet eliyle işkence, tecavüz yapılırsa çökertir! Kurtuluş savaşında eline silah almayanlar değil, ordu cephede çırpınırken ellerine silah alıp da yolları kesenler, ali kıran baş kesen açgözlüler belaydılar.
Vicdandan redde gideni döverek, korkutarak, şeytanlaştırarak bir yere varılamaz. Herkes hastabakıcı, aşçı olmaya kalkıştığında, evinde oturduğunda, işine baktığında zaten bir tehdit de yoktur. İnsanı evinden çıkaran yola döken, çöllere çıkaran savaş severlik değil, barışın değerini biliştir, insanlıktır, sözünde dururluktur.
Evini sevmek fena bir şey değildir. Eve dönmek, evine ekmek götürmek isteyen direnir. Evsiz, barksız, umutsuzlar da arkadaşlarını evlerine sağ salim gönderebilmek için çarpıştıklarında galip geliyoruz, geliyorduk, bir zamanlar.
(Zamanım bu kadarına yetti, benden bu kadar... Düzeltilmedi.)
GAZA. Gaza zulme karşı duruş, barış için hareket idi, zamanla nasıl gerekçeler, temellendirişler, duruşlar sulandırılır ayrı bir konu. Savaşı red veya savaşı kabulleniş aynı gaza kavramının içinde gerekçelenebiliyor meşruiyetini bulabiliyordu. Erken fütüvvet bir aşiretler, boylar demokrasisin buluşma alanında şekillendi. Merkezî devlet(ler)le fütüvvet evet, zayıflamıştır. Bu anlamda bir zayıflamayı da dert ettiklerini sanmıyorum. Aşiretlerarası demokrasi yani dengeler ve ortayol bulma faaliyetleri kötü bir şey olmasa da, stabilite, güvenlik, hukuk, ticaret yollarının açık tutulması özlemi merkezî devlete yönelik bir talep de yaratıyordu.
Hüzeyin Gazi'nin Kuyucu Murat Paşaya katılmayı reddeden torunları da o dönemin anadolusunda yiğit, er bulunuyordu pekalâ. karşı koyuşlar her daim isyan biçiminde olmazdı. Dengeler elverdikçe diplomatik, elvermediğinde canından olmayı göze almayı gerektiren bir kodeks öncelenirdi. Bir el kitabından yola çıkarak değil. Halkın, kültürün, geleneğin temellendirici desteğini, toplumsal vicdanı arkasına alarak!
Vicdanî redde ayırt edici olan gerekçenin bireyden mi topluluktan mı geldiği değildir. Kararın arkasında bireyin durması önemlidir, birey ve vatandaşın hak ve ödevleri alanında gerekçelenmesi dahi ayırt edici değildir. Hak ve ve ödevler bağlamında bakan ve değerlendiren bir hukuk ve toplum yeterlidir.
Torunlarına silaha el sürmeyeceklerine dair yemin ettiren savaşçı geleneğin temsilcisi de vicdanî reddi gündeme getirebiliyordu, hem de meşruiyet tartışmasını anlamsız bırakarak. Olgun bir toplumda böylesi durumlarda hal çareleri bulunabiliyordu. Bulunamadığında münderecat ve hukuk icabıdır her şey.
Savaşa karşı çıkarak dağa çıkan vicdani red kapsamında hareket etmiyordu. Reddin aktif direnişe dönüşmesi, savaş karşıtlığının savaşlara iç savaşlara dönüşebilmesi ise her daim mümkündür.
Vicdani reddi modern zamanların kavramı olarak görmüyorum. Ancak modern zamanların temellenmiş direniş tarzları, barışçı duruşları ile de alakalanmış, yeniden temellenmiştir.
