28 Aralık 2011 Çarşamba

Keşan Müftüsünün Söyledikleri Düşünce Özgürlüğü Sınırları İçindedir!

Noel ve Noel Baba için batıda daha fazla şey yazılır söylenir. Noel Baba menkıbelerinin değişik kökenleri, farklı geleneklerle kurulan köprüler Noel Babanın gerçek kimliğinden çok cevap verdiği toplumsal ihtiyaç açısından anlamlanır.

Batıda Noel Babaya yönelik çeşitli söylentiler, eleştiriler gündeme gelse de, Noel Baba en az şişedeki cinimiz kadar gündemdedir.

Çeşitli geleneklerin Noel Babaya bağlanmışlığı uzun bir düşünce tarihi metnine de ihtiyaç duyuracaktır. Demreli Aziz Nikolas konusu Noel Baba tartışmasının sadece bir kısmını oluşturur. Eleştirenlerinin az olmadığını ve bugünkü ticari noel alışverişi ve noel eğlenceleri ile alâkası olmadığını da belirtelim.

Bizde yılbaşı ile noelin farklı olduğunu vurgulayan yılbaşı kutlamaları savunuculuğunun argümanında hata olduğu kanaatindeyim. Her gelenekte yılbaşı ve noel örtüşmez ama bazı geleneklerde bu örtüşme söz konusudur.

Keşan Müftüsünün gerekçeleri de tartışılabilir gerekçeler. Bacadan girme, kapıdan girme birbiriyle örtüşemeyecek alanlarda ele alınmış mesela. Teşbih, benzetme, metafor ve eğretilemeye başvurma gerekçelerin anlam alanlarını devreden çıkarıcı özellikler taşısa da meşru bir tartışma zemini kaybedilmiş de olmuyor.

Bir gerekçesi ise ifade edilmediği halde haklı ve hakkanî bir temel açıyor: Bir çözülme, özenme, geleneği devam ettirememe halimize eleştiri olarak.

Stabil bir toplumda komşumuzun kutlamalarına sırt dönmek farklı, özgüvenin yitirmiş bir toplumun yalpalamaları içerisinde geleneksel arka planımızla bağımızın kopuyorluğu farklı.

Batıda kutlamaların ticarileşmesi, tüketim dini içinde anlamlanan bayramlar, alışveriş günleri eleştirisi, eğlence ve festivallerin alkolizasyonu sağdan, soldan eleştiri alır. Nietzsche'nin Deccal'indeki gibi.

Ben insanların eğlenmesine karışılmasına taraftar olmasam da din adamlarının yeni ritüalleri eleştirmeye çalışmalarının görevleri olduğunu düşünüyorum. Tek sesten konuşmayacaklarsa, kendi gerekçe, bilgi ve birikimlerini kullanacaklarsa elbette tartışılır şeyler söyleyeceklerdir.

Farklı düşünen gerekçe sunar; "soruşturma, kovuşurma açılsın!" çığlıkları atmaz. Yanlışsız ve siyaseten doğru şeyler söylemek yerine tartışılır şeyler söylenmesi evladır. Herkesin ahkâm kesmesi ve bildiğini okuması değildir bu. Toplumsal konsensus tamamen doğrular yanlışlar üzerinde oluşmaz, nerede susulacağı, nerede konuşulacağı, nerede kimin ileri gidebileceği, kimin ne ölçüde karşı çıkabileceği üzerine dinamik bir konsensustur da.

Konsensus, konuşan koklaşan ve hareket halindeki bir toplumda zaman içinde oluşur. Bir birine hak vermelerden çok birbirinin özgürlük, yanlış doğru alanlarını da tanımaktan geçer.

Yılbaşı, noel kutlaması olmak zorunda değildir. Ama, ikisinin örtüştürüldüğü de olur. Kaç yılbaşı vardır, zaman bilinci üzerine yıldönüm kutlamalarının ne önemi vardır bunları tartışmamızda fayda var.

Kabul edersiniz, uyarsınız ya da uymazsınız gelenek size bugünden bir yorum olarak itiraz eder.

"İçkili eğlencelere alternatif var mıdır, varsa nedir?" ise ayrı bir mevzudur. Yılbaşı üzerinden tartışılmasını pek anlamlı bulmuyorum.

Eğlenceyi anlamsız bulanlardan değilim. Alternatrifi olanların ise teorik bir dayatma olarak değil bir hayat tarzı olarak sunmalarını şart görüyorum. Bu konuda zamanında hayat tarzımızın yaş sınırlarıyla segmentleştirilmesi de bir çözümdü, doğru çözümdü demiyorum, çözümdü, üzerine düşünülmelidir diyorum. Gelenek neden böyle bir kapı açmıştı üzerinde durmak lazım.

Ben Keşan Müftüsünün düğüne, derneğe, eğlenceye karşı çıktığı kanaatinde değilim. Kişise bir çıkış yaptığını da düşünmüyorum. Yorumu, başvurabileceği yanlış gerekçe kendisine aittir, kendisine ait bir sorumluluktur, ancak bir sorumluluğun başka sorumluluklara açılması tarzında bir sorumluluktur. Yanlışı varsa gerekçelendirerek kendisine sunmayan sorumsuzluktan konuşuyor olur. Açık bir konuşmayı kapatan Keşan Müftüsü değildir, onu hemen susuturmaya çalışanlardır. Diskuru açık tutmak söyleneceğin, konuşlabileceğin geleceği gideceği yeri de belirler.

Farklı eğlence anlayışı, hatta eğlenceye karşı eleştirel anlayışlar olabilir, dayatma olmadıkça tartışmanın sorun yaratacağını da düşünmüyorum.

Kendimi ne bir müftünün anlayışına tabî olmak zorunda görüyorum, ne de onu soruşturmayı öneren bir başka anlayışa. Sadece ve sadece hakikat bağlayıcıdır. Sözü hakikat iddiası olarak işitmek ise herkese karşı yükümlulüğümdür.

Hayat tarzımın sorumlusu benim, mucidi olmasam da. Başkalarına hayat tarzımı dayatmadıkça, kimseye de hesap vereceğimi düşünmüyorum. Ancak hayat tarzları üzerine tartışmayı da entellektüel bir konu olarak düşünüyorum. Düzey ileridir, değildir ayrı bir mevzudur. Tartışma, alışveriş zamanla ve zamanda ilerler.

İnsanların sevap günah çetelelerini biz tutmuyoruz. Onlara insan olarak davranmak, hitap etmek, yanlışlarını doğrularını abartmamak, insan hayatını tek tek alanlardan ibaret saymamak durumundayız.

Eğlencenin toplumsallaştırıcı ve toplumsallaşmayı çözebilici yanlarını aynı anda görebilen toplum kuramı, toplum eleştirisi konuşma, söyleşme, birbirine itiraz yollarının açık kalmasını açık tutulmasını tercih edecektir, etmelidir. Eğlencede sorun ifrat tefritte değildir, eğlencenin diyalektiğinin olmasıdır mesele, bir gün devam ederiz belki, meselenin, olayın, konunun, mevzunun kendisine yönelerek...

27 Aralık 2011 Salı

Ey Maneviyatçı ve Muhafazakârlar! Gözetleme, Tecessüs ve Yakıştırma Hamlesi Ne Zaman Tamamlanmış Olacak?

Gözetlemede, tecessüsde, yakıştırmada kimselerden aşağı kalmadığınızı gördük.

Başkalarını ne ile suçladıysanız, vaad edildiği gibi aynısı başınıza gelmeden durmayı bilebilecek misiniz?

Başkalarına yakıştırdıklarıyla suçlananlar, bu dünyada başkalarına yakıştırdıkları başlarına gelmeden terk-i dünya edemeyecekler yine de şanslılar, yeniden mazlum olabildikleri için, bir anlamıyla dahi olsa.

Hep haklı, hep kusursuz, hep tepeden bakan olmamak, başkalarına verdiği acıyı tadmış olmak insan vicdanı için daha iyi bir başlangıç noktasıdır. Günahsızlıktan, hatasızlıktan değil de insan olmanın gurur ve azabından konuşmak bambaşkadır.

Birbirimizi her ne kadar daha iyi tanımaya başlamış olsak da, bu iştihadan vazgeçmek; örümcek ağı serip tuzak atma, kafes kurma dönemini artık kapatmamız lâzım:

En iyi tuzak atabilecek, bent kurabilecek ve bütün tuzakları okuyabilecek olanın dersini mi bekliyoruz?

Hikmete kapalı olanın burnu sürtülür, sürtülecektir!

Sadece bildiklerini okuyanların değil, anladıkları ve kavradıklarını öğretemeyenlerin de sorumlulukları ortaktır!

25 Kasım 2011 Cuma

Beyaz Tv'deki Sünnet Meselesi İçin Özür Dilenmeyecek Değil mi?

Seda Sayan'ın programında  Kamer Genç'e yapılan için iktidar partisinden çıt çıkmıyor.

Kamer Genç'i verdiği cevap için kınamıyorum. Bundan daha ince bir cevap ne olabilirdi diye düşündüm, ama bulamadım. Suskunluk yanlış anlaşılır. Mahkemelik olunmasının bir ciddiyeti kalmadı. Ne yapılabilirdi, iktidar partisinden, iktidar basınından bir tepki gelmedikçe?

Kürsüde itilip kakılmasına "operasyon" demiştim. Anında ve anda gelişse dahi bu böyle. Kredibilitesini zedelemek için yapılmadık kalmadı. "Kendi hataları da var!" demeyin. Hatadan ibaret olsaydı dahi Kamer Genç, kürsüde milletvekili bir demokraside itilip kakılmaz. İtip kakanlar da ertesi gün yaptıklarının önemini farketmemişliğin hayretiyle konuşmazlar. Birileri ona, onlara demokrasinin ne olduğunu izah eder.

Mecliste olan, mecliste kalmadı, gerisi geldi. Bu kez bir magazin programıyla. Kanalın sahipleri kimler?

Dersimlilerden özür dileniyor, ancak Dersimin vekili bu kez televizyonda linç ediliyor: "O sünnetsiz!"miş. İnsanların sünnetlerinden onlara ne? Kendilerinin bu yaptıkları sünnet mi? Kaç kitabın içeriğini, kaç emri, kaç uyarıyı zulme uğratıyorlar?

Özürün dili ile linçin dili bir madalyonun iki yüzü olduğunda biz hangi yüze bakacağız?

Herkes özre tarihi anlam yüklerken, ben Kamer Genç'e yapılana (Kamer Genç haksız dahi olsaydı!) karşı çıkılmasına önem veriyorum. Dersimlileri yetkin görmeyen, temsilcilerine sömürgeci gibi davranan bir anlayışa karşı çıkılmasına.

Kamer Genç sandıktan tesadüfen çıkmış bile olsaydı, ciddiye alınmayacak mı idi? Nerede kaldı seçilmiş atanmış farkı gümbürtüsü, iddiası, heyheylenmesi?

Bakalım yarın, bir gün ne olacak.

Dersim 1937-39'da yakınlarını kaybeden Kılıçdaroğlunu köşeye kıstırmışlığın diliyle ceberrutlukların eleştirisi bana anlayışsız, insafsız ve gaddar geliyor.

Kılıçdaroğlunun sakin, proveke olmayan tavrını devlet adamlığına yakışır buluyorum.

Oradaki varlığı, duruşu, sessizliği de hesap soruyor.

Felaketler üzerinden rant sağlanması insanlığa sığmaz. İnsanın acısıyla puan toplaması da.

İnsanlardan beklenen oysa özür değil, anlayış, kavrayış.

Ve artık acıyı paylaşanların özürü...

22 Kasım 2011 Salı

Ekşi Sözlüğü Kapattırma Girişimleri Üzerinden

Ekşi Sözlük bazan incitici, yüzeysel olabiliyor. İtiraza kapılarını açık tutmaları, başkalarının imajını ellerinde tutma olayına ihtimamla yaklaşmalarını beklemek herkesin hakkı.

Haklarında önyargı oluşturulduğunu düşünenlerin, sitenin kendi sorumlularından cevap alamadıklarında mahkemelik olmalarını da doğal karşılıyorum.

Ancak son kapattırma kampanyasının demokratik, eleştirel, hukukî her türlü sınırı zorladığı kanaatindeyim.

Demokrasi'nin vazgeçilebilir bir şey olduğu vurgusu ise, ironik de olsa ilginç, referandumda hayır oyu verenlerin darbecilikle suçlanması demek durum, an, ironi icabıydı.

Burada ilginç bir gerekçe var: Kutsalların aşağılanması. Kutsalların aşağılanması kötü bir şey. Ancak bu, kutsalların savunulmasından ileriye gidiyor ve hukukun herkes için geçerliliği içinde herkesin, her çevrenin kutsal bildiği için demokrasiyi paranteze alabilme hakkını öne sürmelerinin yolunu da açıyor.

Sokağın devreye girebilirliği, galeyanın önünü açmaya kalkışılabileceği lafzı Çorum ve Maraş provakasyonunu yaşamış bir ülkede akıl kârı değil. Fark? İddiada haklı olunduğu düşüncesi. Kanıtın apaçık ortada olmadığı durumlarda da iddia büyükse, demokrasinin rafa kaldırılabilirliğinin meşruiyetinin düşünülebilirliğinin önü yeniden açılmış olmayacak mı? Yenidemokratlarmızın demokrasi söyleminin kolayca sönüvermesi yeni bir diktatörlüğün hedeflendiği iddialarını güçlendirmeyecek mi?

Kanıt apaçık olsa da olmasa da, hukukî sınama süreçleri devreden çıkarılarak mı hukuk gündeme getirilecek? Yani önce ortalık ateşe verilip sonra hukuk işlemeyecekse, hukuk baskı altına alınmakta değil midir? Değil ise, kamuda fiili infial için gerekçe mi oluşturulmaktadır?

Burada dikkat edilmesi gereken şudur: 11 Eylül türü saldırılarından sonra batıda göçmenlere yönelik saldırı çağrılarına meşruiyet kazandırıcı bir yolun önü açılmaktadır. Almanyada olup bitenler ve faillerin en iyi ihtimalde dahi korunmuşluğu uyarıcı olmalı idi.

Salman Rüştü meselesinde göçmenlerimiz üzerine baskıları meşru kılan bir diskur açıldı. Kutsallar korunur görünürken, batıdaki ırkçılığın göçmenleri fişleme, izleme, baskı altında tutma olayı kolaylaştırıldı.

"Ne yapılmalıydı?" diye sorulursa: Eleştiri ile karşılık verilmeliydi. Evrensel aklını bulmuş, gerekçelerini bulmuş alay ile. Bulunamadıysa, bu ihtiyaç doğardı. Aydınımızın söz hakkı elinden alındı. Söz hakkı'nın haklı olmayan sözü de içerdiğini, eleştiri hakkını yitirmenin acısıyla vurgulamalarda kalış, toplum mühendisliğine teslim oluş idi de.

