12 Eylül sanatta antimimetik hareket başlattı. Özellikle heykelde. Cumhuriyetin arkaik sakralitesinden bağımsızlaşmış sanat nesneleri üzerine kurulu estetik semboliği (ki buna da itiraz eden duruşlar vardı, bir kapışma olduğunu biliyoruz, özellikle 30'ların sonuna doğru açığa çıkan) yerle bir edildi.
Heykel, cumhuriyetçi modernizmin mimetik bağlamından çıkarıldı, temsiledilenin temsili, hatırlatıcı estetik noktalar olarak monumentalitenin, hakikat iddiası temsillerinin, nesnesinin kutsallığından kopmuş estetik iddianın ifadeliliğinin yenipagan bir anlamlılıkta; yorum, anlama, hatırlatma ve tartışmanın antimodernist bir sakralitede eritilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Anma törenleri sosyalize edici, hatırlatıcı, profan-anamnetik özelliklerinden ritualteye doğru çekiliyor.
Eleştiri yasaklanıyor, şikayet ritualleri kuruluyor.Tartışılır, içinde yeni şeyler söylenebilir retorik ayinleştiriliyor.
Proje ile gelmeler, öneri sunmalar, meşruiyetleri sınanarak ya da tartışılarak değil, kutsallaştırılan bir dünyayla, "işe gelen bir geçmiş" yüzeyle karşı karşıya bırakılalarak değerlendiriliyor (değersiz bırakılıyor). İdeolojinin emri, hakikatin demirini kesiyor, ama sadece kendi halkının insiyatif kullanmalarında.
Aydınlanmanın öncülleri/premisleri tartışılabilir, ancak 12 Eylül bir aydınlanma modeli olarak eleştirilemez. Başkalarının aydınlanmalarına, aydınlanmamışlıklarına yenipagan bir kalkan olmak dışında bir kültürü yok.
Kemalizm, rasyonel, tartışılabilir, önermeleri tartışmaya açılabilir bir tavırken, önce ideolojiye sonra bir antimodernist ritualler zincirine dönüştürülmeye çalışıldı.
Heykel, cumhuriyetçi modernizmin mimetik bağlamından çıkarıldı, temsiledilenin temsili, hatırlatıcı estetik noktalar olarak monumentalitenin, hakikat iddiası temsillerinin, nesnesinin kutsallığından kopmuş estetik iddianın ifadeliliğinin yenipagan bir anlamlılıkta; yorum, anlama, hatırlatma ve tartışmanın antimodernist bir sakralitede eritilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Anma törenleri sosyalize edici, hatırlatıcı, profan-anamnetik özelliklerinden ritualteye doğru çekiliyor.
Eleştiri yasaklanıyor, şikayet ritualleri kuruluyor.Tartışılır, içinde yeni şeyler söylenebilir retorik ayinleştiriliyor.
Proje ile gelmeler, öneri sunmalar, meşruiyetleri sınanarak ya da tartışılarak değil, kutsallaştırılan bir dünyayla, "işe gelen bir geçmiş" yüzeyle karşı karşıya bırakılalarak değerlendiriliyor (değersiz bırakılıyor). İdeolojinin emri, hakikatin demirini kesiyor, ama sadece kendi halkının insiyatif kullanmalarında.
Aydınlanmanın öncülleri/premisleri tartışılabilir, ancak 12 Eylül bir aydınlanma modeli olarak eleştirilemez. Başkalarının aydınlanmalarına, aydınlanmamışlıklarına yenipagan bir kalkan olmak dışında bir kültürü yok.
Kemalizm, rasyonel, tartışılabilir, önermeleri tartışmaya açılabilir bir tavırken, önce ideolojiye sonra bir antimodernist ritualler zincirine dönüştürülmeye çalışıldı.
“Ataya şikayet” gibi eskiden halk protesto folkloriğinde yeri olabilecek tavırların kitleselleştirilmesinde 12 Eylülün etkisi var ve 12 Eylül hep bir biçimde, bazan karşıtlarınca devam ettiriliyor. Bağımsızlık, öncelikle düşünce tavır bağımsızlığından geçer, ve geri dönüşsüzlükkten kaçınmayı seçenlerin pragmatiğinde yaşar.
Çocukluğumda, Tanrı’ya politikacıları, hali şikayet eden mektup yazıp köprü duvarına asan yaşlılar olurdu. Bir protesto çeşidi idi, tepki ile karşılanmaz, üzerine gülümseyerek konuşulurdu. Rasyonel bir dünya görüşüne eklemliydi, kutsalla alay değildi, eski tek tanrıcı geleneklerin de kalıntılarına, izlerine, folklorikteki izlerine başvurarak, tartışma açan, gündem açan özellikleri vardı. Eleştiri, çaba, didinme, gayreti dışlayan bir gizilgücün harekete geçirilmesi değildi.
Bazan ölü kahramanlara, bazan hayatta olmayan ebeveyne şikayet ile, eskinin etkin mirası ile hal karşı karşıya getirilirdi. Ve bu sosyal davranış halk kültürünün “repertuarı” içinde idi, meşruluğunu sağlayan kültürel kanallar var idi.
