İki insan arasında geçen bir konuşma.
İster "yasal" isterse yasadışı bir dinleme sözkonusu olsun.
Konuşmacılardan birisi eşinden şikayetçi, bir diğeri patronundan, bir başkası başbakandan. Birisi ana muhalefet liderinden, bir başkası bir gazeteciden.
Kimisi "aman dinlenir!" diye ölçülü konuşuyor, kimisi veryansın ediyor. Ertesi gün meseleye başka türlü yaklaşıyor ya da yaklaşmıyor.
Dinleyenler devlet memuru. Dinleten devlet kurumu. Dinlemenin yapıldığı yer bir başka devlet kurumu.
İki insan arasında geçen konuşma "iki insan arasında geçen bir konuşma", internete sızdırılana kadar.
Kayıt internete sızdırılıyor, oradan basına, oradan elalemin ağzına sakız oluyor diyelim.
Sızdırıldıktan sonra üzerine konuşulan şahıs(lar) konuşan şahıslardan şikayetçi oluyor, tazminat davası açıyorlar.
Sızdıranlar şikayetçi olana yakın duran "birileri" ise ne düşünürsünüz? Ortada yine de bir mağduriyet varsa? Peki, "sızdıranlar" şikayetçi olana diş bileyenler olduğunda?
Ortada bir yasa taslağı vardı: Bir biçimde internete düşen "malzeme" yayın organlarınca "kullanılabilecekti". Diyelim ki, siz hakkınızda konuşanlarla değil, "sızdıran"larla, dağıtan ve yayanlarla kapışmak istediniz. "Sızdıran" bu sızdırmayı kovuşturacak olansa, yayan ve dağıtan ise kanun tarafından korunuyorsa ne yaparsınız?
Size özel bir telefon görüşmesinde küfreden dostunuza, arkadaşınıza, akrabanıza, rakibinize, "tebaanıza" düş bileme hakkınız var mıdır? Gerçekten de "şerefinizle oynanırken" karşı tarafı haklı ya da haksız kılacak "şeyleri" listelemeye mi başlarsınız, yoksa konuşanların mağdur edildiklerini, hak ihlaline uğradıklarını mı düşünürsünüz?
Hukuk, varolan hukuk ne der bilemiyorum artık. Her şeyi diyebilir. Böyle ise hukuk, bizlere bir şey diyemezlik sınırına çekilmiştir.
Peki ya ahlak ne der? Şimdilerde ahlak düşüncesi diye bir şey kalmadı gibi görünse de, eskilerde tüm dünyada ne yapılabilirdi hatırlamaya çalışalım:
Hakkında konuşulanın incinme, konuşanlara kırılma hakkı olmakla birlikte ahlakî açıdan merkezî olan bu konuşmayı yok saymak, bu konuşmadan yola çıkarak konuşanlara tavır almamak, bu kayıtları yayan ve dağıtanlara tavır almaktır. Burada yeniden hukuk devreye girer: Sızdıranlardan, dağıtan ve yayanlardan hesap sorulmasını istersiniz.
Eğer mesele ettiğiniz sadece ve sadece ne konuşulduğu ise, bazan bir "ahlaksızlığa" karşı çıkarken, ahlaka lakayt hatta ahlaka aykırı bir davranışla hukuk arayışınıza yönelirsiniz.
Eğer "hukuk sistemi" sizden bağımsız olarak konuşmada geçen konulara yönelirse adalet, ahlakı ayaklar altına alan, "ahlaksız" bir duruştan temellendirilmeye başlanır. Bireyin tavrı ahlaksız bir duruş olarak tanımlanamayacakken, adalet dağıtıcısının duruşu daha vahim bir anlayışa işaret eder.
Hukuk'un şöylesi, böylesi, öylesi olmaz. Hangi hukuk sistemini savunursanız savunun aynı evrensel gerekçeleme ve temellendirme süreçlerine başvurmak durumundasınız. Hukuk kimine hukuk kimine hukuksuzluk olamaz örneğin.
Hukuk ahlaksızlık olarak temellendirilemez. Hukuk ahlak değildir. Ancak temellendirme ve gerekçelendirmeleri normatiftir. Hukukun kendisinin tartışılması ahlak düşüncesinin alanında cereyan eder.
Eğer yorum, uygulama hukuki praksis'i "ben yaparım olur"cu bir uygulayıcılıkta seyreltirse kaybettiğimiz hukukun temelleri olur.
Şu anda basında kristalleşen hukuk anlayışı yalnız toplumu kutuplaştırmak, çözmek riskini taşımıyor, terk-i medeniyyet gibi bir risk de taşıyor.
Ulaşılmak istenen sonuç ne olursa olsun, ne kadar "önemli" olacak olursa olsun hukukun hukuki temellerini yitirmesi, felsefesini kaybetmesi bir medeniyet kaybı ile sonuçlanacaktır.
"Daha iyi bir hukuk" önerileri, "başka bir hukuk" talepleri asla ve asla adalet duygusunu ve hukukun ahlaki temellerini budayarak sözkonusu edilemez.
İki, üç daha fazla hukuk arasında kapışmadan değildir hukuku dağıtma işi. Hukuk istiyor muyuz, istemiyor muyuz üzerinde tartışmaktayız, pek de entelektüel olmayan bir tarzda.
Hegemonya hukuk üzerinden kendisini ifade ettiğinde feda edilen adalet düşüncesi olacaktır, yeniden hatırlatırız, bencileyin.