Ölçü kaçırılmadıkça bu tür hallerde sokağın tepki vermesini demokratik buluyorum. Ancak demokrasinin rafa kaldırılabilirliği söylemi içinde sokak ve hukuk aynı anda gündemde tutuluyorsa, provakasyon hukukunca esir alınma durumuna düşüyoruz.

İnsanların inançlarıyla alay edenler çokbilmiş ilkel ve cahil bir bilimsellik iddasından konuşuyorlar öoğu kez. Düşünceleri, iddiaları inanç-bilgi ayrımı, antinomilerin eleştirisi gibi hususların farkında oluşun aydınlanmasını içermiyor.

Kaba eleştirinin çattığı indirgenmiş ezberi inancın hakikati sanan bir karşı kutup da, indirgenmiş, basitleştirilmiş, saptırılmış olanı kendi hakikatleri olarak savunabiliyor. İki tarafın ileri sürülen içeriğin gerçekliğinden emin oldukları, ama hakikatini sorguladıkları bir ortak zeminde kutuplaştıklarını görebiliyoruz çoğu kapışmada. Örnek verelim: Mevlânaya küfredenlerin Mevlânâya yazdıklarını bazı sözde mevlevî çevreler aynen savunuyorlar. Bir taraf bu ezberi övüyor, bazıları da ona sövüyor. Küfürü hafifletecek hiç bir şey olamaz. Ancak çarpıtma, kendi diyemeyeceklerini büyüklere söyletme de hafif br hakikat suçu değil.

Mevlâna üzerine kapışöalarda yapılması gereken, hakikî Mevlânâyı sunmaktı. Bu da zaman alacak bir iş idi. Hakikîsini sunmak zaten, hakikati içinde sunmaktır, bilebileceğimiz, kavrayabileceğimiz hakikatimiz içinde, yorumlarımızı tartışmaya, yanlışlanmaya (bilgiteorisindeki anlamıyla) açıklık içinde tutarak.

Hemen cevap verememek acıtsa da, söyleyeceğin bir şey yoksa, dersini çalışmak, ezberi olanla dövüşe girişmeden daha hayırlı bir yol.

Kanlı pazarda başkalarının hakikatini çarpıtıp balta satır saldıranları her daim haklı kılan bir hukuk, ilahî bir söz vermişlik yok.

Çarpıtma olmadığında da kafa göz kırmakla hakikat savunulur diye bir şey yok. Bunda cahiller, çok bilmişler her daim daha ustadır.

Hakikate sadık olmak, hakikatini bulmak, hakikati savunmak acelecilik, baskıncılık işi değildir. İzah edemiyorsan cahilsin. Daha iyi gerekçe sunamıyorsan, hakikate ezberi tercih ediyorsun.

İnandığında, bildiğinde hakikat olduğunu, olması gerektiğini düşünen insan saldırmaz.

Meşru müdafaa güçlü olanın, hukuku tayin edenin değil, köşeye kıstırılanın hakkıdır öncelikle.

İktidar iken köşeye kısmışlık psikozuna girmeyeceksin. Önüne geleni de köşeye kıstırmaya çalışmayacaksın.

Daha iyi bir ufuktan bakış, daha geniş bir anlayıştan eleştiri seni çaresiz, zavallı, garip yapmaz. Ayrıca garip, mazlum kalışın bir kötülüğü yok. Kerbelâ'yı okumakta aciz kalıyoruz: Orada kendilerini savunmak için mazlum kalıştan başka bir yol seçmeyişi sanki yenilgi nedeni gibi görüp, zalimlerin dilini seçmeyi yeğleyenlerimiz var. Kerbelâdaki zulümü onaylamadan değil de, yenilgiye yol açan yolu reddetmekten kaynaklanan, mazlumların aleyhindeymişçesine bir yolu seçtiren, iktidara, galibiyete götüren yolun seçilmiş oluşudur. Bu, mazlumlardan uzaklaştırıyor, Kerbelâda susuz kalanlardan uzaklaştırıyor!

Ekşi Sözlük'e karşı tavrın mutlak galibiyete, ezici dayatmaya gidecek görülen yol olması sorunlu. Bu dilden bizler çok çektik.

Velev ki hakikate zulmedilmiş olsun: Biz iktidara, ikbale, yarın yarı yolda bir kenara atabileceğimiz demokratik söyleme sarılıp, işimize gelmeyen hakikat sözcülerini susturursak, dayanaklarımızın zehrini geç farkederiz. Asaları, sopaları yere atmak, hakikate teslim olmak, hakikatin kirletilemeyeceğine inanmamız lazım, öncelikle.

Bir yanlış tezi zor ile, tehdit ile, mutlak iktidar ile susuturursak, galibiyeti garantileyen yolları seçersek susturduğumuz sadece ve sadece eleştirel aklın sesidir. Hakikati anlama eleştirel bir çabadır. Soruya cevap vererek olur. Kötü soru yoktur, provakatif soru ise gerçekliğini en kolay ele veren sorudur. Verimsiz soru anlamında kötü soru ise vardır, sormaz, tartışmayı kapatarak destekler. Yağcıların, yalakaların soruları değil, seni cepheden sarsan soruları cevaplayarak aşarsın ezberi. Provakatif soru değil, tartışmaya kapalı duruştan gelen sorudur kör soru.

Ezber? Ezberin işi başkalarının yorumuna, anlayışına, kavrayışına nakletmek, aktarmaktır. Hali, zamanı, meseleyi bilmeden duyduğunu tekrarlamak olduğunda, alaka, bağlam, söylenenin hangi alanda hakikat iddiasında bulunduğu bilinmediğinde sözün hakikatine zulmedilir. Anlama, kavrama sözün tüm içeriğini kavrama değildir. Kendi halinden durumundan, hakikatin kendisine açıldığı kadarından konuşmaktır. Konuşmaktır, çünkü, kavrayış kavrayışla buluşarak genişler. Konuşma bu anlamıyla eleştirel bir diskurun gündeminde, kucağındadır. İster anlam nüans farkından, ister tümüyle karşı karşıya gelmekten kaynaklansın konuşma, soru cevap diyalektiği, açık bir ufukta bizi düşünülmemiş ile buluşturur.

Öfke, hakikat derdi olanların işi değildir. Yalanı iftirayı göğslemek güçtür. Güçtür ama, hakikate yaklaştıracak, daha da yaklaştıracak olan o soruyu sorana değil, sorabileceğe cevap gönderebilmek, bir sonraki soruyu davet edebilmektir.

Tehditle, kodesle, yasakla hakikat korunmaz. Düzen korunur. Hakikat derdi olanlar, kendi cehalet ve dar ufuklarından korkarlar sadece, kendi faniliklerine tapmaktan, faniliklerine yapışmaktan.

Aslolan iktidar değildir. İktidara ve galibiyete götüren garantili yolların taburesine tekme vuramadıkça, gönüllerde taht kurulmaz!

Gönlümüzün sahipleri, tevazularına, insanlıklarına sarılan ve insanlıktan umut kesmeyenler, propaganda değil hakikat ipine sarılanlar olacaktır demem kimleri aydınlatabilir ki?

Acelen varsa, sabrın sözcüsü olmayacaksın!

18 Kasım 2011 Cuma

Vicdanî Red Üzerine Ev Ödevleri

Savaşın nerede red edileceği, nerede kabul edileceği eski adamlık, yiğitlik, alplik geleneğimizin (tüzüğünde, el kitabında değil) praksisinde, fronesisinde de yazılı idi. Kabile ve aşiretler demokrasisinde reddedilen savaşlar çok olmuştur, güç dengelerinin elverişli olmasına bakılmamıştır çoğu kez.

GAZA. Gaza zulme karşı duruş, barış için hareket idi, zamanla nasıl gerekçeler, temellendirişler, duruşlar sulandırılır ayrı bir konu. Savaşı red veya savaşı kabulleniş aynı gaza kavramının içinde gerekçelenebiliyor meşruiyetini bulabiliyordu. Erken fütüvvet bir aşiretler, boylar demokrasisin buluşma alanında şekillendi. Merkezî devlet(ler)le fütüvvet evet, zayıflamıştır. Bu anlamda bir zayıflamayı da dert ettiklerini sanmıyorum. Aşiretlerarası demokrasi yani dengeler ve ortayol bulma faaliyetleri kötü bir şey olmasa da, stabilite, güvenlik, hukuk,  ticaret yollarının açık tutulması özlemi merkezî devlete yönelik bir talep de yaratıyordu.

Hüzeyin Gazi'nin Kuyucu Murat Paşaya katılmayı reddeden torunları da o dönemin anadolusunda yiğit, er bulunuyordu pekalâ. karşı koyuşlar her daim isyan biçiminde olmazdı. Dengeler elverdikçe diplomatik, elvermediğinde canından olmayı göze almayı gerektiren bir kodeks öncelenirdi. Bir el kitabından yola çıkarak değil. Halkın, kültürün, geleneğin temellendirici desteğini, toplumsal vicdanı arkasına alarak!

Vicdanî redde ayırt edici olan gerekçenin bireyden mi topluluktan mı geldiği değildir. Kararın arkasında bireyin durması önemlidir, birey ve vatandaşın hak ve ödevleri alanında gerekçelenmesi dahi ayırt edici değildir. Hak ve ve ödevler bağlamında bakan ve değerlendiren bir hukuk ve toplum yeterlidir.

Torunlarına silaha el sürmeyeceklerine dair yemin ettiren savaşçı geleneğin temsilcisi de vicdanî reddi gündeme getirebiliyordu, hem de meşruiyet tartışmasını anlamsız bırakarak. Olgun bir toplumda böylesi durumlarda hal çareleri bulunabiliyordu. Bulunamadığında münderecat ve hukuk icabıdır her şey.

Savaşa karşı çıkarak dağa çıkan vicdani red kapsamında hareket etmiyordu. Reddin aktif direnişe dönüşmesi, savaş karşıtlığının savaşlara iç savaşlara dönüşebilmesi ise her daim mümkündür.

Vicdani reddi modern zamanların kavramı olarak görmüyorum. Ancak modern zamanların temellenmiş direniş tarzları, barışçı duruşları ile de alakalanmış, yeniden temellenmiştir.

PASİFİZM. Vicdani red, zorla silah altına alma karşısında şiddet kullanmaz. Gandi'nin siyasi mücadelesi pasifizmin modern zamanlardaki yeniden temellendirilişi, sınanışı da olmuştur. Bugün vicdani reddi tartışan ufuk pasifizmi gündeme getirmeden kendisini ifade edemez! Pasifizm tartışmaya açık, argümentasyona açık bir duruştur. "Dinim böye gerektiriyor!", "anlayışım böyle gerektiriyor!", "gazi dedeme söz verdim!",  demek durumunda değildir pasifizmden argüman. Bu tür argümanlar, bir anlamda tartışmaya kapalıyken, bir başka boyutta tartışmaya açık olabilirler. Bunda sorun yoktur. İnanca, anlayışa saygı başka bir şeydir, bir şeyin doğru olup olmadığını başka bir planda tartışmak ayrı.

"Köylüme silah doğrultamam!" da bir yeterli gerekçedir. Bunu söyleyen "Çanakkaleye gitmem!" dememektedir. Gerekçesi de pasifist değildir.

"Pasifist, işgale evet der, sömürgecilere uysaldır" diye de düşünmemek lazım. Evet, işletilebilse medenî bir duruştur. Özgüven ister. Karşı tarafa da güven ister. İnsanın ruhuna. İnsanlığın kader ortaklığına.

Pasifizme karşı argümanların güçlü olmasından çok reel politik durumlar konuşur. Savaş endüstrisi, çatışma mühendisliği. Kapıdaki bela.

Evet, ben 12 Eylül döneminde askerliği reddederdim! Çanakkale Direnişine ise gözüm kapalı katılırdım. "Doğru mu yapıyoruz?" sorusunu sormak ise ne ayıp, ne yanlış, ne de günah. Bu soruyu birileri sormalı. Birileri de cevap vermeli. Ancak hiç bir cevap sorunun önünde, ilerisinde değildir.

Soru hakikatini de taşır. Cevap kendi olumsuzlamasını.

Çanakkale'de tartışılabilecek bir şey yoktu, her şey apaçıktı: Doğru mu yanlış mı yapıyoruz sorusunu aşar bazan savaş. İşte o zaman sorgulanmaz direniş.

Çanakkale üzerine tartışmalar, yine de, olmadı değil. "Neden geri çekilen düşman askerleri imha edilmediler?" sorusuna bazan "savaş katliam değildir!" cevabını işittik, bazan reelpolitik açıklamalarla desteklendi bu, bazan karşılıklı profesyonellik ya da insanlık üzerine diskur yürüdü. Doğrusu neydi? Doğrusundan öncesini söyleyelim: Bu sorular geçmişi değil geleceği şekillendirir! Tartışma gelecek için yapılmaktaydı.

Doğrusu şudur: Çanakkaledeki direniş bir ahlâkın, varlık sebebinin, kültürün, dayanışmanın medeniyetinin cevabıydı işgalin medeniyetine. Daha üstün bir ahlâk silahlardan üstündür. Tecrübe, kurmaylar silahlı bir direnişin askeri-hukuki normlar sınırında hareket etmesini sağlayabilirler. Yani tek başına haklılık, direniş ahlakı, gelecekle dayanışma hali yeterli değil. Ufuk da vardı. Soğuk savaşın flu gerekçeleri, şeytanlaştırmaları değil, hakikat, varlığımız, insanlık için söylenebilecek sözümüz can pazarındaydı.

Batı karşısında aşağılık duygusu içinde olanları anlamakta zorlanmışımdır hep: Biz orada anayasamızı, babayasamızı, insanlık duruşumuzu yazdık, yaşadık, ilan ettik. Elbette kendimizi sınırlandırarak, savaşı intikam eylemine dönüştürmeyerek, barışa geçiş kapılarını savaşta, hatta savaşla açık tutarak!

PARANTEZ. Yunanlı sosyalistler Selanik açıklarında anadoluyu işgal için yola çıkarılmış bir gemiyi (kruvazör?) işgal ettiler. Yeri göğü inleten sloganları "Savaşa Hayır!" idi. Dışardan işgal değildi bu. Yalta ile reel sosyalizmlerle henüz dümura uğratılmamış bir kardeşlik ilanıydı, üniformalı erlerin, askerlerin. Benzeri birkaç olay İzmir açıklarında oldu. Buna "savaş karşıtlığı" deniyor. Bu direniş türü, "sivil direniş" kavramıyla geçişli olsa da, sivil direnis değil. Sivil direniş pasifizmin spektrumunda şekilleniyor. Yunanlı barış eylemcileri silahlı askerlerdi. Göze aldıkları küçümsenebilir bir şey değildi. Başlarına neler geldi, can kayıpları oldu mu neden çokbilmiş ve cengaver gazetecilerimiz incelemez, araştırmaz anlaması zor.