PASİFİZM. Vicdani red, zorla silah altına alma karşısında şiddet kullanmaz. Gandi'nin siyasi mücadelesi pasifizmin modern zamanlardaki yeniden temellendirilişi, sınanışı da olmuştur. Bugün vicdani reddi tartışan ufuk pasifizmi gündeme getirmeden kendisini ifade edemez! Pasifizm tartışmaya açık, argümentasyona açık bir duruştur. "Dinim böye gerektiriyor!", "anlayışım böyle gerektiriyor!", "gazi dedeme söz verdim!", demek durumunda değildir pasifizmden argüman. Bu tür argümanlar, bir anlamda tartışmaya kapalıyken, bir başka boyutta tartışmaya açık olabilirler. Bunda sorun yoktur. İnanca, anlayışa saygı başka bir şeydir, bir şeyin doğru olup olmadığını başka bir planda tartışmak ayrı.
"Köylüme silah doğrultamam!" da bir yeterli gerekçedir. Bunu söyleyen "Çanakkaleye gitmem!" dememektedir. Gerekçesi de pasifist değildir.
"Pasifist, işgale evet der, sömürgecilere uysaldır" diye de düşünmemek lazım. Evet, işletilebilse medenî bir duruştur. Özgüven ister. Karşı tarafa da güven ister. İnsanın ruhuna. İnsanlığın kader ortaklığına.
Pasifizme karşı argümanların güçlü olmasından çok reel politik durumlar konuşur. Savaş endüstrisi, çatışma mühendisliği. Kapıdaki bela.
Evet, ben 12 Eylül döneminde askerliği reddederdim! Çanakkale Direnişine ise gözüm kapalı katılırdım. "Doğru mu yapıyoruz?" sorusunu sormak ise ne ayıp, ne yanlış, ne de günah. Bu soruyu birileri sormalı. Birileri de cevap vermeli. Ancak hiç bir cevap sorunun önünde, ilerisinde değildir.
Soru hakikatini de taşır. Cevap kendi olumsuzlamasını.
Çanakkale'de tartışılabilecek bir şey yoktu, her şey apaçıktı: Doğru mu yanlış mı yapıyoruz sorusunu aşar bazan savaş. İşte o zaman sorgulanmaz direniş.
Çanakkale üzerine tartışmalar, yine de, olmadı değil. "Neden geri çekilen düşman askerleri imha edilmediler?" sorusuna bazan "savaş katliam değildir!" cevabını işittik, bazan reelpolitik açıklamalarla desteklendi bu, bazan karşılıklı profesyonellik ya da insanlık üzerine diskur yürüdü. Doğrusu neydi? Doğrusundan öncesini söyleyelim: Bu sorular geçmişi değil geleceği şekillendirir! Tartışma gelecek için yapılmaktaydı.
Doğrusu şudur: Çanakkaledeki direniş bir ahlâkın, varlık sebebinin, kültürün, dayanışmanın medeniyetinin cevabıydı işgalin medeniyetine. Daha üstün bir ahlâk silahlardan üstündür. Tecrübe, kurmaylar silahlı bir direnişin askeri-hukuki normlar sınırında hareket etmesini sağlayabilirler. Yani tek başına haklılık, direniş ahlakı, gelecekle dayanışma hali yeterli değil. Ufuk da vardı. Soğuk savaşın flu gerekçeleri, şeytanlaştırmaları değil, hakikat, varlığımız, insanlık için söylenebilecek sözümüz can pazarındaydı.
Batı karşısında aşağılık duygusu içinde olanları anlamakta zorlanmışımdır hep: Biz orada anayasamızı, babayasamızı, insanlık duruşumuzu yazdık, yaşadık, ilan ettik. Elbette kendimizi sınırlandırarak, savaşı intikam eylemine dönüştürmeyerek, barışa geçiş kapılarını savaşta, hatta savaşla açık tutarak!
