Düğünler mukabeleye çevriliyor.
Mukabeleler ise panayıra. Herkesin elinde bir telefon, patlayan flaşlar.
Dede Efendinin Rast Ayini. Telefonla ses aktaran yeni muhafazakarlar.
Ellerinde gazozları ve patlamış mısırları eksik. Çocuklarına "dur sus" demiyorlar. Geleneğe zulüm. serbest bırakılmış bir şımarıklık. İnsanlar zikirde, gözlerine flaş patlatılıyor. Uyarıldıkları halde. Hayvanat bahçelerinde maymunlara sigara veren ayıları dürten aşksızlar bu kez de ayin dağıtıyorlar. Zihin dağıtıyorlar. Herkes duruma alışık. Benden başka tepesi atan kimse yok sanki.
Ha evet, olduydu eskiden: Girip çıkan, Ayinin ortasında içeri dalan seyircileri kovan bir ses sanatkârına "konser sandı ayini!" diye kızmıştık. "Ayar tutturamadı" diye düşünmüştük. Sen misin kızan!
Mikrofon elimde olsa aynı şeyi yapardım, galiba, yani... Muhakkak!
Ayinler panayır alanlarında yapılır oldu.
Panayırlar ayinleri istila ediyor.
Büyük Taarruz günü "haydi eller havaya".
Sahurlarda ise "ceddin deden" ile uyanacağız.
Düğünlerimizde semazenler dönecek allı morlu tennurelerle.
Müsamere cepkeni bile giydiriyorlar, pulları eksik.
Çocukluğumda Kut ül Ammare Gününde sinsin oynanırdı. Karayılan çalardı zurnayı. Kuttül Ammare, Çanakkale, İstiklal Harbi gazileri tempo tutarlardı, mesela fidaydaya. Torunları oynardı... oğullar babaların yanında ağır takılırlardı, düğünler, kutlamalar hariç.
Milli bayramlarda da çalınır oynanırdı. Çoşkuyla, vakarla. Geceleri fener alayı, sinsin. Gündüzleri cirit.
Dini bayramlarda da neşeli havalar, oyun havaları çalınırdı meydanlarda.
Nerede yanlış yaptık Ey Şeyh Galip, güzel galip, güzel dost...
Neşesiz, zevksiz, ihtimamsız, musıkîsiz, renksiz, tek düze bir hayat değil di ki bizlere taşıdığınız...
...
Bu yazıdan önce kaleme alıp bir yerel gazeteye göndermiştim, buyrun:
Zurna Sâdâsı
Her müzik türünün, formunun bir anlamı, işlevi var.
Uyutan, sakinleştiren, huzur veren bir seyir ve ritmik yapı askerî müzikte
tercih edilmez. Adrenalin yükselten bir müzik akışı da genellikle ayinlerde,
şiir resitallerinde (kasîde, gazel gibi) öne çıkarılmaz. Her şeyin yeri yurdu
vardır.
Zurna (sûr-nây) mehter takımlarının da
vazgeçilmezlerindendir. Kıvraktır, tınlaması ahşaptır, kırılgan ve ataktır,
oynaktır. Kolay taşınır. Zurnada peşrev olmaz diyenler (ki olmuştur) güreş
peşrevlerini kast etmezler: Zurnasız, peşrevsiz ve cazgırsız bir karakucak
düşünülemez.
Güreşteki peşrev aslında pehlivanların sâlavatlaşıp
selâmlaştığı, kanat atıp birbirini tarttığı zeybek oyununa benzeyen ancak daha
kıvrak ve yoğun, estetik, hâle vücudu ve ruhu hazırlayıcı; sakatlanmaya maddî
ve manevî anlamda tedbir sağlayan; güreşe seyircinin dikkatini yoğunlaştıran
bir ritüeldir. Pehlivanlar orta noktası rakipleri ile kendi aralarında olan
aslî daireyi yer yer kesip davul zurna, rakip pehlivan ve cazgırı merkez
alırlarken ya da kendilerinin etrafında da genişleyen talî ve kişisel daireler
çizerlerken gökte vakûr kartallar süzülür, yay kuyruklu çoban köpekleri
gerinir, bülbüller akşam bahçelerinden zurna ile atışmaya girerlerdi.