SİVİL DİRENİŞ. Batı üniversitelerinde "sivil direniş" pratik felsefenin dalları olan uygulamalı etik, siyaset  felssefesine konu edilir. Vicdani red, "sivil direniş" başlığı altındaki bir çok konudan birisidir. Sivil direniş pasifizmin eylem spektrumu olarak görünse de, pasifist olmayan siyasetlerin de pasifist yolları kullanabildiğini biliyoruz.

Vicdanî red konusu askeri bir konu olmadan çok, adalet felsefesinin, siyaset teorisinin, düşünce tarihinin, siyaset felsefesinin, uygulamalı etiğin tartışma konusu olmalıydı.

Askeri görüş, reel durumu ifade eder, varolanın içinde, varolan şartlarda, olması gerekenin alanını işaret etmez.

Tartışmalar ise hikmeti, düşünceyi, siyaset bilmini, toplum kuramını, siyasi pragmatiği, reel politika tarihini de ister, düşünce tarihi kadar.

DÜŞÜNCE TARİHİ. Zorunlu askerlik vatandaşlık kavramının gelişimi unutularak, aydınlanma sonrası toplumların gelişimleri unutularak tartışılamaz. Profesyonel ordu bu yüzden sadece askeri bir mevzu değildir. Zorunlu askerlik bir hak mıydı, zorlama mıdır, bilinmesi gerekir! Savunmanın düzenli ordu ya da milis tipi örgütlenmesi de askeri tarihin değil, siyaset tarihinin önemli bir konusudur. Yugoslavyalaşma, balkanlaşma olaylarından sonra bizim geçmişimizdeki düzenli ordu için milislerin tasfiyesi düşünce tarihi açısından da ele alınabilmeliydi. Nerede bu tartışmalar?

FARKLI DURUŞLAR, farklı tavır alışları normalitesine dahil edebilen kapsayıcı pragmatizmler bir ülkenin çöküşünü getirmez. Savunma toplumsal dayanışmanın çökmesiyle ortadan kalkar. Teknik bilgi ve alan tecrübesi, çeşitli alanlarda önderlik sorunları reddedebileceğim şeyler değil. Ancak ruhsuz bir teknik, dayanışmasını yitirmiş bir toplum, toplumuna sömürgecileşmiş aydın, mühendisleşmiş siyasetçilerin itirazsızlıkta bile yapabilecekleri fazla birşey yok.

İÇERDE SAVAŞ VAR argümanı son haftalarda sürekli vicdani redde karşı gündeme getiriliyor. Ordu dışardaki savaş için kurulur, doğrudur, sınırlarımızda savaşlar var. Ancak ordunun içerde kullanılması gerektiğini addeden argümanlarla vicdani reddi reddetmek, vicdani red lehine argümentatif ve vicdan sızlatıcı temel oluşturmaktadır.

SİLAHSIZ HİZMET TALEBİ vicdani red ile özdeş değildir. Vicdani red bir dispozisyondur. Silahsız hizmet, değişik gerekçelerle silah taşımak istemeyenler için bir çözüm yoludur. Silahsız hizmet yerine hapishane de seçilebilmektedir bazı ülkelerde.

HAPİS. Bazı demokrasilerde bir çözüm idi. Abartılı bir süre olmaması kaydıyla, angarya ve aziyete dönüşmedikçe. Burada dikkat edilen vatandaşlık duygusunun yitirlmemesi, muteber olan olmayan vatandaşlık kavramlarına kapı açılmamasıydı. Hukuk felsefesinden, siyaset düşüncesinden argümanlar tartışmaya atılmadan bu konuyu da tartışmak imkansız.

VATAN SAVUNMASI. "Bizim çocuklar darbe yaptı" diye bir önerme düşünelim. Bu önermedeki "bizim çocuk" olmayı kutsallaştırmak değilse onca hamasiyat, tehdit, kavgacı ton insanları dinlersiniz! Dinlersiniz, taleplerine bir biçimde cevap verirsiniz. Vatan savunması soğuk savaş örgütlerinin sokaklarda aydınlarımızı yok etmesi; Maraş, Çorum, 1 Mayıs provakasyonlarına kalkışabilmesinin adı değil! Mamak askeri cezaevinde kendi aydınlarına soğuk su sıkan, taciz eden (fonda İstiklal Marşıyla!) zihniyeti reddetmek de vicdani reddi bir zamanlar, Efendiler!

Tereddüt, eleştiri, farklı bakış bizi çözmez, çökertmez. Ama devlet eliyle işkence, tecavüz yapılırsa çökertir! Kurtuluş savaşında eline silah almayanlar değil, ordu cephede çırpınırken ellerine silah alıp da yolları kesenler, ali kıran baş kesen açgözlüler belaydılar.

Vicdandan redde gideni döverek, korkutarak, şeytanlaştırarak bir yere varılamaz. Herkes hastabakıcı, aşçı olmaya kalkıştığında, evinde oturduğunda, işine baktığında zaten bir tehdit de yoktur. İnsanı evinden çıkaran yola döken, çöllere çıkaran savaş severlik değil, barışın değerini biliştir, insanlıktır, sözünde dururluktur.

Evini sevmek fena bir şey değildir. Eve dönmek, evine ekmek götürmek isteyen direnir. Evsiz, barksız, umutsuzlar da arkadaşlarını evlerine sağ salim gönderebilmek için çarpıştıklarında galip geliyoruz, geliyorduk, bir zamanlar.



(Zamanım bu kadarına yetti, benden bu kadar... Düzeltilmedi.)

13 Kasım 2011 Pazar

Çoğunluğun Azınlığı Meclis Kürsüsünde Linç Edebilirliği Olarak İleri Demokratik Düzen

Kamer Genç'in üzerinden muhalefete "operasyon" yapmak kolay görünüyor. Kredibilitesi zayıflatılıyor, hukukun ve hakkanî davranışın rafa kaldırılabilirliği olarak istisnaî bir hal üretiliyor. Ya da, daha şaşkın bakanlarca, Kamer Genç'e yapılan tartışmasızca hukukî ve hakkanî olanın ifadesi gibi pazarlanıyor.

Kamer Genç bir milletvekili. Bulunduğu yer meclis kürsüsü. İfa ettiği ise, çoğunlukla ters düşse de milletvekilliği. Onu orada itip kaktırabilecek, çekip sökecek hiç bir meşru güç ve güç kullanımı gerekçesi söz konusu değil.

Kamer Genç'i itip kakan şahıs, susup meclisin meclis hayatını regüle etmesine izin vermek yerine hareketini Kamer Genç'in şahsiyeti üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor.

Kamer Genç yanlış da hareket edebilir doğru da. Mikrofonunun kapatılmasını meşru kabul edelim. Onu oradan itip kakarak indirmeye kalkışan bir zihniyet o andan itibaren kendi meşruiyetini tartışılır hale getiriyor.

Orası meclistir. Protesto da olur, işe gelmeyecek şeylerin söylendiği de. Citizen Kane'deki konuşma örnek gösterilirken, mahkeme ya da meclis kürsüsünde kısa kestirme, susturma, gündemi uygulama çabaları saçma kaçıyor.

Kürsüde gündem de delinir. Gündem eğer herkesin gündemi değilse, yapılamazsa. Meşruiyeti olan bir gündem, oylama ile değil, oydaşma ile sağlanır. Bazan etkin olmak, aceleye getirmenin haklı bin bir gerekçesi olabilir. Ancak bir meclisin gündemi çoğunluğun keyfi de değildir. Meclisteki uzlaşmalar, konsensus, anlaşmanın ileri zamanlara da yayılmasının, çoğunluk kaymalarında dahi işlemesinin ön adımıdır.

Dayatma olarak anlaşma, zaruriyet üzerinden gider çoğu kez. Anlaşma zaman kaybı değildir oysa, genel bir diyaloğun ifadesi olabildikçe, tek tek konu ve durumlarda, olmadık zamanlarda gündeme getirilmeye çalışılmadıkça.

Bir zamanlar kürsü dokunulmazlığını korumak ve savunmak için ne mücadeleler verilmişti. O mücadeleler bugünkü iktidarın elindeki imkânların bir kısmını sunan. Milislerin mebusların önünü kestiği zamanlara özlem çoğunlukçuluğun içine kolay düştüğü bir tuzaktır. Çoğunlukçuluk demokrat değildir her daim, ya da zorunlu olarak.

Kaldı ki meclis çoğunluğu halkın çoğunluğu anlamına gelmiyor. Meclis azınlığı da hükümeti (her hangi bir konuda) desteklemeyenlerin toplumun yarısından azına tekabül ettiğine.

Meclis çoğunluğu, makbul olan ve makbul olmayan vatandaşlık ayrımına tekabül ettirilmesinin ne gibi rasyonel gerekçeleri var bilemiyorum. İktidar partisinin bir çok fonksiyoneri ya demokrasiyi kavramada zorlanıyorlar, ya da artık çoğunluk da olsalar azınlık psikolojisini üzerlerinden atamıyorlar. Neyin intikamı alınıyor, kendi savunmaları gereken elden giderken?

Bir başka sorun da Çorum, Maraş ve Sivas provakasyonlarını yaşamış insanlara meclisten gönderilen mesaj. Kamer Genç'in renkli kişiliği değil de mezhebi bu saldırıya uğramada öncelikli hale gelmesini sağlayan gizli neden ise yalnız demokrasimiz değil, aynı halk olma tasarımına bir müdahale söz konusudur.

Bu mesaj da gitmiştir, ileri demokratik hotzotun içerisinde. İtip kakan ve itip kaktıran milletvekillerinin mezhep çatışmalarında yer almamış olmalarını, hatta değişik mezheplerden olmalarını umuyorum. Keyiflerine göre ülkenin çivilerini çıkartma haklarına sahip değiller ve onların keyifleri hakkanî tavrın gölgesi ya da izdüşümü değil.

Mecliste söz hakkı çoğunluğun keyfi oylamaları üzerinden olmadığında, gruplar ve milletvekilleri zaptiyeye ihtiyaç duymayacak şekilde çoğu sorunu çözer. Tekil durumlardaki güçlükler gelecek haller için gelenek ve pratik oluşturur.

Demokrasi konuşma, tartışma, çözüm kanallarının açıklığı üzerinde devam kazanır.

Bir milletvekili kürsüyü işgal ettiğinde ona verilecek cevap, onun eylemine orantılı dahi olsa, demokratik alışverişin içerisinde, konsensusun kapılarını açık tutarak, demokratik geleneği gündemde tutma kaydıyla ifa edilir. Demokrasi an'dan sonrasını tufan görenlerin temellendireceği bir alışverişe dönüştürülemez!

Diplomasi zaman kaybı değildir. Olgunluk, sabır, karşı tarafa değer veren bir tavır çoğu sorunu çözdüğü gibi, demokrat diskurun olmazsa olmazlarıdır.

Kürsü işgalleri, söz hakkı gaspları güçsüzlük, çaresizlik ifadesi olduğunda çoğunluk kendi tavrını gözden geçirmeye meyilli olmalıdır. Azınlıkta olanın sorumsuzluğunun, sorumsuzluklarının da her daim bir açıklaması, meşru desteği olmayabilir. Demokrasi, haklılık, aklıbaşındalık kimsenin tekelinde değildir. Yanlış her taraftan gelebilir.

Meclisin çoğulcu geleneği canlı tutulmamaktadır. Şahıs ve toplulukların haklılık iddialarının medya üzerinden imaj ve propaganda savaşlarına temel oluşturması temsil sorunlarını boğar görünmektedir.

Yeni demokrat milletvekillerimiz meclisi gelip geçici bir araç, yol üzeri istasyonu olarak görmemelidirler. Bu oy kazandırsa da kaybettirse de, bir halk olmanın, bir demokrasi olmanın temelleri en basit bir olayda erozyona açılmaktadır.

Ne siyaset ne de demokrasi sorumsuzluk üzerine kurulmaz. Birbirinden sorumluluk diyoruz ilk elde, meclis bağlamında sorumluluktan bahsettiğimizde, Efendim.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Van Gölüne Moloz Dökmek Nedir?

Ahlaken ve hukuken böyle bir eylemde bulunmak için hiç bir kabul edilebilir gerekçe yoktur.

Günü kurtarırken, gelecek için sorumluluk reddedilmektedir! 

Gelecek nesillerin içme suları, diğer canlıların varolma hakları ellerinden alınmaktadır. Burada "ekolojik denge sürekli ve kendiliğinden oluşmaktadır" lafzı saçma kaçacaktır, çünkü, katliam yapıp, "hayat devam ediyor, edecektir!" demekle eşdeğer bir gerekçedir tabiatla ilişkilerimizin alanında. Her gerekçenin meşru kullanım alanları vardır. İhmalden öldürdüğüne "kadere inan" diyemezsin, karşındaki kadere inansa dahi. Dediğinin doğru olduğunu düşünelim, doğru olsa bile tavrın ahlâklı olmayacaktır: Sorumluluğunu reddetmektesin!

Eylemin sonuçları depremin zarar verme süresini uzatacaktır. Zehirli molozlar, tuzlar, mineraller tespit edilmemiştir. geçici bir toplama istasyonu kurulabilirdi.

Maliyet gelecekteki erozyon, çöküntü, izolasyon, kaymalar karşısında geleceğe katlanarak aktarılmaktadır.

Siyaseten, bizden sonra tufan anlayışı üzerine demokrasi kurulmaktadır. Depremlere karşı önlem alacak mantık ayaklar altındadır.

Çevre Hareketinin iblisleştirilmesi, izlenen ezici ve sindirici tavrın kırmızı kitaba girmediğinin kalması hakkani bir pragmatizmin değil, ideolojik ve dar ufuklu bir siyasi pragmatizmin siyasetlere temel oluşturduğunu gösterir. Burada söz konusu edilen ideoloji marxtaki "yanlış bilinç"e, geleneğimizdeki "hakikate zulüm" kategorisine girer. Yalanla yaşamanın paragmatizmi olumlu anlamıyla pragmatizmi yerle bir edecek bir hakikatsizlik ufku ya da ufuk karartıcılığı içermektedir.

Hiç bir yerel idari makamın göllere, akarsulara ve denizlere moloz döktürme yetkisi yoktur. Sel, tsunami gibi afetlerde kurulabilecek setlerin dahi son dakikada çekilen çerden çöpten setler olmaması gerekir. acil önlemler risk almayı gerektirebilse de, sorumluluk işidir. Zaten nelerin yapılabileceği önceden tartışılmadıkça, sınanmadıkça, üzerinde çalışılmadıkça aklı başında kararların alınması güçleşir. Son dakika bilirkişisine başvurulması, karar alınması gerektiğinde kurulların tartışmaya kilitlenmesi değildir söz konusu olan. Zamanında tartışılır, zamanında hızla karar alınır. Karar alınırken ve karardan sonrada de bilirkişiye ve denetime ihtiyaç olacaktır. Acil kararları demokrasi iddiasıyla bloke etmek söz konusu değildir. Demokrasi, tartışmaya ve denetime açıklık sürecin tümünde söz konusu edilir. Eylem ve önlem çerçeveleri üzerinde çalışılmıştır, uzmanların uzmanlıkları sınanmıştır, karar süreçleri denenmiştir. Yine de çaresiz kalındığı olur.