PARANTEZ. Yunanlı sosyalistler Selanik açıklarında anadoluyu işgal için yola çıkarılmış bir gemiyi (kruvazör?) işgal ettiler. Yeri göğü inleten sloganları "Savaşa Hayır!" idi. Dışardan işgal değildi bu. Yalta ile reel sosyalizmlerle henüz dümura uğratılmamış bir kardeşlik ilanıydı, üniformalı erlerin, askerlerin. Benzeri birkaç olay İzmir açıklarında oldu. Buna "savaş karşıtlığı" deniyor. Bu direniş türü, "sivil direniş" kavramıyla geçişli olsa da, sivil direnis değil. Sivil direniş pasifizmin spektrumunda şekilleniyor. Yunanlı barış eylemcileri silahlı askerlerdi. Göze aldıkları küçümsenebilir bir şey değildi. Başlarına neler geldi, can kayıpları oldu mu neden çokbilmiş ve cengaver gazetecilerimiz incelemez, araştırmaz anlaması zor.
SİVİL DİRENİŞ. Batı üniversitelerinde "sivil direniş" pratik felsefenin dalları olan uygulamalı etik, siyaset felssefesine konu edilir. Vicdani red, "sivil direniş" başlığı altındaki bir çok konudan birisidir. Sivil direniş pasifizmin eylem spektrumu olarak görünse de, pasifist olmayan siyasetlerin de pasifist yolları kullanabildiğini biliyoruz.
Vicdanî red konusu askeri bir konu olmadan çok, adalet felsefesinin, siyaset teorisinin, düşünce tarihinin, siyaset felsefesinin, uygulamalı etiğin tartışma konusu olmalıydı.
Askeri görüş, reel durumu ifade eder, varolanın içinde, varolan şartlarda, olması gerekenin alanını işaret etmez.
Tartışmalar ise hikmeti, düşünceyi, siyaset bilmini, toplum kuramını, siyasi pragmatiği, reel politika tarihini de ister, düşünce tarihi kadar.
DÜŞÜNCE TARİHİ. Zorunlu askerlik vatandaşlık kavramının gelişimi unutularak, aydınlanma sonrası toplumların gelişimleri unutularak tartışılamaz. Profesyonel ordu bu yüzden sadece askeri bir mevzu değildir. Zorunlu askerlik bir hak mıydı, zorlama mıdır, bilinmesi gerekir! Savunmanın düzenli ordu ya da milis tipi örgütlenmesi de askeri tarihin değil, siyaset tarihinin önemli bir konusudur. Yugoslavyalaşma, balkanlaşma olaylarından sonra bizim geçmişimizdeki düzenli ordu için milislerin tasfiyesi düşünce tarihi açısından da ele alınabilmeliydi. Nerede bu tartışmalar?
FARKLI DURUŞLAR, farklı tavır alışları normalitesine dahil edebilen kapsayıcı pragmatizmler bir ülkenin çöküşünü getirmez. Savunma toplumsal dayanışmanın çökmesiyle ortadan kalkar. Teknik bilgi ve alan tecrübesi, çeşitli alanlarda önderlik sorunları reddedebileceğim şeyler değil. Ancak ruhsuz bir teknik, dayanışmasını yitirmiş bir toplum, toplumuna sömürgecileşmiş aydın, mühendisleşmiş siyasetçilerin itirazsızlıkta bile yapabilecekleri fazla birşey yok.
İÇERDE SAVAŞ VAR argümanı son haftalarda sürekli vicdani redde karşı gündeme getiriliyor. Ordu dışardaki savaş için kurulur, doğrudur, sınırlarımızda savaşlar var. Ancak ordunun içerde kullanılması gerektiğini addeden argümanlarla vicdani reddi reddetmek, vicdani red lehine argümentatif ve vicdan sızlatıcı temel oluşturmaktadır.
SİLAHSIZ HİZMET TALEBİ vicdani red ile özdeş değildir. Vicdani red bir dispozisyondur. Silahsız hizmet, değişik gerekçelerle silah taşımak istemeyenler için bir çözüm yoludur. Silahsız hizmet yerine hapishane de seçilebilmektedir bazı ülkelerde.