”Emmiler, Emmiler, türkmen de emmiler, vay anam
vay, bir oğlum olsaydı da verseydim hocaya, vay, vay anam vay”: Harfleri
sökecek, kitaplar devirecek ve bir gün Kut'ül Ammare’ye gönderilecekti.
Çocuktum. İnönü Zaferi İlkokulu’nun önünden geçen kanalın karşı tarafındaki
çukurlarda gebere (frenkçesi ”capris”) toplayan çocuklara yukardan bir ihtiyar
gülümseyerek ”bak orada da kalmış çocuklar” diye işâret ediyor, yardımcı
oluyordu. Beş yaşında olmalıyım, eve yeni taşınmıştık. Bir yerlerden davul
zurna sesi geldi, kamyon kasasına doluşmuş gençler ”hüdayda” oynayarak
geçtiler. ”Düşmezler mi Dede?” diye sordum. ”Düşebilirler!” dedi yaşlı adam
kaygıyla. ”Niçin kamyonda oynuyorlar, anneleri babaları kızmıyor mudur?”.
Güldü. ”Askere gidiyorlar!” dedi. ”Peki niçin oynuyorlar, annelerinden
ayrılmaya üzülmüyorlar mı?” dedim. ”Yok!” dedi, ”şehitlik kavuşma onlar için!”.
Çok daha sonraları, bu buruşuk yüzlü, ütülü pantolonlu, kısık sesli, güleç,
hafif kambur, ufak tefek, ceket cebine madalya ilişik adamın bir Kut'ül Ammare
gazisi olduğunu öğrenecektim. Osmancık Taburu ile Basraya gitmiş, ağır yaralı
olarak esir alınmış ve Mahmut Emmi’mizle birlikte bir gemiyle Hindistan'a esir
kamplarına gönderilmiş olanlardan.
Kurtuluş günlerimiz, milli bayramlarımız artık pop
konserleriyle geçiştiriliyorken, askeri törenler ”militarist” bulunurken;
yeniden bando, mızıka, mehter tartışması açmak şu makus hafızasızlığımız
üzerinden bizimle alay etmek değil mi?
Osmanlı kıyafetleri ile mehter çalınacakmış. Güzel,
çalınsın. Fes gelenekmiş, takılacakmış. Ne zamandan beri gelenekmiş? Tamam,
taksınlar. Bir zurna mı gelenek değilmiş?
Zurna Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk
yıllarında yokmuş. Varsın olmasın. Çorum’da, Tokat’ta, Osmancık’ta, Kargı’da,
Merzifon’da, Hacıköy’de, Hamamözü’nde, Mecitözü’nde, Alaca’da, Sungurlu’da,
İskilip’te, Dodurga’da da mı yoktu?
Nerede yoktu? İstanbul'da mı? Bursa, Edirnede mi?
Zurna Anadoluda, Balkanlarda, Kafkasya'da, Asya
içlerinde, Orta Doğu ramazanlarında yok mu imiş? Bunu hangi müzikolog iddia
edebilir? Hangi etnomüzikolojik çalışma bunu kanıtlamakta?
Çocukluğumuzun ramazanları davullu zurnalı idi.
Bilhassa Osmanlı zamanında yetişmiş insanların istek parçaları,
davul-zurnacılara mükâfaatları, yataklardan neşeyle kalkışları, hattâ sokağa
inip oynayışları eski ramazan neşvesinin mukabeleler, hatim ve sakal duaları,
mevlitler, davetler, diş kiraları, ramazan pideleri, hurmalar, zeytinler,
mevsim salataları, mesnevî okumaları akşam oynanan "yüksük" gibi
oyunlar, pişmaniye (tel tel helva), misafirine mermer üstünde çeşit çeşit akide
şekeri yapan ev sahipleri, sahurda kokusuyla uyandığımız zurnadan daha etkili
olan ıspanaklı (pancarlı) börekler, ıhlamur ve çay kokusu, çocukların tekne
orucu unutulur gibi değil.