Japonyada dahi "bize bir şey olmaz"cılık, istatistiki verilere güvenin yolaçabildiği felaketleri gördük. Afet yalnız bir doğal afet değildi. Bir teknoloji felaketti de.

Biz Van depremine teknik ve kimyasal bir uzatma süresi tayin edersek, gerekçelerimizi başkalarını iblisleştirerek, hakikati karartarak kurarsak gelecek teknolojik felaketlerin de zemini giçlendirmiş oluruz.

Bu olumsuz zemin vardır. Gümüş işletmelerindeki zehirli göletlerin debisini, hacmini, ortaya çıkabilecek momentumu en alt düzey kontrol anlayışının dışına çıkardığımızı unutmayalım! 

Çeşmeden su içerek zehirin sızmadığını iddia eden bir gazetecilik dahi basın etiğinden de önce, bilimsel (jeolojik, kimyasal, biyolojik) bir temellendirmenin hiç bir merci tarafından yerli yerinde kullanılmadığını, her şeyin kendi hakikatinin öncelenmediğini gösteriyor. Yine "hakikate zulüm" bahsindeyiz, etik kriterleri hiçe sayan, hukuku gelecek nesillere ve tabiata karşı işlenen suçlara dair işletmeyen, aç gözlü ve kendi çevresine karşı sömürgeci bir insanlığın hakikati karartma bahsinde!

Her bir söylenen, tartışılan, ahlâk ve hukuk felsefesinin alanında zahmetsizce çürütülebilir, savunalamaz hale getirilebilirken, temelsizlikten ve gerekçesizlikten eylemenin demokrasisi geçmişte tartışılan "cicidemokrasiden" daha ciddi iddialar taşısa da, demokrat sorumluluğunu bulamamışlıktan yola çıkmaktadır.

Demokrasi çevre felaketlerinin çaresi olmasa da dostudur. Ancak demokratik bir toplumda eleştiri ve eleştirel diskur (söylem) işler.

Muhalefeti olmayan, eleştirel aydını olmayan bir toplumda su havzaları bataklık diye kurutulur, Göçmen kuşların konakladıklara alanlara fabrikalar dikilir. Zirai atıklar, gübre ve zehir fazlaları nehirlere akıtılır, dip sularına iner. Kene sorununu, hayvan hastalıklarının nedenlerini dümdüz edici bir ekolojikpolitikaya bağlayamayan bir ufuksuzlukla "geleceğin nurlu ufuklarına" yürüdüğümüzü sanırız.

Bir lokma bir hırkayla avutulduğumuzun iddia edildiğii dönemlerde insanla, doğayla, toprakla, suyla barışıktık ve komşularımızla kardeştik.

Yeni bir medeniyet eğer gerekiyorsa, medenî bir geleneği çiğneyerek değil, olsa olsa, eleştirerek yükseltilr. Eleştirinin eleştireceğini tümden ve hepten bulup yakalayamayacağını bilirsek, her eleştirinin, bir tezahürün, zaman ve mekanda şekillenen gerçekliğin eleştirisi olduğunu unutmazsak.






26 Ekim 2011 Çarşamba

Dangalaklar, Patavatsızlar, Lomsözlüler Bizim Yerimize de mi Konuşmaktalar?

Dangalaklar bizim söyleyemediklerimizi mi söylüyorlar?

Ne münasebet! Öyle şey mi olur! Aklımızdan onun söylediği dahi geçmiş olsa, o akıldan geçen onu seçmedikçe, gerekçelemedikçe bizim değildir ki.

Akıldan her bir şey geçer, onların arasından seçeriz, ya da onları eleştirerek, onlara itiraz ederek başka bir şey buluruz, başka bir yere varırız.

Akıldan geçeni temellendirmeden, gerekçelendirmeden, arkasında durup duramayacağımızı bilmeden söylersek, söz bizim sözümüz olmaz mı?

Söz bizimdir, sorumluluğunun bizim olması anlamında. Fikir ödünçtür. Temellendirme, arkasında durma da ağzımızdan çıkanın doğruluğuna imandan değildir ki! Yanlışımızı bir gösteren olduğunda geri adım atmaklığımız gerekir.

Akıldan her geçen bizim değildir. Sağdan soldan duyduğumuz da, etarfımızın tekrarları da, savunmada kalma hali de, saldırıya geçmişlik de, düşünce kapasitesi de herşey etkiler.

Akıldır bu, her şey gelir, geçer. Akıl kamuya, etrafa, etkiye, iyiye kötüye açıktır, açıklıktır. Ancak yargıgücümüz, akıl terazimiz, insafımız, tecrübemiz de vardır. Akıllı dedğimizde bir dengeliliği kasdediyoruz çoğu kez. İşini bilirliği kasdetmek düşünce üzerine konuşanın, sorumluluktan bahsedenin işi değil.

Aklımızdan iyi ya da kötü bir şeylerin geçmesi o kadar kötü birşey değil yani?

Tabii ki! Ama bir kuzuya karşı  bir çakalın aklından geçenler başkadır, bülbülün başka, ceylanın başka.

Aklımızdan geçenler karakter düzeyimizin, olgunluğumuzun da bir göstergesi mi?

Değil. Doğrudan değil. Tamamen değil. Rüyalarında bile yapmamaları gerekenleri yapmayan insanlar gördüm. İşkencede ilaçlandıkları halde konuşmayanları gördüm. Uyudukları halde arabayı kaza yapmadan durdurabilenleri gördüm, ona uyku denirse, ama en ağır uykuya kafası kesilmiş horozun hedefine koşmaktan vazgeçmemesindeki gibi etrafı emniyete almadan teslim olmadıklarını görebiliyoruz. Her kalbi duran pilot uçağını olur olmaz yere çakmıyor. Kontrol bazan insana pahalıya da patlayabilir. Bunu sanat haline getiren gelenekler vardı eskiden. Şimdi içgüdü, güdü, iti, tepki, paşa gönlün ne istediği, keyif, akıldan geçen spontanite olarak görülüyor ve göklere çıkarılıyor. Oysa övülen icatlılıkları dengede tutan ve karaktere yerleşmiş bir terbiye var, kendisini spontan sanan insanda.

Öyle ya da böyle, geliştirilen "mekanizmaların" çöktüğü, gereksiz görülüp ihmal edildiği, insanı zorlayıp olumsuzlandığı haller de olur. İnsanın kontrolü yitirdiği, kafayı yediği zamanlar da gelebilir. İyi terbiye almış, güzel yetişmiş bir mecnun, elbette, hanzo bir mecnundan incedir, zariftir her daim.

Kontrol altına alınabiliyor mu akıldan geçenler?

Alanlar var, ama onlar bir durum karşısında ne yapılabileceklerden bir listeyi o olay olmadan da yapabilecek kapasitede insanlar. Bir şeyi de unutmamak lazım: İnsan en çok sınandığı, açık vermekten en çok korktuğu alanlarda fren geliştirir. Eskiden terbiyede aklına gelmeyecek, yönelmeyebileceği alanlarda da güçlendirilebiliyordu insan. Genel eğitim düzeyi artsa da, insan olmanın, insan yetiştirmenin, kendisini yetiştirmenin sanatları unutuldu.

Tasavvuf bunlardan birisi mi idi?

Evet, ama sadece bir yanıyla. Her okul, aynı şeyleri öne çıkarmayabilirdi de. Fütüvvetin, melamiliğin insan anlayışı yakın zamana kadar gündelik terbiyemizde hakim idi. Bunları tartışırsak konu dağılır gibime geliyor.

İnsan güreş öğrenirken de yetiştirilebiliyordu, hamur yuğururken de. Ok atış da kontrolü geliştiriyordu, şarap ustası da çırağına olgunlaşmayı üzümden başlatıp gösterebiliyordu. İnsan yetiştirme sadece bizim gelenekte vardı diyemeyiz, her gelenekte öncelikli idi çoğu dönemler. Tasavvufun ise bir yanı buydu. işi buydu bile diyebiliriz, sadece bir yanı olduğunu akıldan çıkarmadan.

Kısaca diğer yanı neydi diye sorsak?

Diğer yanlarından birisi, bilgiye bir başka türlü bakış tarzıydı. İnsanın faniliği ile sonsuzluk arasında hayattan geçen bir bağ kurulurdu. Ancak bu da sadece tasavvufun bir çok yanından birisi idi. Bu konuyu açarsak bugün teoria ile praxis diye ayrılan alanlara, fronesis ve hikmet sorunlarına falan gireriz.

Diğer yanları şimdilik sormayalım?

İyi edersiniz. Zaten karşınızda her şeyi bilen bir insan da yok. Karşınızda sadece başkalarının ezberlerinden birşey öğrenebileceğinden umudunu kesmiş bir umut var.

Deminki konuya geri dönerek tasavvuf konusundan çıkabiliriz: İyi bir futbolcu da iyi bir insan olmak için epey oyun oynuyor, alıştırma yapıyor. Ancak hedef artık mankenini kapma işine dönüştü. Mankenlik de dönüştü. Eskiden bir tavır aranıyordu sanıyorum. Kimseyi yaptığıyla yargılamak istemiyorum, meslek tasnifcisi değilim. Ama üreten, ter döken, maddenin, eşyanın, insanın binbir evresini görecek, görmeyi düstur edinmişlerin elinde gelişmiş mesleklerde çalışanları şanslı görüyorum. Ancak, insan yetiştirmek artık demircilerin, bakırcıların, tekercilerin, arabacıların işi değil. Bir standart tututurulabiliyor bazan okullarda. Hatta okullarda insan yetiştirilebiliyor idi. Bugün meslek ve kariyer bağlamında herşey. Yarın başka türlü olabilir.

Okulun vazifesi insan yetiştirmek değil, vatandaş yetiştirmektir, işin bir kısmıdır. Gerisi aileye, topluma, insanlara, komşuya, toplumsal alışverişe (interaksiyon) bağlıdır.

Okula yönelik bir eleştiri mi bu?

Hayr değil. Toplum kuramının dikkatini çeken konulardan birisi sadece. Okul kişi yetiştirir ama birey yapamaz der düşünürler, ama, bu sadece bir kesitidir işin, anlaşılması için modelleştirilen, ayrıştırılan süreçlerden konuşmaktır. aslında kişisellik ile bireysellik içiçe aynı toplumsallaşma süreçinde gelişir. Bu gelişmede okul gelişme ortamlarından sadece birisidir. Bir başkası ailedir. Ailesiz biriycilik olur, ama bireyselliğin gelişimi güdük kalır. Bu tek tek herkesin aile sahibi olması ile ilgili değildir. Toplumda ailelerin olması, ailenin kurumsallaşması ve meşru bir alanının olması ile alâkalıdır. Yetimler yetişmez diye bir şey yok. Herkesten iyi yetişebilirler.

Aynı şekilde erkek çocuk kadınların arasında yetişince daha uysal olmuyor. Baba sadece model değil, karşı model, bazan adeta rakip, "ben böyle olmayacağım" iddiasını karşısında durarak sınadığı, karşısında bir kişiliği ayağa kaldırdığı şahıs da. Bunun babaya saygıyla saygısızlıkla alakası da yok. Sadece birbirlerini değişim ve değişen roller, şekillenen karakter ve karakter alışverişi içinde yeniden kabullenme, düzey ve denge tutturma kapışması söz konusu. Bu her zaman sancılı olmaz. Bazan belli bile olmaz. Ama olmaması eksikliktir. Kapışma öğretmene, sokağa, bakkala, otobüs şöförüne kayar zamanla, evde bu alışveriş iyi kurulamamışsa kaçış varsa, itiş varsa. Sokakta da olgunlaşılabilir. Akrabalarla, abilerle, komşularla da rol ayarı, dengesi tutturulabilir. Aslolan, toplumların bazan ideolojik davranıp çocukların yetişme süreçlerinden erkekleri uzak tutmayı planlayabilmeleridir. Savaşlarda yetişen kuşaklar ise bu sorunları ister istemez yaşıyor, yaşadılar. sanayinin, eğitimin farklı şekillenmesi yetiştirme açığını kapatabiliyordu. Okul da bizde atmışlı yılların sonuna kadar terbiyeyi de esas alıyordu. Özellikle yatılı okullar.

Sizi biraz yoklamış gibi oldum. Gördüğüm kadarıyla paldır küldür bir şey söylemek istemediğinizden temellendirme yollarını açtınız ve konun kendisine dönmemizi daha uygun görüyorsunuz.

Evet, söylenebileceği her hangi bir anlamıyla anlaşılır kılıp geçebilmek için. İnsanın nasıl insan olduğuna dair bir ömür kafa yordum ama henüz çözebilmiş de değilim. Sakladığım bir sır yok. Özetleyebilmek için, artık bu konuda bulunabilecek bir şey yok demeyeceğimi bilsem de, benden bu kadar diyebilmem gerekiyor, özetleyebilmem, netleştirebilmem için. Bir yandan problematize et, bir yandansa terapi rehabilitasyon işindeymiş gibi şu şudur bu budur de, modeller oluştur. Onların yaptıkları bu arada, meşrudur. Bilinen kadarıyla, varolan sorumluluk düzeyinin en üst noktasında kalarak bir şeyler de yapmak lazım. Benim gibiler ise, duvarları yıka yıka ilerlemek, lavlara doğru inmek durumunda. İpe güvenmeden de olmuyor bu iniş. Burnun lavdan tütsülenecek de bazan. Ancak düşünce de ha birebilgide  ilerleme istemiyor.  Alaka kurmada, gerekçelemede, eleştiride de ilerletmek lazım eldekini. Sınanmaya sokmak lazım. Bazan muhafazakar sanılan pozisyonlar da almak lazım. Durup, yerleştirmek, oturtmak.

Konuya dönersek nereden başlayalım?

Dangalak'ın aklından geçen bizim aklımızdan geçseydi bile o bizim sözcümüz olmayacaktı...

İnsanları ölüme atmak isterlik, kindarık var mıdır dangalakta?

Yoktur. Dangalak masumdur. Kin ve nefret avukatlarının piskopata bağlamalarından daha ılımlı ve masum halleri tartışmış oluyoruz.

Psikopat masum değil midir?

Sanırım öyledir. Bu alanda bir tartışma vardır mutlaka. Hatta var, vardı da denilebilir. Biz klinik meseleri konuşmuyoruz. Bu bizim işimiz değil. Ancak "groteskin estetiği" gibi iddialar saf saf tartışılırken bazan şizofreninin beslenmesi bazan psikopatolojinin kutsanması söz konusu olabiliyor. Farkına varmadan "sanatlı tecavüz belgeseli" yapmayı gerekçelendirebilen bir cehalet ile okunuyor yazılıyor bugün "hızlı toplumbilim" eğitiminde. İnsan derisinden abajur da sanat eseri diye karşımıza çıkabilir bir gün, "entellektüel" savunucuları da çıkar. Dün uyuşturucusuz sanat olmaz diyebilenler vardı. "Kimler?" diye sormayın şimdi.