HAPİS. Bazı demokrasilerde bir çözüm idi. Abartılı bir süre olmaması kaydıyla, angarya ve aziyete dönüşmedikçe. Burada dikkat edilen vatandaşlık duygusunun yitirlmemesi, muteber olan olmayan vatandaşlık kavramlarına kapı açılmamasıydı. Hukuk felsefesinden, siyaset düşüncesinden argümanlar tartışmaya atılmadan bu konuyu da tartışmak imkansız.
VATAN SAVUNMASI. "Bizim çocuklar darbe yaptı" diye bir önerme düşünelim. Bu önermedeki "bizim çocuk" olmayı kutsallaştırmak değilse onca hamasiyat, tehdit, kavgacı ton insanları dinlersiniz! Dinlersiniz, taleplerine bir biçimde cevap verirsiniz. Vatan savunması soğuk savaş örgütlerinin sokaklarda aydınlarımızı yok etmesi; Maraş, Çorum, 1 Mayıs provakasyonlarına kalkışabilmesinin adı değil! Mamak askeri cezaevinde kendi aydınlarına soğuk su sıkan, taciz eden (fonda İstiklal Marşıyla!) zihniyeti reddetmek de vicdani reddi bir zamanlar, Efendiler!
Tereddüt, eleştiri, farklı bakış bizi çözmez, çökertmez. Ama devlet eliyle işkence, tecavüz yapılırsa çökertir! Kurtuluş savaşında eline silah almayanlar değil, ordu cephede çırpınırken ellerine silah alıp da yolları kesenler, ali kıran baş kesen açgözlüler belaydılar.
Vicdandan redde gideni döverek, korkutarak, şeytanlaştırarak bir yere varılamaz. Herkes hastabakıcı, aşçı olmaya kalkıştığında, evinde oturduğunda, işine baktığında zaten bir tehdit de yoktur. İnsanı evinden çıkaran yola döken, çöllere çıkaran savaş severlik değil, barışın değerini biliştir, insanlıktır, sözünde dururluktur.
Evini sevmek fena bir şey değildir. Eve dönmek, evine ekmek götürmek isteyen direnir. Evsiz, barksız, umutsuzlar da arkadaşlarını evlerine sağ salim gönderebilmek için çarpıştıklarında galip geliyoruz, geliyorduk, bir zamanlar.
(Zamanım bu kadarına yetti, benden bu kadar... Düzeltilmedi.)
Etiketler:
Adalet Üzerine,
Alel Acele Yazılanlar,
Basın Eleştirisi,
Etik,
İtiraz,
Üzerine Düşünülecek,
Yetti Artık Yazısı
13 Kasım 2011 Pazar
Çoğunluğun Azınlığı Meclis Kürsüsünde Linç Edebilirliği Olarak İleri Demokratik Düzen
Kamer Genç'in üzerinden muhalefete "operasyon" yapmak kolay görünüyor. Kredibilitesi zayıflatılıyor, hukukun ve hakkanî davranışın rafa kaldırılabilirliği olarak istisnaî bir hal üretiliyor. Ya da, daha şaşkın bakanlarca, Kamer Genç'e yapılan tartışmasızca hukukî ve hakkanî olanın ifadesi gibi pazarlanıyor.
Kamer Genç bir milletvekili. Bulunduğu yer meclis kürsüsü. İfa ettiği ise, çoğunlukla ters düşse de milletvekilliği. Onu orada itip kaktırabilecek, çekip sökecek hiç bir meşru güç ve güç kullanımı gerekçesi söz konusu değil.
Kamer Genç'i itip kakan şahıs, susup meclisin meclis hayatını regüle etmesine izin vermek yerine hareketini Kamer Genç'in şahsiyeti üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor.
Kamer Genç yanlış da hareket edebilir doğru da. Mikrofonunun kapatılmasını meşru kabul edelim. Onu oradan itip kakarak indirmeye kalkışan bir zihniyet o andan itibaren kendi meşruiyetini tartışılır hale getiriyor.