Bugün, direnmeyen sorgulamayan, karşı durmayan aydının “ataya şikayet ritualleri” pek anlaşılır değil. Mustafa Kemalin karşı çıktığı, yerle bir etmeye çalıştığı herşey onun adıyla pervasızca yapılabiliyor. Halk şikayet etse, içinde bunu temellendiği bir geleneği var. Aydının ne düşüncesi, ne duruşu, ne folkloriği, ne mizahı ne de gerekçelendirme kaygısı ve bu yüzden de rasyonel gelenegi var. İkna derdi olmadığından hamasi, dayatmacı. Retorik, ifade, ikna derdi yok. 12 eylül devam ediyor.
12 eylüldeki işkenceleri, idamları düşünüyorum. 12 Eylülcülerde bir suç ceza, hatta intikam (intikam dahi ilkel de olsa karşılıklılık üzerine kuruludur) derdi yok. Öldürme bir ritual. İlkel bir katarsis, estetik ayrışmışlığından sunağa geri çekilmiş. 1 Mayıs katliamını yapanlar belli iken, bir başkaları bunula yargılanıyor ve asılabilirler. Kollektif suç ve ceza bile değil bu, insan-kurban seçiminin anomize ediciliği, paylaştırıcılığı. İsmail kurbanlıktan kişiliğine, bireyselliğine, insanlığına geri döndürülürken, 12 eylülcüler kendi çocuklarını, ismailleştirilmişlerini kurbanlaştırıyor.
12 Martta ortada şahıslar, duruşlar vardı, bireysellikleri ile öne çıkabilen, bir söyleyecekleri olan. 12 Eylülde bireysellik, tavır, ifade, hayat ve duruş karşıtlıkları öne çıkartılmadı. Hem kitlesel bir zulüm uygulandı, hem de popkültürel bir mühendisliğe başvuruldu. Toplumsal dayanışmanın kültürü, kurumları ve kanalları talan edildi. İbrahim oğlu İsmail kişilik sahibiydi. 12 eylülün oğulları adsız, hayat hikayesiz bırakıldı.
Paganlık uygarlıklar kurarken, dönüşürken, yenipaganlık ilkelleştirdi, teslim etti, insanlığın alanlarını ve dünyasını daralttı, karar, tasarım ve gelecek planlamasını patronaja, yani sömürgeci aydınlanmalara teslim etti.
Askeri cezaevlerinde ulusal simgeler, modern semboliğinden çıkarıldı, insanlığın “temsilî ilk hali”ndeki sakral, can alıcı, kurban alıcı semboliğe dönüştürüldü, Durkheim’i bu noktada ciddiye alır ve geliştirirsek. Totemcilik döneminden kalma, anlamları değişmiş bir çok simge, gündelik hayattaki geniş semboliklerinden farklı görülebilmeye başladı. Bir bilinç hali mi bu? Red edemeyen, etmeyende bölünmüşlük yaratan, şizofrenik bir yeraltını zorlayan, o kadar sevdikleri popkültürde aidiyetsizlik kusan de-dekonstruktif bir “durum” yarattılar. Reddeden, içinde yaşadığı toplumdan koptu. Red edemeyenin hayatı karıştı. Eleştiri? Bir o eksik kaldı. Simgelerin tartışılabilen dünyası, hamasi bir kutsallıkça tabulaştırıldı. Hem simgeler rahatsız etmede, hayat zından etmede kullanılacak, hem de yeniden anlamlandırma süreçleri kapalı tutulacak.
...
12 Eylülcüler bir ihaleyi kazandılar. Birilerinin “bizim çocukları” idiler. Ama bizim çocuklarımız asla olmadılar, olamadılar, olmazlar, olamazlar.
12 Eylül başka halkların, geleneklerin, kültürlerin rasyonalitelerini, ihtiyaçlarını, planlanabilir gelecek yanılsamalarını, modernitelerinin bekçiliğini, cellatlığını yaptı. Ama kökü, kozmolojisi, gelişir ve dönüşürlüğü olmayan bir yeni paganizmle düşünce geleneğimizin yeşeren ağacını kuruttu. 12 eylül üzerinden aydınlanmayı eleştiremeyiz. Aydınlanmayı 12 eylülcülüğü yendikten sonra eleştirebiliriz. Eleştiri demokratik, açık, tartışabilir geleneklerin arasında olur. Ne geleneğimiz eleştirel takipçisine, yani kaçıp kurtulmnın mümkün olmadığını, emek, didinme ile medeniyetlerin ayakta tutulabileceğini (kurmaktan zor bu) bilenlerine kavuştu, ne de aydınlanmanın taşaronlarından kurtulup aydınlanmalarını görebildi.
Cumhuriyet neyi hedeflemişse 12 Eylülcülük ayaklar altına aldı. Bağımsızlık, bağımsız düşünce, modern hayatın ayrışmış, karmaşıklaşmış yapıları baskı altında tutuldu, homojenize edildi, bir ilkelliğe teslim edildi.
Amerikadaki yerlilerin arasında yaşamaktan onur duyardım, kültürlerinin üzerine incir ağacı dikilmeden. Onlarınn hayat tarzını, sömürgecilerin hayat tarzından medeni buluyorum. Yenipaganlığımızın imperatiflerini ise, sömürgecilikten daha beter, bir insanlık tutulması olarak görüyorum. Sömürgeciliğin içinde muterizler vardı, fikir vardı, aydın, üniversite, vicdan, birey vardı. 12 Eylülcülüğümüzün kurbanlarının adı yok, hikayesi yok.