Kaddafinin linç edilirken, sopayla taciz edildiğine de tanık olduk. Diyelim ki orada bir de "groteskin estetiğini" grotesk tarafından kavramış bir filim ekibi de "embedded" olmuştu. Neler olurdu? Onları hangi argüman durdurabilirdi? Belki çantalarındaki terbiyeleri durudurabilirdi. Kesin bir şey söylenemez. El Gurayb'da nekadar ileri gidilebileceğini gördük. Groteski estetik bulabilecek olanlar sadece bugünün okumuşları. Bakhtin deskriptif bir temellendirme yapmış olsaydı bile, algısı impulsif olacaktı, bugünün kanlı ama steril dünyasında.

Siz kuramsal olarak destek verebileceklere dikkat çekiyorsunuz burada?

Destek verebilecekler aslında dangalaklıkları da desteklemiyordur. Ancak, argümanın temelinin birazını orası, birazını şurası veriyor. Dr. Frankenstein yok artık. Herkes masumlarda takılıyor. Legonun parçalarını saftiriğin birisi birleştirince üstünde kalıyor tüm sorumluluk.

Sorumluluk onun değil mi?

Eylemin sorumluluğu, yaptığının sorumluluğu. Kimyasal silah yapanların, satanların yargılanmamasındaki hale benziyor bu durum en basit haliyle. Öyle bakmayın, "benzemiyor bu iki alan birbirine birisi ifade özgürlüğü birisi biyokimyasal üretim!" denmesi için söyledim.  Sorumluluk birisinde ahlaki ötekinde ağırlıkla hukuki sorumluluk. Sorumluluğun da bin bir bileşeni ve bileşimi var. Gentekniğinden örnek verseydim, tezat oluşmuyor gibi görünecekti, söylenen açıklığa kavuşturulamayacaktı. Bu konuya döneceğinizi umuyorum.

Eski zamanlarda daha mı iyidik, akıldan geçeni bizim kabul etmiyor muyduk?

Eskiden bir çocuk annesine aklından geçen tuhaf şeyleri anlatsa, annesi: "Tövbe de çocuğum, aklını şeytan çelmiş, şeytan aklına neler getirmiş, üç gulfü bir elham oku!" derdi herhalde. Bu bir cehalet işi değildi. Bilgelikti. Bilgeliğin toplumsallaştırılmasındandı. Bir kültür idik. Çocuk aklından geçen, akla gelen herşeyin eleştiriden geçmeden, süzülmeden söylenmeyeceğini, kendisine ait olmadığını öğreniyordu. Akıldan geçen bir arife söylenirdi. Olgun bir insana. Bunları konuşmanın binbir yolu vardı.

Rüya tabiri sembollerle konuşma vesilesiydi. Kahve falı bile bu işlevi görürdü bazan, konuşulamayanları konuşmaya bahane olurdu, ama, tartışmalı bir konu açmayayım.

Akla gelen her şey bir ruh hastalığına da tekabül ettirllmiyordu. Akıl bu her şey gelir. Aklın da geliştiği biliniyordu. Farklı düşünceler ve gelenekler vardı.

Olumsuz yanı yok muydu geleneksel bakışın?

Bugün de cin çıkarma, şeytan çıkarma işlerini kasdeyorsunuz sanırım. Hem uzmanı değilim, hem de karışık, rakip duruşlar var, düşünce tarihine de geçmiş oluruz bu alana girersek.

Depresyona bazı yaklaşım tarzları nesilleri toplumsallıklarından ediyor. İnsanlıklarını ve hesaplaşmalarını uyutuyor.

Eski eskide kaldı. sanıldığı kadar sığ değildi. Çoğu tavır, köklü anlayışların üzerinde kuruluydu. Bir kültür üzerinde konuşurken, toplumun nasıl şekillendiği, nasıl insan yetiştirdiği unutuluyor.

Her ülke Çanakkale'de bu direnişi verecek insanı yetiştiremez diyerek bırakayım.

Şimdi yeni bir şey söylemek lazım, ancak insanlığın tecrübesine sırt dönmesi mümkün değil, işi düşünce olanın. Biz eleştireceğiz ki daha iyisini yapabilelim. Eleştiri anlama çabasıdır! Eksiği de yanlışı da görürsün.

Nostalji sanatçıya, hatta insana yakışır, ama, toplum züerine düşünce nostalji üzerinde gelişmez. Duygusuz olmamızın da anlamı yok.

Hakikatli olmamız yeterli. Dönüp dönüp gözden geçirebilmemiz gerekli elimizde tuttuğumuzu sandığımız şeyleri.

Cumhuriyet bir kazanımdır. Onca kaybettiğimiz şeyi geri getirme sanatı da değildir. Cumhuriyetle toparlandık. Ama insan insandır, uzaylılar gelmedi dedelerimizin yerine. Getirdiğimiz bilimlerde ezberde kaldık doğru, ama bütün dünya benzeri şeyler yaptı. Bazı ülkeler biraz fazlasını yaptı.

Eksikliğimiz, geçmişin anlayışını kavrayamamış oluşumuz. İster ondan öğrenelim, ister eleştirelim, elimizdeki büyük bir kültürü heba ettik. Bazı duruş ve tavırlar insanı kavramışlıktandır. İnsan dört senelik eğitim ile kavranmaz. Hem ömür ister, hem de ömürlerin tecrübesini. Bunun üzerine koyabiliyorsan, bunun eleştirisi üzerine kurabiliyorsan bilimlerinin kurumlarını iyi bir yerdesindir.

Bir daha benimle sohbet etmezsiniz artık, dağıtıyorum konuyu hep.

Rica ederim, kim toparlamış da siz dağıtacaksınız. Benim cumhuriyetçi de olduğumu göstermek istediniz sanırım. Soran sizsiniz, isterseniz saati sorun.

Aaa saat kaç olmuş...

Önemli değil. Sayenizde soru cevap sporuna idmanlı kalıyoruz. İsterseniz toparlayayım?

Buyrun!

Herkesin aklından geçen, halkın ruhunda esen değildir. O şartlarda öyle de düşünülebilir böyle de.

Bireyde bir yanı akla geliyorda öbür yanı gelmiyorsa akla, yetişmemizde kişiliğimizde bir sorun olabilir. Olgunlaşma ömür ister yalnız. Yaftalamak da istemem insanları. İnsanlık kimseye kapalı değildir. Bazıları insanlığa hevesli olmasalar dahi. Bilerek, isteyerek insanlığa ve hakikate sırt dönüş söz konusu olmadığında insanlar çoğu sorunu çözerler, ufuk açarlar, ufukları açılır.

Efendim.

Teşekkürler!

Bir gün soruları ben soracağım. O günü heyecanla bekliyorum!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Jean Paul Sartre'a İftira Olarak "Cehennem Başkaları(dır)"

Şimdilerde "munis" ve "cici" bir "başkalık" ve "ötekilik" kavramı revaçta. Bazı anlamlarıyla felsefedeki "başkası"na yabancı olmasa da.

Felsefede "başkasının beni" sorunu bugün intersubjektivite teorilerine (öznelerarasılık kuramlarına) giden yolun ortalarında bir yerde. Sosyal Ontolojinin ele aldığı sorunlar zamanla sosyolojik sosyalpsikolojinin (yani psikolojik sosyalpsikolonin değil) çalışma alanına girmeye başladı. Bunda hem Herbert Mead'in çalışmalarının katkısı var hem de (bazılarına bir çeviri azizliği ile abartıldı diye düşündürse de) Sigmund Freud, Durkheim ve diğerlerinin katkıları.

Bizde? Mevlânâda çocuk oyun oynayarak akıl geliştirir. Mead'e giden yolda zamanında boş durulmamış sanıldığının tersine.

Sartre'ın intersubjektivite kuramına katkısı büyüktür. Bakışla algısal (perseptüel) bir bakışı; başkasıyla donduran, ifşa eden, sanki fotoğraflayan, sabitleyen, insanı bulunduğu yere çakan bir bakış kasdettiğini hatırlatalım. Bakan, çivileyen, sömürgeleştiren bakışın sahibidir başkası. Herkesin herkese bakışında izole edilebilecek bir şey var burada.

Başkası farklı, değişik olan değildir burada. Başkası bakışına, (önyargıya hapsedişine?) yakalandığımızdır

Peki, Sartre'da diğer anlamıyla ikinci şahıs olarak başkası yok mu? Var. Var ama, buradaki cehennemi kuran, ateşleyen, bizi terleten, insiyatifimizi, özgürlüğümüzü unutan o değil ki?

Sartre'de insan olduğu değil, olmadığı. Yani bir proje. Birisi bir hırsıza bakıyor diyelim. Pis hırsız diyor içinden. Pis hırsız! Hırsız, kızkardeşini hayat kadınlığından kurtarmaya çalışıyor, didiniyor çırpınıyor gece okuluna gidiyor, sanat öğreniyor, derdi bütün çaldıklarını geri ödemek, ama hasta annesi, çaresiz kardeşleri için kız kardeşinin kendisini satmasını engelliyor. Hırsızlıkta geri dönülmez bir yola girebileceğinin farkında ya da değil. Ama hırsızlık dışında kazanmaya da çalışıyor çırpınıyor. Hırsızlığı yüceltmiyor. Utanıyor halinden.

Başkası Hırsıza olduğunu, şu an ne olduğunu sabitleyerek bakıyor, iftira atmıyor. Ne olduğunu görüyor. Ne olacağına aldırmıyor. Hırsız ise ne olduğuna itiraz ediyor, "çalmadım!" demiyor. Ben çalmadan çırpmadan yaşamak için çırpınan bir insanım, çalmayacağım, çırpmayacağım diyor. "Ben bir projeyim" diyor, bir başka anlamıyla. Kendisini tanımladığı şey, henüz olmadığı, uğruna çırpındığı, ter döktüğü şey. Belki de hiç bir zaman ulaşamayacağı bir şey.

Seni bir başkası gördüğünde, Mevlânâ'nın aslında bir tefsir olan dizelerinden yola çıkarak anlatırsak Sartre'nin dediğini: Kusurlarını güneş gibi aydınlatıyor, (gelecek) güzelliğini gece gibi karartıyor, siliyor.

Seni bir başkası gördüğünde donduruyor, mahcup ediyor, utandırıyor, eziyor.

Başka türlü bakan, adam gibi bakan yok mu peki? Var ama, primordial değil. Bunu elbette Sartre söylemiyor, ben diyorum. Sartre bu kaçış, itiraz, hayırlamada bir hayır görüyor. Bu itiraz, yerin dibine geçme halinde diyoruz ki: Hayır, ama, fakat, binanaleyh.. ben bu gördüğün ben değilim, ben buyum ama şu an olduğum değilim, ben henüz olmadığımım, olmaya çalıştığımım, olmak üzere olduğumum!

Sartre kahrolsun sömürgeci başkası demiyor. Der gibi oluyor mu bazan? Belki. Ama, bir üstünkörü bakışın; hapseden, donduran, esir eden; hatasını çirkinliğini kusurunu yüze çarpan bakışın hepimizde olduğunun farkında olarak konuşuyor. Bunun temellendirici, kurucu, primordial bir özelliği var, bunu da Sartre söylemiyor ben söylüyorum, bir başka deyişle söylüyorum, felsefesinin özelliklerini hapsetmek için değil: Sartre bir fenomenelog. Husserl, Heidegger gibi. Üstelik bizim geçmiş etellektüel geleneğimize hiç de ters düşer bir düşünce tarzı/geleneğinden değil. Ters düşse ne yazardı?

Okunması zahmetli, yoluna düştüğü çözümü bulabilmiş değil. Ancak bin bir eksikliği gediği kapatıyor. Romancı olarak nasıl bulursunuz bilmem. Varlık ve Hiçlik okunmadan zamanımıza şahitmiş gibi hiç mi hiç konuşulmaz demeyeyim, ama, onun ve onun gibilerin gayretini ve başarısını (ve başarısızlıklarını) göstermeden o kavramlar hakikati konuşmaz.

Tefsir ile ilgili söyledim durdum: Orjinal metin alıntıları dahi yorumdur, alakalı alakasız bağlamlarda sunulur, alakalı alakasız ufuklara yerleştirilir. Kendisini ve hakikatini perdelemişlikten hakikatini ele verdiğini iddia ederiz. Oysa yaptığımız anlama müdahale, hakikate müdahaledir.

Öte yandan, en kötü yorum bile tartışmaya açıktır. Yorum olanı yoruma kapattığımızda başlar çoğu sorun.

Bildik kelimelerden, okuduğumuz roman ya da kitaplardan yola çıkarak ahkâm keserken de halimiz bu: Kendimizi hakikatin sahibi yapıyoruz, "eğer şunu şunu kasdettiyse ya da kasdetmediyse" demedikçe.

Hikmetin semantiği yok. Semantiği bilip unutmuş insanın tevazuda duruşu gerekli sadece. Efendim.

Arzeyleriz gündüz hayalimizden, gece düşümüzden.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Sırtta Bıçaksız Linç Resimleri

Kaddafinin linç edilmesi ile uluslararası bir çok düzenleme ve kural ayaklar altına alındı.

Uluslararası hukuk açısından öldürülenin Allende mi Kaddafi mi olmasının pek bir önemi yok. Herkesin adil yargılanma, linç edilmeme, Cenevre Anlaşmasının uygulanmasını bekleme hakkı var.

Libyada muhalifler iktidara daha iyi, daha üstün bir hukuk önerisiyle geliyorsa bu yapılan neyin nesidir?  Sunulan hukuk Kaddafi hukunu aratacaksa onca uluslararası kutlama, orji neyedir?

İtilip kakılan ve ayaklananlardan zalimlerinkinden daha üstün hukuku her daim beklemiş güzide basının ve uluslararası aydının hali ne kadar acıklı. Sarılacakları gerekçe ayaklanma ve devrimlerde işlerin çığırından çıkabiliyorluğudur sanırım.

İsyanların, devrimlerin her daim meşru olmadığını savunanlardan değilim: İsyanın, halk hareketlerinin ayaklar altına alınmış bir ahlâkı ve hukuku yükseltmedikçe intikam, revanş ve zulümde nöbet değişikliğinden öte gitmeyeceğini bilenlerdenim.

Libyadaki hareket aniden parlamış bir ayaklanma değil. Nato ve Batı Avrupa desteğiyle şekillendi. Linç gibi hareketlerin hukukî sorumluları sadece linç eyleminde bulunanlar değil, Kaddafinin yakalanmasına katkı veren tüm koalisyon güçleridir de. (Konvoyda Kaddafinin bulunduğunu bildikleri artık aşikâr!)