Orası meclistir. Protesto da olur, işe gelmeyecek şeylerin söylendiği de. Citizen Kane'deki konuşma örnek gösterilirken, mahkeme ya da meclis kürsüsünde kısa kestirme, susturma, gündemi uygulama çabaları saçma kaçıyor.
Kürsüde gündem de delinir. Gündem eğer herkesin gündemi değilse, yapılamazsa. Meşruiyeti olan bir gündem, oylama ile değil, oydaşma ile sağlanır. Bazan etkin olmak, aceleye getirmenin haklı bin bir gerekçesi olabilir. Ancak bir meclisin gündemi çoğunluğun keyfi de değildir. Meclisteki uzlaşmalar, konsensus, anlaşmanın ileri zamanlara da yayılmasının, çoğunluk kaymalarında dahi işlemesinin ön adımıdır.
Dayatma olarak anlaşma, zaruriyet üzerinden gider çoğu kez. Anlaşma zaman kaybı değildir oysa, genel bir diyaloğun ifadesi olabildikçe, tek tek konu ve durumlarda, olmadık zamanlarda gündeme getirilmeye çalışılmadıkça.
Bir zamanlar kürsü dokunulmazlığını korumak ve savunmak için ne mücadeleler verilmişti. O mücadeleler bugünkü iktidarın elindeki imkânların bir kısmını sunan. Milislerin mebusların önünü kestiği zamanlara özlem çoğunlukçuluğun içine kolay düştüğü bir tuzaktır. Çoğunlukçuluk demokrat değildir her daim, ya da zorunlu olarak.
Kaldı ki meclis çoğunluğu halkın çoğunluğu anlamına gelmiyor. Meclis azınlığı da hükümeti (her hangi bir konuda) desteklemeyenlerin toplumun yarısından azına tekabül ettiğine.
Meclis çoğunluğu, makbul olan ve makbul olmayan vatandaşlık ayrımına tekabül ettirilmesinin ne gibi rasyonel gerekçeleri var bilemiyorum. İktidar partisinin bir çok fonksiyoneri ya demokrasiyi kavramada zorlanıyorlar, ya da artık çoğunluk da olsalar azınlık psikolojisini üzerlerinden atamıyorlar. Neyin intikamı alınıyor, kendi savunmaları gereken elden giderken?
Bir başka sorun da Çorum, Maraş ve Sivas provakasyonlarını yaşamış insanlara meclisten gönderilen mesaj. Kamer Genç'in renkli kişiliği değil de mezhebi bu saldırıya uğramada öncelikli hale gelmesini sağlayan gizli neden ise yalnız demokrasimiz değil, aynı halk olma tasarımına bir müdahale söz konusudur.
Bu mesaj da gitmiştir, ileri demokratik hotzotun içerisinde. İtip kakan ve itip kaktıran milletvekillerinin mezhep çatışmalarında yer almamış olmalarını, hatta değişik mezheplerden olmalarını umuyorum. Keyiflerine göre ülkenin çivilerini çıkartma haklarına sahip değiller ve onların keyifleri hakkanî tavrın gölgesi ya da izdüşümü değil.
Mecliste söz hakkı çoğunluğun keyfi oylamaları üzerinden olmadığında, gruplar ve milletvekilleri zaptiyeye ihtiyaç duymayacak şekilde çoğu sorunu çözer. Tekil durumlardaki güçlükler gelecek haller için gelenek ve pratik oluşturur.
Demokrasi konuşma, tartışma, çözüm kanallarının açıklığı üzerinde devam kazanır.
Bir milletvekili kürsüyü işgal ettiğinde ona verilecek cevap, onun eylemine orantılı dahi olsa, demokratik alışverişin içerisinde, konsensusun kapılarını açık tutarak, demokratik geleneği gündemde tutma kaydıyla ifa edilir. Demokrasi an'dan sonrasını tufan görenlerin temellendireceği bir alışverişe dönüştürülemez!