Çalınan parçalar süregiden bir geleneğin, duruşun
vâkârın ifâdesi idi. Her evde hâlâ kayıpların, şehitlerin sızısı vardı. Sadece
Babaannemin beş ağası (ağabeyi) Osmancık Taburu ile Çanakkale'ye gitmiş ve bir
daha dönmemişti. Babamın amcası Basrada yaralanıp esir düştükten sonra yedi yıl
hindistanda esir kalmıştı. Geri döndüklerinde getireceklerinin konuşulduğu, gaz
lâmbası ışığında oturduğumuz; külde ayva, küp armutu, havuç ve patates
gözlenen, arada Munise Teyze’nin küçük oğlu Kâzım’ı dizinde uyutarak halk
hikâyeleri anlattığı bir gece gelen davul zurna sesine pencereden kulak
kabartan Babaanneme uzaklardan, Ağalarından gönderilmiş bir mektubu okutan
neş’eyi, nağmeyi ”gayde”yi unutamam. Davul zurna sâdâsı hürriyetimizin
kubbesinde kanat çırpan gelenekti.
"Mehter besteleri" oldukça yeni besteler,
genellikle eski üzerine tahminler. Eski mehter marşları hakkında pek fazla
bilgi yok. Zamanla bazı bilgiler ortaya çıkmayacak diye bir şey de yok, ancak,
iki de bir yasaklamaya, yok etmeye çalıştığımız halk müzik geleneği olmadan ne
mehterde kullanılan ayak ya da makamların seyirlerini bilen müzisyen kalır, ne
de müziğimizin yaşayan ruhu, çerçevesi. Kadensler, melodik işlemeler, akış ve
dinamik ancak halk ve divan geleneklerinin bugüne aktarılmış katmanlarından
çıkarılabilir, bir ölçüde ve sadece imkân kapıları olarak.
Tek parti dönemi kültür mühendisliği ile
eleştiriliyor. Oyun havası ve zurna yasağında söylem halk şikayeti, gürültü,
ûlviyet, ramazan rûhu üzerinden olsa da yapılan kaba aydınlanma
ihtilâlciliğinden bir müdahaledir!
Oyun havalarını yasaklamaya, toplum mühendisliğiyle
çalınmaz hale getirmeye kalkıştığımızda halk kültürünün ruhuyla oynarız,
birikimimizi toz toprak altında bırakırız. En kırılgan zamanında, en
zayıfladığı asırda, ruhunu kaybetmeye başladığı dönemde. Bela Bartok’un Macar
Ruhunu melodilerimizden çıkarmaya ve yeniden kurmaya çalıştığı topraklarda
gerçek hazinelerimizi aşındırmakla iştigal etmiş oluruz.
Fütüvvet’i bilen, onun etrafındaki hayat tarzına da
saygı gösterir. Yiğitler oynarlardı, evet, oynamayana da "adam"
demezlerdi. Bugün bundan kaç kişinin haberi vardır ki? Cirit, güreş ve
sinsinsiz bir kutlama, anma, (festival anlamında) eğlence yoktu. Sohbetle,
yarenlikle, bin bir yolda kalışta pişer, insanlaşır, hayatı sever, ölüme sıcak
bakarlardı. ”Adamlık!” diye bir niyâzları vardı: Gelen her şey haktandı, pişirir,
öğretirdi. Ayrılıkla, acıyla yaşamayı bilirlerdi. Acıdan bal çıkarırlar,
ekşimezlerdi. Yolda kalanın hakkı’na riâyet ederler, ulûfe beklemezler, zamana
geniş bakarlardı.
Binlerce yılda şekillenen kültürler yukardan
aşağıya elden geçirilemez. Yapılan da, elde kalan da deforme edilir sadece.
Zurna müzik aletleri tarihindeki yeri müstesna bir
üflemeli sazdır. Kıvrak klarinetin de, kadife sesli obua’nın da dedesi,
ninesidir. Dünya tarihindeki izlerimizi yalnız izotop analizleriyle, gen
tekniği ile ölçüp biçmiyoruz. Müzik aletleri bulguları aletlerdeki (pentatonik
v.b.) skala açkıları ile bize hangi seslerin kullanıldığı gösteriyorlar. Kemik
kavallarda, tutuş ve yıpranma noktaları çok belirgin oluyor, ahşap ve
metalde de öyle. Güçlüler, duraklar, yedenler bir ölçüde okunabiliyor,
eşyaların dilinden "seyre" dair bir şeyler kestirilebiliyor. Ahşap
kalıcı değil, metal ise tarihsel olarak yeni.