Demokrat tavır yargılanıp aklanmayı talep etmeyi gerektirirdi. Kazananların, hep kazanırlığın dilinden konuşuluyor.

Kaddafi linç edilen ilk kişi değil. Bugüne kadar linç edilenlerin tümü diktatör de değil. Ancak, linç olaylarının arkasındaki koalisyonun aslî üyeleri pek değişmiyor.

Ne yazık ki Türkiye de bu ülkelerle hukukunu geliştirerek insiyatif arıyor. Demokrat siyasetlerde ortaklık veya suç ortaklığı ciddi ayrımlardır! Arkadaşlarını söylersen kim olduğunu, ne olduğunu söylerler insana da, ülkelere de.

Sırtta bıçaklı resim için kıyamet koparan aydınlar, cinayeti ve kanı midesi almayanlar neden bir diktatör linç edilirken bu kadar neşeliler? Hukuktan bakamadıkları için mi yoksa?

Mazlumun linç edilmesi, katledilmesi yüreğimizi kanatabilir, kanatmalı, ama, hukuk herkes için geçerlidir! Yoksa hukuk değildir!

Katiline eziyet edilmemesini vasiyet eden devlet adamlarımız, önderlerimiz vardı bir zamanlar. Onlar zulme isyanın sözcüleriydiler. Bin yıl önce yapılabilenden daha kolay olanı beklemeye hakkımız vardır! İnsanlığın takipçisi olmaklığımız şarttır!

Savaşta herşey olur diye bir şey yok! Sadece "medenî ülkeler" kendilerine konulabilecek sınırları engellemek için ihtilallerdeki, ayaklanmalardaki vahşete de göz yumuyorlar.

Halk ayaklanmaları lümpenleri de angaje eder, bunu Oğuz Atay hatıralarında güzel işlemiştir. Angaje ediş, daha güzel bir dünya, daha insani bir duruş içinse amenna. Gazabı, kini, nefreti, kana susamışlığı sokaklardan akıtacaksa başka.

İnsanların zulme direnme hakları vardır! Bu zalim olma hakkı, zulümde nöbeti devralma hakkı değildir.

Kaddafi linç edilmesi olayını daha da vahim kılan, demokrasi söylemli bir koalisyonun linç topluluğunun arkasında durmasıdır. Galeyana geliş, durdurulamaz kitleler teranesi savaşa, içsavaşa hukuki standartları dayatmayan bir ahlâksızlığın, adaletsizliğin, tepeden bakışın eseridir!

Kaddafiyle çatışabilirsin. Bu hukukun karşılıklılık ilkesini ayaklar altına almaz. Ama, esir alabildinse, alabileceksen, yaralarını tamponlarsın. Saldıranları bloke edersin. Kontrol edemeyeceğin bir kitleyi sokaklara salmazsın. Eğer kontrol edilemeyecek bir kitle söz konusu idi ise, ki belli bir disiplin gerektiren çatışmalarda kontrolsüzlük ne iktidarın ne de şehirlerin alınışını açıklayabilir.

Hava desteği çapulculara verilmez, iş çapulcuların işi değildir. Olayın sorumluları başta Birleşmiş Milletler ve NATO olmak üzere muhalif güçlerdir. Sorumsuz, dokunulmaz hiç bir uluslarası siyasi ve siyaset yoktur, hukuk açısından bakarsak!

Bu linç ettirme, kafa koparma, saray basma işlerine itiraz etmezsek bu tür eylemlerin kural haline gelmesine yol açacağız. Medeniyet iddialarında bulunmayacaksak bunda bir mesele yok elbette.

Kaddafi bir klanın, zümrenin desteğiyle ayakta dursa, hatta tüm desteği yitirmiş olsa bile, onun katline karar verecek olan, onu aslanların önüne atmaya hakkı olan bir merci yok.

Nesillerimiz sürek avlarını haber bültenlerinde dinleyerek büyüdüler: "Ölü olarak ele geçirilen" insanlar, bazan sadece üç beş kitap, bazıları şiir, daktilo ile. Ölü olarak ele geçirme hakkı varmış gibi. Doğalmış gibi.

Çatışma bile katliam eylemi değildir. Bir sınırı, sonu, sorumluluk dünyası vardır.

Askerlik, ihtilalcilik, savaş siyasetin silahla, silah üzerinden yapılmasıdır.  Çapulcu ile isyancı arasındaki fark yalnız neye isyan ettiğinde değildir, neyi hedeflediğindedir.

Demokrasilerini erdemsiz, hukuksuz, kurnazca şekillendirmeyi meşru görenler, savaşı nasıl yaparlar kim bilir?

Savaş kepaze bir iştir!

Kendini savaşın içinde bulmak ayrı, savaş çıkarmak, barışı istememek, zulmü kimin yapacağında kapışmak ayrıdır.

"İş başa düşünce çekilir böyle" der Topalkoşma.

Barış da yiğitlk ister, istiyor...

18 Ekim 2011 Salı

Kuzey Güney Farkı Masalları Üzerine

Yunanistandaki kriz, hikmeti hakikatinden kaynaklanmayan ezberleri yine gündemde tutuyor.

Braudel'in Akdeniz Tarihine benzer bir İskandinavya Tarihi yazılmadıkça masallara katlanmaya devam edeceğiz.

Aydın'ın şunlara dikkat etmesi gerekiyor:

Yunanistandaki kriz yunanlıların protestan kültüre uzak olmalarından değil. Yunanlılar sanılanın tersine çoğu protestan topluluktan daha çalışkanlar. Eğlence düşkünlüğü ve akşamdan kalmalık kuzeyde daha büyük sorun oluşturabiliyor. Kuzeydeki alkole ilişkin sorunlar da mezhepsel değil. Ortdodoxi ya da protestanite ayrım getirebilmek için yetmiyor. Kuzey güney farkı güneyde eğlence, hasbıhal ve sohbetin öne çıkması; kuzeyde daha yalnız, daha sohbetsiz topluluklarda içme neşe ve meşrep farkı olarak belki izole edilebilir. Bunda uygarlık tarihinin derinlinleştiriciliğini farkedenler daha farklı da bakabilir.

Türk halkı dünyanın en çalışkan halklarından birisi. Yerli akdenizlilik teorileri kendimizi dışlayıcı tersten sömürgecilik içerse de, dışarıdan bakan akdeniz tarihçileri bizsiz akdeniz tarihi yazamaz kolay kolay. Bizim çalışma alışkanlıklarımız gitgide sönse de ezberden bir akdeniz tembelliği teorisini tersyüz edebilecek özellikler taşıyor.

Arap kültürleri de farklılıklar ve çeşitlilikler gösteriyor. Akdenize veya "medeni dünya"ya yazılan çoğu özellikleri fazlasıyla Suriye ve Lübnanda, işgal süreçlerinden tamamen bağımsız olarak gözlemlemek mümkün.

"Turistik antropologların" kafeterya, kahvaltı, servis beklentisi kuzeyde, akdenizin kuzeyinde yerine gelmeyecekken Suriye kasabalarında dahi yerine gelebilir.

Yeme içme ve birlikte yaşama kültürü akdeniz kuşağında daha temellidir. Doğu akdenizde ise daha köklüdür.

Öğle sıcağında dinlenme tembellik belirtisi değildir. Bu adet bizde de vardı. Öğle tatilinin gerekmediği zamanlarda mecburiyet haline gelişi ise bazı eğlence, safahat dalgalarıyla bağlantılı olabilir. Nerede gerekli nerede gereksiz olduğunun düzenlenmesi toplum mühendisliği ufkuyla söz konusu edilemez.

Eğlence bazan toplumu kaynaştıran sohbet, hasbıhal, dertleşme gelenekleriyle içiçedir. Bir yanına saldırdığınızda bir başka yanını da sindirmeye kalkışırsınız. Toplumsal dayanışmanın çoğu şekillenişi bir alandan öbür alana kayar ve farklı anlamlar perdesi arkasında kendisini gösterir. İşlevsellik iddialarından yola çıkış, ne yapıldığı ve nasıl yaşandığının işlevlerinin açığa çıkarılmışlığının ifadesi değildir.

Sanayileşme ve sanayileşmenin kültürünin incelenmesi daha geniş aralıklarda, daha çok alanın kavuşturulmasıyla söz konusu edilebilir.

Karşılaştırmalı kesitleme iddiaların problematizasyonu için ipuçları verebilir: İtalyanın verdiği göçlerin iskandinavyanın verdiği göçlerle kıyaslaması bazı yapısal dönüşümlerin anahtar kavramlarını sunacaktır.

Güneyin turizm gıda kuzeyin sanayi merkezi olmaya doğu kayışı iki dnya savaşı konjuntürlerini gözden kaçırarak yapılmamalı.

İkinci dünya savaşında savaşa entegre olarak savaş dışı kalmışlık unutulmamalı.

Yunanistanın askeri harcamaları, sovyetlerin çöküşünde askeri harcamalar ve uzay sanayiindeki yarışmanın etkisi ile kıyaslanmalı.

Yunanistan göçlerde en dinamik kesimlerini kaybetmiş olamaz mı? İtalya demir çelik ustalarını, bilgisini zamanında ihraç etmedi mi?

Fransanın mezhepsel hali daha az çalışmayı mı öneriyor? Toplumsal dayanışmanın farklı iktisadi şekillenmelerin önünü açtığı unutulmamalı. Şu anda söz konusu edilen fransöz tipi, tarihin derinliklerine geri götürülebilir mi? Paris Okuluna kadar inildiğinde bir paralel fransa ile karşılaşılacaktır! Katoliklik eski katoliklik ile ne kadar alakalı?

Sendikal hareketler, halk hareketleri, ücret politikalarının başlangıç noktaları her toplumda aynı mı? Kuzeydeki sınıf ayrılıkları "das folk" kavramıyla neden düzleniyor? Bu konuda akdeniz homojen mi?

Ticaret burjuvazisinin varlığı, ulaşım, ince zenaatlar bunların sanayileşmenin yolaçtığı hayat tarzı üzerine etkileri, kaipatlizm öncesi sınıf ve katmanların ağırlıkları unutulmamalı.

Her dönemin dünya iktisat tarihinde abartılamayacak ağırlıkları da gözden kaçırılmamalı.

İspanya, Portekiz yakın zamana kadar sömürgeci ülkelerdi. Nasıl oluyor da Yunanistanla ortak ön kabullerle iki çırpıda anlaşılabiliyorlar? Smürgeciliğin kabul değiştirmesi, paylaşım dengelerinin şekillenmesi neden unutuluyor?

Ülkelerin tek tek tarihleri ortak bir avrupa ve dünya iktisadi ve siyasi tarihinde neden ele alınamıyor?

Kuzeyde sanayileşme dönemlerindeki "ayıklık" (yeşilay) hareketlerinden neden haberimiz yok? Bunların halk hareketleri (işçi sınıfı hareketi içinde) görülebildiğinden haberdar mıyız?

Merkezi devlet kurma süreçlerinde İsveç Türkiye (Osmanlı) kıyaslaması ilginç olabilir. Devlet kilisesi, devlet mezhebi kurulması süreçleri ingiltere tarihi de bilinerek neden gözden geçirilmiyor?

Aydınlarımız yeme, içme, eğlence, tatlı hayat antremanları dışında birşey ile dönüyorlar mı memlekete inceleme ve tetkik gezilerinden?

Batının en iyi ,  en eleştirel sosyalkuramsal dispozisyonunun "yalnız batı için geçerli olduğu" bir dönemde dünyayı birbirine relativize edebilecek bir kapasite sadece balçıkla sıvanır, bu ezbere atışlarda!

Ne batı öyle bir batı, ne doğu öyle bir doğu, ne akdeniz bizsiz bir akdeniz. Dünya tarihini, sosyolojisini, düşüncesini bütünleştirmeden modernizm avukatlığı yapmak sömürgeciliğin avlusunda kumdan kaleler yapıp tahkim etmekten ibaret!

Efendim.

Helâl Gıda Etiketlemesinin Fanatizm İle Alâkası Yok!

Katkı maddelerinin listelenmesi, belirlenmesi bir şeffalık ve denetim sorunudur. Şampuanların içerdiği domuz derisi ve kemiğinin teşhirini eleştiri üzerinden çağdaşlık ya da bilimsellik iddiası yürütülebilir bir şey değildir.

Çeşitli sivil ya da resmi denetim kuruluşları tüketici hakları çerçevesinde örgütleniyorlar. Akademilerin, biyokimyacıların içerik üzerinden varolan etiketlemelere, sınıflandırmalara katkıda bulunmalarında bir sorun görmüyorum.

Eleştirilecek olan helâl, koşer ve benzeri sınıflamaların ötesindeki tasniflerin yeterince yapılmamasıdır. Örneğin bir şampuanı koyulaştırmak için domuz kadavrası artıkları kullanılmıyor diyelim. Kadavra kullanımının çerçevesi, devredeki üretim süreçleri ve sınırları hakkında genellikle açık hiç bir bilgi olmuyor. Heal kesilmiş sığırdan yapılan jelatinin hangi durumdaki hammaddelerden, hangi süreçlerden geçirilerek üretildiğini bilebilen de pek yok.

Ben bitkisel jelatinin kullanıldığı ürünleri alıyorum. Elbette daha yüksek para ödüyorum. Şampuanımda hayvan kemiği, derisi, canı, kanı bulunmasını istemiyorum. Balık yağı aldığımda bitkisel veya balık jelatininden yapılmış kapsülü tercih ediyorum. Satın aldığım yer ve imalatçı firmanın güvenilirliği ödediğim miktarı biraz daha yüksek tutmama gerekçe olabiliyor. Sıvı balık yağı ya da keten tohumu yağını tercih edemeyecek kadar hareketli hayat tarzımı değiştirmem de gündemimde.

Yoğurdun, dondurmanın içeriğinde sağlık açısından jelatinden daha beter katkı maddesi sorunları ve süreçler göz önünde tutulmuyor. UHT'li dondurma ürünleri tazelik ve sağlıkğa uyunluk eşikleri düzenlemesini gerektiriyor.

GDO'lu gıdaların "helalleştirilmemesi" helâl ve koşer endekslerini daha güvenilir kılacaktır. Geleneksel sınıflamalara başka düzeylerin de eklenmesi, çok perspektifli tasniferin gündeme getirilmesi elzemdir.

Vejetaryan, vegan tasnifler genel bir tasnif arşvinde bütünleştirilmelidir. Tavsiye düzeyleri konulmalıdır.

Kozmetik ürünlerde vegan tavsiyeleri, gıdada vegan olmayanlara da fikir verebilecektir.

Bu işlerle uğaraşanlara fanatiklik yazmak yerine, daha çok endeksin devreye girmesini, daha fazla ürün tavsiye kategorilerinin, sağlığa uygunluk kriterlerinin ürünlere uygulanmasını önermek "bilimsellik, rasyonalite, demokratik açıklık" ilkelerine daha uygun olacaktır.