Diplomasi zaman kaybı değildir. Olgunluk, sabır, karşı tarafa değer veren bir tavır çoğu sorunu çözdüğü gibi, demokrat diskurun olmazsa olmazlarıdır.
Kürsü işgalleri, söz hakkı gaspları güçsüzlük, çaresizlik ifadesi olduğunda çoğunluk kendi tavrını gözden geçirmeye meyilli olmalıdır. Azınlıkta olanın sorumsuzluğunun, sorumsuzluklarının da her daim bir açıklaması, meşru desteği olmayabilir. Demokrasi, haklılık, aklıbaşındalık kimsenin tekelinde değildir. Yanlış her taraftan gelebilir.
Meclisin çoğulcu geleneği canlı tutulmamaktadır. Şahıs ve toplulukların haklılık iddialarının medya üzerinden imaj ve propaganda savaşlarına temel oluşturması temsil sorunlarını boğar görünmektedir.
Yeni demokrat milletvekillerimiz meclisi gelip geçici bir araç, yol üzeri istasyonu olarak görmemelidirler. Bu oy kazandırsa da kaybettirse de, bir halk olmanın, bir demokrasi olmanın temelleri en basit bir olayda erozyona açılmaktadır.
Ne siyaset ne de demokrasi sorumsuzluk üzerine kurulmaz. Birbirinden sorumluluk diyoruz ilk elde, meclis bağlamında sorumluluktan bahsettiğimizde, Efendim.
Kamer Genç bir milletvekili. Bulunduğu yer meclis kürsüsü. İfa ettiği ise, çoğunlukla ters düşse de milletvekilliği. Onu orada itip kaktırabilecek, çekip sökecek hiç bir meşru güç ve güç kullanımı gerekçesi söz konusu değil.
Kamer Genç'i itip kakan şahıs, susup meclisin meclis hayatını regüle etmesine izin vermek yerine hareketini Kamer Genç'in şahsiyeti üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor.
Kamer Genç yanlış da hareket edebilir doğru da. Mikrofonunun kapatılmasını meşru kabul edelim. Onu oradan itip kakarak indirmeye kalkışan bir zihniyet o andan itibaren kendi meşruiyetini tartışılır hale getiriyor.
Orası meclistir. Protesto da olur, işe gelmeyecek şeylerin söylendiği de. Citizen Kane'deki konuşma örnek gösterilirken, mahkeme ya da meclis kürsüsünde kısa kestirme, susturma, gündemi uygulama çabaları saçma kaçıyor.
Kürsüde gündem de delinir. Gündem eğer herkesin gündemi değilse, yapılamazsa. Meşruiyeti olan bir gündem, oylama ile değil, oydaşma ile sağlanır. Bazan etkin olmak, aceleye getirmenin haklı bin bir gerekçesi olabilir. Ancak bir meclisin gündemi çoğunluğun keyfi de değildir. Meclisteki uzlaşmalar, konsensus, anlaşmanın ileri zamanlara da yayılmasının, çoğunluk kaymalarında dahi işlemesinin ön adımıdır.
Dayatma olarak anlaşma, zaruriyet üzerinden gider çoğu kez. Anlaşma zaman kaybı değildir oysa, genel bir diyaloğun ifadesi olabildikçe, tek tek konu ve durumlarda, olmadık zamanlarda gündeme getirilmeye çalışılmadıkça.
Bir zamanlar kürsü dokunulmazlığını korumak ve savunmak için ne mücadeleler verilmişti. O mücadeleler bugünkü iktidarın elindeki imkânların bir kısmını sunan. Milislerin mebusların önünü kestiği zamanlara özlem çoğunlukçuluğun içine kolay düştüğü bir tuzaktır. Çoğunlukçuluk demokrat değildir her daim, ya da zorunlu olarak.
