Türkiye insan kaynaklarını toplumu gererek
verimsizleştiriyor.
İktisadî büyüme ve kalkınmayı doğaya, çevreye ve
yaşam kaynaklarına düşmanlığa çeviren arkaik bir ”ilerlemeci, modernist ve
ihtilâlci” ekonomist-liberal aydınlanma ideolojisi hâddinden fazla güç kazanmış
durumda. Kaba marksizmde de eleştirilmiş, kültürün rolünü indirgeyen bir ekonomizm;
kaba, indirgenmiş ve ihtilâlci bir modernizm muhafazakârlık adına gündemde
tutuluyor!
Cari açıkların düzeyi ve enerji açığı doğal
kaynaklarımızı (geleceği ipotek ettiren bir tarzda) elden çıkarmaya fazlasıyla
gönüllü bir mahfile emanet etme gerekçesi olabiliyor.
Hukûk bir ihtilâl hukûkuna dönüşme tehlikesini
gösteriyor, adâlet beklentisi yasamanın hukûk planlamalarına rağmen düşüyor.
Ücret politikaları sosyal yardım politikaları, merkez
bankası politikaları gibi yönlendiriliyor. Adâlet düşüncesi ile ücretlendirme
buluşamıyor.
Bürokrasinin ideolojik ortaklılıklar üzerinden
gruplaştırılması ile sağlanan pratik yarar ilerde toplumun eşitlik, adalet,
kardeşlik anlayışını temellerinden sarsacak bir ayrışmayı yaklaştırıyor!
İmtihanlarda soru çalınabiliyor ve faiilerin yaptıkları yanlarına kâr kalıyor,
kayırmacılık, adam yerleştirmecilik, ele geçirmecilik toplumda eleştirilirken
dahi ”doğal” karşılanabiliyor.
Kimlerin başına ne geleceğini tellâl gazeteciler
ilân ediyorlar, yargının bile böyle bir yetkisi hakkanîyette yok iken. Bunlar
normal bir toplumda hukûk devleti olmamanın, eşitsizliğin, ayrışmanın
göstergeleridir.
Obama’nın seçim kaybetmesi; İrân’ı üzerimize kışkırtmaya
niyetli ülkeler varken demokrasimizi stabilize etmememiz; yargı erkini
sekterize etmemiz, avukatlar bilgilendirilmezken yargı işlemlerinin ve
dosyaların propaganda gazeteciliğine açık tutulduğu kanaatinin kamuoyunda
güçlendirilmesi; dava öncesi adliye önlerinde ”teşhir” için dağıtılan, savunma
açısından ulaşılmaz kılınan kategorideki belge, cd ve ”delil”ler; üretime
yönelmişken çalışanları angaje etmememiz, söz haklarını kısıtlamamız anlaşılır
gibi değil.
Delil toplayanlar yargı sonucunu etkileme yolunda
propagandaya bulaştırılırlar ise hem topladıkları deliller güvenilirliklerini,
hem de yargı kararları meşruiyet kaynaklarını, kararlar bağımsız muhakeme
süreçlerini yani hukûka uygunluklarını, halk da güvenliğini ve adalet altında
yaşama güvencesini yitirmiş olur. Bu delillerle verilmiş hakkanî kararların
dahi uluslarası bağlayıcı hukûkî platformlarda geçerliliğini yitireceğini
birilerinin akıl etmemesi hayra alâmet değil. Hukuk çiğnenerek alınmış ”adil”
kararlar ”şüpheli” lehine ise kararlar onaylanacak; hukuk çiğnenerek ”mahkûm”
aleyhine alınmış, hakkanî olduğu düşünülen kararlar mahkûm edilecektir. Bu
adalet politikasıyla hedeflenen sanki gözaltı ile verilen ceza ve kamuoyu
nezdinde itibarsızlaştırmalardır, adâlet değil!
Adalet beklentisi körleştirildiğinde ”liberal” bir
iktisat, işleyen bir toplumsal hayat, dış politikada tedbirli bir tutarlılık söz
konusu edilemez!
Türkiyenin iç ve dış reel politikaları, politika
temellendirmeleri ve gerekçelemeleri örtüşmedikçe, toplumsal dayanışma adetâ
istenerek zayıflatıldığında (olasılıkları düşük de olsa) güçlü dış politik ve
iktisadî savrulma dalgalarına karşı hazırlıklı olduğumuzu düşünmemiz zor.