Dudak nemlendiricilerinde lokanta yağ arıtma aygıtlarından pompalanan, kanalizasyondan alınmaya eşdeğer olarak düşünülebilecek yağ atıklarının dekalarasyonu, kimyasal sterilite meselesinin üzerindedir, mide işidir.

Bir gün lağım da sentetik yiyecek kaynağı olarak kullanılabilir. Bu duruma gelmemeyi hedeflemek esastır. Sarıkamışta at dışkısından arpa toplayan aç dedelerimize eleştiri yöneltmemiz saçmadır. Bir gün olabilecek olanı standartsızlığa, keyfiliğe gerekçe olarak kullanmak ise başta gıda etiğine uygun değildir.

Lağım biogaz üretimi ve gübre katkısı için belki kullanılabilir, lokanta atıkları da. 

Kaynak, kimyasal ve fiziksel süreçler, ambalaj içerikleri, koruyucu maddelerin kullanım gerekçeleri açık açık sunulmalıdır.

Hazır gıdadaki dolgu maddesi olarak kullanılanlar, protein ilavesi olarak katılan kan ürünleri yalnız içerik olarak değil tüm üretim süreçleriyle izlenebilir ve değişik endekslerden değerlendirilebilir olmalıdır. Tek tek tüketicilerin yapamayacaklarını tüketici gruplarının değişik koalisyonları ve bileşimleri sürdürmelidir.

Şarap hızlandırılmış süreçlerden geçiyor. Sirkeler artık sirke değil. Nar ekşilerinin çoğunun içerdiklerini görünce alamaz oluyoruz. Meyve sebzenin bozulmaması için icat edilmiş mumlama, zarlama, ışınıma tutma gibi işlemlere yönelik (dağıtımcı firmalar da dahil olmak üzere) bir sorumluk ve denetleme, denetlenme ağı kurulması, (örneğin ahilik sonrasında ortadan kalkan) meslek etiklerinin yeniden canlandırılması gerekli.

Yerinde üretim ve tüketim, evde yapılabilecek olanlar halâ öncelikli tercihlerimiz olmak zorunda.

Fiyat, içerik kadar kim üretti sorusu da halâ önemli.

Yeniden gdo'lu ürünlere dönersek: Bir gün bu tekniğe ihtiyaç duyarız mantığıyla bunları "helâlleştirmek", genin nereden alındığına bakmakla yetinmek, ekobiyolojik sorunları, genetiğin etiğini gözden kaçırmak söz konusu olabileceğine göre, hiç bir endeks veya sınıflama, tavsiye listelemeleri yeterli olmayacaktır.

İnsan ne yiyorsa, nasıl yiyorsa, ne yediriyor, ne kullanıyor, nasıl kullanıyorsa o kullanım dünyasının eseri ve esiridir de!

Her endeks eleştiriye açıktır. Bir endeksi sunmak, eleştiriye açılma işlemidir de! Eleştirenler bilim adamlarının endeksleme işlemlerine katkılarına bilim elden gidiyor tepkisi vereceklerine yeni endekslerin de oluşturulmasına katkıyı özendirmekle, varolan gerekçelemeleri sorgulamaya başlamakla mükellefler, eleştirinin ahlakından yola çıkılacak olunduğunda.

Efendim.

11 Ekim 2011 Salı

Dilek Türkan'da Müzik ve Şiir Cümlelerinin Örtüşmesi



Dilek Türkan'da müzik ve şiir/güfte cümlelerinin örtüşmesi gelecekle gelenek arasında sıkışmışlığımızın ne yapılırsa işler dünyasında dikkate şayan bir olay.

Prozodi bütünün dinamiğinde işliyor.

Zeki Müren'deki imgelerin, parçaların, kelimelerin dinamiği, vurgusu, işaretlenmesi Dilek Türkan'da yok. Aynı parçadan yola çıktığımızda, Zeki Müren'deki ifadelilik, renk, cümlelerin bölünmesini göze alabiliyor. Prozodi parçada değil, diskografyada, arkaplanda bütünleşiyor.

Dilek Türkan'ın icrasında imgeler, işaretler, mikro vurgular aynı ağırlıkta olmasa, icra andaki beklentiyi arkaplana çekiyor gibi olsa da bir başka letâfet var:

Şiir ve Müzik cümleleri kaçışın en güzel şarkılarından birisinde kavuşuyor.

Dilek Türkan'ın nesli şiirimizin nasıl okunacağının ipuçlarını da veriyor. İmgeleri parlatmak, vurgulamak, gerektiğinde söndürmek parçalar bütünün dinamiği, anlam, ritm, usûl, makam, kalıp akışı içerisinde uçurularak, serbest bırakıldığında söz konusu edilebilir.

Dilek Türkan'ın Deniz Kızı Eftelya'nın yorumuna yakın bir yerde durması, yeni bir sıfır noktasından başlamışlık, yeni icat bir itiraz da değil. Tersine, temkinli bir geri dönüş, geriye bakış.

Ben parçayı zihnime kaydederken cümleyi bulan, cümleyi kaybeder gibi olan icra geleneklerini birbirlerine relativize ediyorum. Cümle ve dinamik olmadan şiir olur olmasında da, dökülür.

Türkçe rock olmaz diyenler prozodinin; usul vezin ritm ilişkilerinin sorunlarını küçümsetmişliğin öğrencileri olduklarının farkına vardılar mı bir gün? Bilemeyeceğim.

19 Ağustos 2011 Cuma

Safiye Özçelik'in Doğru Tavrı: Feracemin Ucu sırma



Ey kolay beğenmeyen bir insan olduğum için bana kızan arkadaşlar bakın, benden aferin almak hiç de o kadar zor değil imiş! Karşınızda Safiye Özçelik! Tavrı tavır, duruşu duruş, hali hal, üstelik doğal mı doğal!

Safiye Özçelik Hisarlı Ahmet'ten sonra bir başkasından aynı havayı dinlettirebildi bana. Dinlemek ne kelime, kalktım oynadım!

Kara kaşlı kara gözlü bir memleket kızı. Özentisiz, havasız, ama delikanlı mı delikanlı!

Memleket kayıp değilmiş! Aferin Safiye Özçelik, böyle yoğun söyle, böyle yiğit dur! Mıymıy değil gümbür gümbür aşkla, şevkle söyle! Seni doğuranlara, büyütenlere, yetiştirenlere helâl olsun!

Sesin heyecanlıydı belki tam alamadım, ama heyecanlı tavrın olması gerektiği gibi.

Hep böyle botokssuz, diyetsiz, kuaförsüz ol e mi?

Ve hep böyle gönülden ol!

Memleketimizi bize geri bağışlayanlardansın.

Müziği analiz etmeme gerek var mı arkadaşlar?

Helâl, aferin, maşallah, işte böyle olunmalı diyebiliyormuşum değil mi?

Sevindim o kadar ukala ve seçmeci olmadığımı görünce Ya Hu! Demek ki kolay ve rahat gelen bu tavrı ıkınıp sıkınmadan gösterebilecek insan yokmuş!

11 Ağustos 2011 Perşembe

Özel Hayatların "Birlikte Hayat"a Dönüşememesine Dair

Hayat tarzları üzerinde anlaşma, tartışmaya ihtiyaç duymamızda bir sorun göremiyorum. Ortak noktalar arayacağız, ne üzerinde anlaşamadığımız üzerinde anlaşacağız, konuşup koklaşacağız.

Libertaryan, kültürrelativisti, kurtulmuşsulukçu falan değilim. Tartışılmayacak, eleştirilemeyecek yerine başka bir şey önerilemeyecek bir hayat tarzı göremiyorum. Bireysel olarak görülenin bir toplum, iktisat, insan anlayışı da önerdiğini unutmaya çalışmam anlamsız olur.

Şimdilerde oturmuş sosyal kuralların,  gündelik rutinlerin olmaması, olsalar dahi toplumsallaşma süreçlerinin kesintili ve etkisiz olduğu kanaatindeyim. 

Birlikte hayat üzerine konsensusun iki bağımsız tekilin vazgeçemezlerinin listelenmesi ile çözülmesinin neredeyse imkânsız olduğunu düşünmekteyim. Bunun iki nedeni var, en basitleştirilmiş halleriyle ifade edersem: Birincisi, toplumsal konsensus ve paylaşmanın zamana ve tarihe yayılan süreçlerinin bireysel boyuta çekilip her biraraya gelişin müthiş entellektüel çaba ve kararlılık gerektirmesi; ikincisi, uzlaşmanın toplumla da uzlaşma ve denge kurma faslının/ayağının eksik kalması. Kriz içinde kalarak kriz çözme "etraf"ın krizden yararlanmama, krizdekilerle dayanışmada olmasını gerekli kılıyor. Bireyci ve tarihsel perspektifini yitirmiş hayat bakışlarından bu dayanışmanın sağlanması, modern görünenin ilkel bile olamayan bir dayanışmasızlık dünyasına yerleştirilmesi yüzünden kolay görülmüyor.

Sorun çözme kalıplarının, sanal bir nominaliada, her halin özgün hale dönüşmüş gibiliğinden dolayı işletilememesi durumu ile karşı karşıyayız.  Hayat tarzları bir derinliği olmayan, görsellikle geçerlilik alanları oluşturabilen popüler kültürel kalıplarına dönüşüyor. Virtüel/sanal hayat tarzları etrafındaki irrasyonel mistik ve tartışılamamazlıkta zaten kendisine yazılabilecek özgünlüğü de yitirebileceği bir geçişsizlik ufku oluşturmakta. Fragmentlerden, kolajlardan, ezikliklerden, bir ufuk, hapishane içinde bir özgürlük arayışı.

Özel hayatların birlikte hayata dönüşmesinde neredeyse tüm toplumun sorunlarını çözme kapasitesini gerektirebilecek gereksizlikte tartışma ve sürtüşme alanları açabilmesi söz konusu olabiliyor. 

Ben, insanların yeme içme giyinme barınma üzerinde de tartışabileceklerini, birlikte hayat içinde ortak sınırlar da koyabileceklerini, bunu yapmamaları halinde bir ortaklık kurmada, ortak zemin oluşturmakta zorlanacaklarını düşünenlerdenim. Yani kendi hayat tarzları bildikleri tarz imajları veya kesitleri dışında bir de ortak tarza benzer "birşeyler" tutturmak da gerekiyor insanlarla, insanlıkla.

Hayatlarını birleştirecek, aile kuracak ya da kurmayacak, çocuk büyütecek ya da büyütmeyecek insanların tartışmaması, uzlaşmaması, bazan sürtüşmemesi imkânsız. Bu kapışma, sürtüşme ve çatışmalarda birbirlerini tatmin edebilecek birşey çıkaramamaları halinde, bireyselin çözünmesi olarak algılayabildikleri ve aslında bireyselin de evi olan ortaklık çabasından çıkmaları, daha fazla birbirlerini zorlamamaları daha az yıpratıcı olabilir. En bireysel listelerin tartışılmasında dahi toplum için de bazı önerilerde bulunmaktan, bunları gerekçelemek ve tartışmaktan kaçınmanın mümkün olmaması, her bireyin yeni bir toplum kuracak kadar tartışmaya çekilmesi ne kaçınılabilir bir şey ne de akıl kârı.. 


...

Eşlerin birbirlerinden, ebeveynlerin  çocuklarından, çocukların büyüklerinden veya birbirlerinden beklentilerinde bir sorun görmediğimizde dahi beklentilerin geçerlilik dünyasının belli sınırlara sahip olduğunu da unutmamamız gerekiyor. Kural uygulamaları, yorumları keyfî ya da objektif kriterlere bağlı değildir. Tartışmaya açıklıkta, birbirine saygı içerisinde farklı davranmalara açıklık esastır.

Anne babaların çocuklarına dayatamadıklarını, dayatamayacaklarını sokakta insanlara dayatan kafa açıklarını önce kendi evinde verir. Görmediği sorun, mesele, yanlış yok addededilir sadece.

Mahalle baskısı denilen şey bazan toplumsal dayanışmadır. Bazan linç toplaşmasıdır. İnsanların birbirlerine karışmalarının toplumsal meşruîyet kaynakları vardır, ama, bu ihtimamın, birbirine sahip çıkmanın cennet ve cehenneminde olur. Otobüste metroda, şehirlerarası yoldaki zaptiyelikle magandalık, muhafazakârlıkla tacizkârlık arasında medcezir yapan ruhla, kinle, saldırganlıkla değil.

Karışmanın sevimli olabildiği halleri siyah beyaz türk filmlerine, ya da yakın döneme kadar devam eden mahalle hayatına göndermelerle tartışmaya çalışalım bir başka yazıda. 

Lakaytlık her daim demokrat ve medenî değil, burun sokmalar ise mazbut işi değil. Yazıyı acele tamamladık, bazı gerekçelemeleri atladık. Düzeltemedik. Fırsat buldukça, gün içinde düzelteceğiz. 

...

Başkasının akıllısı, delisi, dertlisi, mazbutu, çılgını, çalışanı, serbesti, mutaassıbı, sporcusu, çoluğu, çocuğu ile uğraşmak sanıldığı kadar "mazbut" bir iş  değildir. Senin evine dalmıyorsa, gelip de sofrana kalkmamak üzere oturmuyorsa. İşindeyse, gücündeyse, yolundaysa. Kimsenin bir başkasının sofrasında yer kapma, kendi kurallarıyla başkalarının kapılarına dayanma hakkı yoktur.

Kalıcı niyetle oturursa bir insan yanına, bir kuralın çiğneniyorsa, kendi kuralını da gözden geçirerek ikinizin de istediğini kapsayabilecek bir ufuk arayarak, yani konuşa konuşa, koklaşa koklaşa, insan gibi bir orta yol bulursunuz, hazır sunulmuş, üzerinde ufak değişikliklerle yürütülecek bir hayat tarzı kalmadığına göre. Tutar, tutmaz ayrı mesele. İnsan, uzlaşma talebi ve davet kendisinden gelmediği sürece, bir ufuk kaynaşmasına da kapısını kapatma hakkına sahiptir.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ramazan Zaptiyeleri

Dertleri ne mazbutluktur, ne de kendi zulümlerini kontrol altında tutmaktır.

Oruç onlar için bir zahmettir. ”Oruç tutma zahmetine katlandıkları” için "kaytaranlara" kızarlar. Yemek varken aç gezdiklerine, hır gür varken barış içinde yaşama zahmetinde bulunduklarına, bakmak varken başlarını önlerine eğeceklerine, aldatmak varken kendilerine hâkim olacaklarına hayıflanırlar.

Onların biraz daha iyileri gibi görünen, hep istihzâyla gülümseyen, hor görücü ukalâlar ise başkaları ile yarışırlar. Başkalarını şikayet ve ispiyon ile kendilerini gösterip kırmızı kurdela kazanacak öğrenciler gibi dolaşırlar aramızda. Şiddet kullanmazlar ama; "başka"larına, hastalara, seferîlere, tereddüt içinde olanlara, farklı düşünenlere hayatı zından ederler. "Biz bunların inandıklarına inanamayız!" dedirtirler. Onların inandıklarına inanmamak insanlar için samimiyetin şartı haline gelmeye başlar.