Kaldı ki meclis çoğunluğu halkın çoğunluğu anlamına gelmiyor. Meclis azınlığı da hükümeti (her hangi bir konuda) desteklemeyenlerin toplumun yarısından azına tekabül ettiğine.
Meclis çoğunluğu, makbul olan ve makbul olmayan vatandaşlık ayrımına tekabül ettirilmesinin ne gibi rasyonel gerekçeleri var bilemiyorum. İktidar partisinin bir çok fonksiyoneri ya demokrasiyi kavramada zorlanıyorlar, ya da artık çoğunluk da olsalar azınlık psikolojisini üzerlerinden atamıyorlar. Neyin intikamı alınıyor, kendi savunmaları gereken elden giderken?
Bir başka sorun da Çorum, Maraş ve Sivas provakasyonlarını yaşamış insanlara meclisten gönderilen mesaj. Kamer Genç'in renkli kişiliği değil de mezhebi bu saldırıya uğramada öncelikli hale gelmesini sağlayan gizli neden ise yalnız demokrasimiz değil, aynı halk olma tasarımına bir müdahale söz konusudur.
Bu mesaj da gitmiştir, ileri demokratik hotzotun içerisinde. İtip kakan ve itip kaktıran milletvekillerinin mezhep çatışmalarında yer almamış olmalarını, hatta değişik mezheplerden olmalarını umuyorum. Keyiflerine göre ülkenin çivilerini çıkartma haklarına sahip değiller ve onların keyifleri hakkanî tavrın gölgesi ya da izdüşümü değil.
Mecliste söz hakkı çoğunluğun keyfi oylamaları üzerinden olmadığında, gruplar ve milletvekilleri zaptiyeye ihtiyaç duymayacak şekilde çoğu sorunu çözer. Tekil durumlardaki güçlükler gelecek haller için gelenek ve pratik oluşturur.
Demokrasi konuşma, tartışma, çözüm kanallarının açıklığı üzerinde devam kazanır.
Bir milletvekili kürsüyü işgal ettiğinde ona verilecek cevap, onun eylemine orantılı dahi olsa, demokratik alışverişin içerisinde, konsensusun kapılarını açık tutarak, demokratik geleneği gündemde tutma kaydıyla ifa edilir. Demokrasi an'dan sonrasını tufan görenlerin temellendireceği bir alışverişe dönüştürülemez!
Diplomasi zaman kaybı değildir. Olgunluk, sabır, karşı tarafa değer veren bir tavır çoğu sorunu çözdüğü gibi, demokrat diskurun olmazsa olmazlarıdır.
Kürsü işgalleri, söz hakkı gaspları güçsüzlük, çaresizlik ifadesi olduğunda çoğunluk kendi tavrını gözden geçirmeye meyilli olmalıdır. Azınlıkta olanın sorumsuzluğunun, sorumsuzluklarının da her daim bir açıklaması, meşru desteği olmayabilir. Demokrasi, haklılık, aklıbaşındalık kimsenin tekelinde değildir. Yanlış her taraftan gelebilir.
Meclisin çoğulcu geleneği canlı tutulmamaktadır. Şahıs ve toplulukların haklılık iddialarının medya üzerinden imaj ve propaganda savaşlarına temel oluşturması temsil sorunlarını boğar görünmektedir.
Yeni demokrat milletvekillerimiz meclisi gelip geçici bir araç, yol üzeri istasyonu olarak görmemelidirler. Bu oy kazandırsa da kaybettirse de, bir halk olmanın, bir demokrasi olmanın temelleri en basit bir olayda erozyona açılmaktadır.
Ne siyaset ne de demokrasi sorumsuzluk üzerine kurulmaz. Birbirinden sorumluluk diyoruz ilk elde, meclis bağlamında sorumluluktan bahsettiğimizde, Efendim.
Etiketler:
Eskiden Tek Parti Döneminde,
Siyasî Gündem,
Tavır,
Yetti Artık Yazısı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)