Orucu zahmet, külfet görenler sabrı bilmedikleri için  takıntılarının nesnesine indirgedikleri şeylerden imtina etmeyenlere saldırırlar. Bakmamayı bilmedikleri için karşısında zayıf düştükleri her şeye bir süreliğine de olsa düşman kesilirler.

Kendilerini terbiye edemez onlar, etraflarını terbiye etmeyi önceleyeceklerdir. Dünya onlara uymalıdır. Nimet ortada görünmeyecektir; kısmet kendini saklayacaktır; karşı cins, gıda, bitki, hava, su onlar takıntı yaptıkları süre boyunca ortadan kaybolacaktır. Zahirde kıtlıkta, darlıkta kalınacaktır. İftarlarda ise kıtlıktan çıkmış gibi tıkınacaklardır.

Saplantının, takıntının bir yere kadar anlaşılabilirliği var. Tiryâkîliği biliyoruz: Bir yere kadar anlaşılabilir olan bir yerden sonra anlaşılabilir değil. Herkese saldıracaksa insan, oruç tutmaması daha iyi değil mi? Oruç mütecavizliğe yol açsın diye tutulmuyor ki, tersi söz konusu olmalı. Oruç saldırmamayı gerektirir öncelikle. Sabrın sabırsız kılabilmesi geçicidir, onun hâkim yanı değildir. Oruç açlıkla terbiye edilmiş mahkûmların işi değildir. Hür insanların medeniyet talebidir. Nefse hakimiyet boğaz üzerinden gitmez; çeneden, öfkeden, hırstan, baskıdan, zordan, şiddetten, bencillikten, görmemezlikten gelmelerden geçme, vazgeçmedir. Ramazan insanın kendisiyle uğraşma ayıdır, ayıplarını hatırlama ayıdır, kusurlarını kabullenme ayıdır.

Ramazan, elbisesi olmayan çıplağı, sen oruçken çöp tenekesinden yiyeni görmeyi ve tepki vermeyi gerektirir: Giydireceksen üstü başı olmayanı giydireceksin. Çöp tenekesini karıştırana yiyeceğini vermeden orucunu açamazsın. Sokağında bir susuz kedi bile inlemeyecek!

Başka birisi yemek yerse sana ne? Karşısında bir sorumluluğun yok! Adam aç değil açık değil, yiyor! Sen yeme! Ondan iyisini de yapamıyorsun ki: O kimseye saldırmıyor!

Karşında tıkınan belki açlığını aklına getiriyor ama, tafrasını yaptığın oruç kerhen oruç.  Orucu işkence olarak görenin oruç tutmasında ne hayır olabilir ki? Oruç dünyaya nimet yasağı, kıtlık buyruğu değil; insanın kendisiyle baş başa kalışı, kendisini gözden geçirişi, insanlık terbiyesini bırakmayıp devam ettirmesi.  Etrafına bak: Aşçılar nasıl tutuyorlar? Evlerde yemek pişirenler, o sofraları hazırlayanlar?

"İnsanlar birbirlerini eleştiremezler, insanların birbirlerine karışamazlıkları mutlaktır!" diyen de yok. O ayrı bir tartışmadır.

Ramazanın ruhuna çiğliği tasallut ettirmek ayıptır, yakışıksızdır, yanlıştır, eğer "ramazanın ruhuna zulümdür!" demeyeceksek!

9 Ağustos 2011 Salı

Refik Bey: Rüzgarın Uyutulduğu Zamanlarda




Refik Fersan'ı dinlememiş nesillerin geleceğimize açıldıklarını düşünemeyenlerdenim. Şeyh Galipsiz bir Can Yücel, Refik Fersansız bir Timur Selçuk aklımdan bile geçmez.

Gözlerinin rengi kadar kalpleri güzel olan kızların, mehtabı bulandırmamak için nefesini dahi tutmuş delikanlıların zamanından. Daha dünden, üzerinde buldozerlerle, gumpirlerle, testler ve giriş imtihanlarına hazırlıklarla, tatlı hayat arayışlarıyla tepindiğimiz yakın zamandan bir şarkı.

Bir başka icrası, Yaprak Sayar'dan:





Refik Fersan benim için saz eserleridir. İnceliktir. Klasiktir, klasik zevki yakalamış gündelik müziktir. Hatıraları estetiğimizin, zevk anlayışlarımızın, incelik tarihimizin köşe taşlarındandır. Her ne söylediyse, bilinmelidir.

Refik Fersan memleketimizdir. Yani memleketimizin bu rezil hale gelmeden önceki hali, kendi halidir!


25 Temmuz 2011 Pazartesi

Norveçteki Katliamı Okuyamamak

Olan biten sanıldığından daha ciddi bir müdahalenin ve hazırlığın işareti olarak algılanmalı.

Gazetelerde yer alan yorumsuz ara haberler, yerler, alâkalı şahsiyetler ilgi çekici.

Irkçılığın ve yeni tarz nazizmin arkasındaki bildik tanıdık adreslerin hakkında kimse konuşamayacak gibi görünüyor.

Katliamın bağlanacağı sembolik, katliamı yapanların dönüştürmek istediği bir sembolik, buna takılıp kalmamak lazım.

Çoğu kez desteklemediğim AKP politikalarının olumlu yanlarından birisi dış politikada böylesi bir çizgiye bazan çomak sokuyor olabilişidir. Sözde bile kalsa, dolaylı da olsa meselenin üzerine gidebiliş, bir gün konuşulabileceklerin kapısını açmaktadır.

Aklı evvellerin norveçlileri, gençleri suçlamaları; görsünler günlerini mantığı iğrençtir. İnsanlık değil bu, soğuk savaş gönüllülüğü! Terk-i medeniyyet, terk-i insaniyyet!

Kimse yazmayacaktır. Ben de artık az çok görebilmekle beraber, telaffuz etmeyeceğim. Ancak, sebepleri ve sonuçları itibarıyla hepimizi ilgilendiren bir müdahaledir, norveçlilere yapılan bizlere de yapılmıştır, dünyaya, ortak dünyamıza bir müdahaledir. Alâkalı alâkasız bir çok gelişme ile birlikte ele alınmalıdır.

Yargısız infaz ile eleştirdiğim Obama'nın ve onu destekleyen kesimlerin işleri kolay değildir,  yöntemlerini karşılarındaki gücün yöntemlerinden ayıramadıkça sonuçlarını çaresizce izleyeceklerdir. Meşruiyet kazandırdıkları tarz karşılarındakilerin adeta ana dilidir.

Başımıza gelenler ile Norveçin başına gelenler aynı gemide olan insanların sorunlarıdır.

Hepimiz Norveçliyiz bugün, yarın ve daima: İnsanlık mevzubahis olduğunda!

Cesaret ister medeniyet. Medeniyeti stabilize etmek, birilerinin keyfi tasarımlarından kurtarmak, demokrasiyi/demokrasileri tahkim etmek durumundayız.

AKP'nin muhalefeti yok edici, silici tavrı global anlamıyla da yanlıştı. Dış politikadaki iddia içerdeki dayanışmayı önemsizleştirmek, silmek ile uzlaşmıyor. Muhalif sol ile sağın arasındaki buzların erimesini engellemek, ortamı gererek soğutmak büyük bir yanlış idi. El yordamıyla anlamak yetmiyor, yetmeyecek! Demokrasi Abantlarda, Encümeni Danişlerde, siyaset vakıflarında korunup kollanamaz: Gelecek konusunda uzlaşmış, konuşabilen, demokratik zeminde uzlaşıp rekabet edebileceklerin ortak zemini kaybedilmekte! Platformlar,  demokratik platformun yerine ikame edildiklerinde korporativizmi bile ararız.

Gelişmeleri belirleyecek adımların önemli bir kısmını Türkiye atacak, atmalıydı: Demokrasisini, dayanışmasını, açık siyasi diskurunu, parazitlerinden ve müdahalelerinden arındırılmış iletişimi serpilmeye bırakarak!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Oğuz Atay Üzerine Geçici Bir Not!

Fazla zamanının olmayabileceğini düşünerek yazdı, yayınladı, Oğuz Atay.

Çekip gitmeden söylemesi gerekenlerin bir kısmını söylemiş olması, sözünün aramızda dolaşıyor olması ne güzel!

Oğuz Atay okunmayan, farkedilmeyen bir insan değildi, sanıldığının tersine. Hayati Asılyazıcı Tutunamayanları yayınladıktan sonra okuyabilmek için sırada beklerdik. Sahaflardan hemen uçardı. Iki cilti bir arada bulabilmek mümkün değildi ve tek cilt halinde yayınlanana kadar bir efsane idi kitap. Herkes bir tarafını, bir yanını okumuş olurdu. Teksirler dolaşırdı elden ele. İspanyol Meyhanesi dinlediğimiz günler.

TRT ödülünü alması tanınmamışlığı, duyulmamışlığı iddialarını gülünç kılıyor. Ödülü veren kurul da sesini duyurabilen gazeteci ve yazarlardan oluşuyordu.

Can Yücel için 19 Mayıs (”sen ey ranzalarda parende atan/prangalarla barfiks yapan” ile başlayan) şiirinin Cumhuriyette yayınlanması nasıl bir dönüm noktası olduysa, Oğuz Atay için de TRT ödülü daha da fazlasıyla tanınma imkanı sağlamıştı.

12 Marttan yeni çıkılmıştı. Yayınlanmasında sorun çıkması sanıldığı kadar da dramatik değildi. 12 Eylül sonrasının dayanışma fukaralığı ile kıyaslanamaz bile!

Bir Bilim Adamının Romanı çıktığında hiç de sessizlikle karşılanmadı. Televizyonda en iyi yayın kuşaklarında tanıtıldı.

Korkuyu Beklerken’i en umulmadık kitaplıklarda görebiliyorduk. Oğuz Atayın hikayeciliği bilinmeyen bir şey değildi!

Nurettin Topçu’nın Tutunamayanlara bakışı Oğuz Atay’ın her kesimde okur ve ilgi bulabildiğini düşündürmeli artık insanlara!

Oğuz Atay cenazesini sağ ve solun paylaşamadığı bir insanı yazarken, iki kesimden de ilgi gördüğünün farkındaydı.

Yalnızlığını, okunmama acısını yakın çevresinde aramanın da anlamı yok, bugün artık bir hayat tarzı değil mi bu?

Tutunamayanlarda yazılış tekniği, ekonomisi, bütünlük sorunları üzerinde tartışılabilir. Eserin formunun tercih mi olduğu, dağınık bir malzemenin ve söylenmeden edilemeyecek olandan vazgeçememişliğin mi söz konusu olduğu tartışılabilir.

Tutunamayanlar ister bir bilinçli form tercihi olarak , ister dağınık ve zamana yayılmış notların bir araya getirilmişliği olarak görülsün özgündür, önemlidir, bir cümlesi bile ziyan edilemeyecek bir hazinedir.

Tersine, Oğuz Atayın espirileri, jargonu, hicvi, tarzı, hayat sevinci üzerinden az insan kariyer yapmadı.

Mühendisliğinin, öğretim üyeliğinin öne çıkması, alınteriyle geçinişi, işi gücü olan bir insan oluşu biz okurları için müthiş önemli idi. Çalışarak, üreterek, yaşayarak yazması o yıllarda sıradan işlerden değildi.

Oğuz Atayın hastalığı da okurundan uzak kalmasının nedenlerindendi.

Okuru da meşguldü zaten. 1 Mayıs Meydanlarında katlediliyorlardı. Hapishalerde, meydanlarda, grevlerde, sokaklarda idiler.

Onu evierine kapalı içli insanlar da, sokaklara dökülenler de, Nurettin Topçu gibi aydın sağcılar da okudular, sevdiler.

Oğuz Atay bir yazardan önce Oğuz Abi idi bizler için. Oğuz Hoca idi öğrencileri için.

Ona sahip çıkılamadığı düşünülen zaman aralığı çok kısadır. 12 Eylülün unutturacakları ile kıyaslamanın yapılamayacağı bir zamandan düşüncelerdir.

Şimdiki Oğuz Atay algılanışı ile doğu-batı sorununa kafa yoran, sol bir partinin kuruluşuna ilgi duymuş, zamanının en ciddi aydınlarıyla fikri alışverişi olan bir Oğuz Atayın kendisini anlayışı farklıdır.

Onu kenarda köşede kalmış bir insan gibi düşünmek, bir insanlık kaçkını olarak portresinin yapılmasını kabullenmek Oğuz Ataya karşı hakkanî değil.

O nöbetçi insanımızdı. Başımız sıkışınca, elimize geçtiğince okurduk, işkence sonrası, katliamlar sonrası, acılar, ayrılıklar sonrası. Onun edebiyattaki yeri bir insanlık olarak edebiyattı da bizler için. İnsanca bir seslenişti. İnsanlık uyurken. İnsanlık sıvışırken. İnsanlık lazım oluşlarında bir yerlerde meşgulken.

Onu gerçekten sevdik. Ve bu şakacı, acılı, muhabbeti güzel dostu bağrımıza bastık, hayatımıza kattık.

O bir insandı. Yanlışsızlığı, hatasızlığı itibarıyla değil elbette: Eleştiriye, yanlışlanmaya, yaralanmaya, dokunuşa açıklığı ile!

Cemil Meriç de asıl okuyucusunun uzak durduğunu sanmaktaydı. Kendileri ile tartışma istediklerinin bir başka dünyada tahkim oluşlarının acısını hissedişleri gerçek olsa da, hakikat başka idi.

O kadar okunduğunun, gerçek okuyucusunu bulduğunun kendilerine hissettirilmemiş olması acıdır! Türkiyenin az biraz normalleşmesiyle, sokakların durulmasıyla kendini gösterebilecek olan gerçek, hep siste kaldı: Ömürleri vefa etmedi.

Onlar, okundular, sevildiler, tanındılar, vefa da gördüler. Ancak tartışmak istedikleri, düşüncelerini almak istedikleri, acılarını paylaşmak istedikleri insanlara uzak kaldılar.

Dost kimin yanıbaşında ki?

Bazan bir insan için bile yazarsınız. Sizi kainat okur ama o insan okumaz. Okuduğunda tersten okur. Okur da belli etmez. Yakınış her daim haklıdır.

Bir derdi çözmek istersiniz, o derdin sahibi size sırt döner ama bin derde derman olur gösterdiğiniz yol. Şikayetçi olanın kendisi için önemli olan o sırt dönüş, bize bu güzel serzenişi, dili, eseri sunsa da bin birin yerini tutar, tutsun diye düşünmememiz lazım.


O bir şey, bazan insanın kendisi için istemiş olduğu tek şey. Tek bir şey, sunulmuş hazinelerin dışında kalan. 


Ha kafes altın, ha değil. Ha kafes var, ha yok. Ne değişir?