Halk müziği, divan (enderûn) müziği olmadan mehter
müziği de olmaz! Kullanılan materyal skalalar dışında bir de makam seyri diye
bir şey var, Efendim. Makam seyri, kültürdür, uygulama ve devamlılıkta
değişerek aynı kalır, hayat bulur.
Eski müzikteki ses aralıklarını halk müziğinin
sazlarından, seyirlerini kazılarda bulunan aletlerin yıpranma noktalarından
kurgulamaya çalışan insanlar için bu işin kırıntıları, döküntüleri bile
önemliyken; yaşayan, devamlılık arzeden kaynağı, cevheri, zenginliği nasıl
ziyan ederiz? Siz nasıl geleneğin yaşayan kısmını atıl hale getirirsiniz? Buna
nasıl izin verirsiniz, bu şehrin insanları, aydınları? Sizin de dedeleriniz,
nineleriniz bu hırıltılı, içten seslerle acılarını paylaşıp düğünlerinde
oynamadılar mı? Sahurlarda bu seslerle uyanmadılar mı? Bu seslerle güreş
tutmadılar mı?
Bir ümmet olmamız, halk olmamıza, millet olmamıza
engel mi? Bu müdahale yeni mi aklımıza geldi? Her bir insan diğerlerine her
açıdan tâbî olmalılar diye bir şey var mı? İnsanlar ayrı ayrı yaratılışta değil
mi? Gelenekleri dümdüz etmemize yol açacak kararları vermemizin meşruiyetini
bize kim vermekte? Toplum mühendisliği ne zamandan beri meşrû oldu?
Ramazanda çalınan havalar usta bir davulcu ve
zurnacı için toplumla interaksiyonda, alışverişte belirlenir ve aktarılır. Keyfi
bir repertuar oluşmaz. Ramazanda çalınanlar kolay uyandıran, neşeyle uyandıran
havalardır. Bunların bir kısmı dönem-tipiktir. Bir kısmı halk ruhunun derûnunu
yakalar. ”Topal Koşma”, ”Emmiler” gibi.
Ramazan davulculuğu hem eğitim, hem gelenek ister.
Devamlılık içinde aktarılır ve yenilenir gelenek. Kopuşlar dahi devamlılığın
kapsamındadır, mühendisliğin müdahaleleri hariç.
Zurnasız şehir davulculuğu dar şehir sokaklarının
mimarisi, akustiği, karşılıklı minarelerden yükselen ve doğal insan
sesiyle okunan ezan sesi; İstanbul’un, Bursa’nın, Edirnenin şehir planlamasının
bir parçası olan emperyal akustik ile düşünülmelidir. Çıplak insan sesinin
sabasıyla meselâ, uyuyacaklar uykuya, abidler ibadete gönderilir,
hastaların sırtı örtülürdü bir zamanlar.
İstanbulda davulcular mani okurdu. Zurna’yı
işlevsiz bırakan bir neden de kısmen budur belki. Belki değil.
Davul zurna bütün türk coğrafyasında bir takım
olarak ele alınmaktadır! Ramazanlarda davul-zurna takımlarının ayrışması
zorlanmış mıdır, yoksa davulcu tellâllara görev verilmesiyle mi bu ayrışma var
sayılmıştır?
Açıklamalar hakîkatin kendisinin ifâdesi değildir:
”Evler bahçeliydi, pencerelere davul zurna yaklaşamaz, bir mesafe oluşurdu.
Zurnasız davulun derin uykuda olanları uyandırabileceğini sanmıyorum. Uyandırma
da, insanın en neşeli, en hoş zamanlarının müziği ile olurdu!”. Şüphesiz hepsi
de doğru olabilir.
Sabah ezanına uyanmak başkadır: Uyku ritmi ona göre
ayarlanırdı. Sabah ezanı hastayı, yolcuyu, yorgunu uyutur, ezanı bekleyeni
uykusundan kaldırırdı. Kimseyi yatağından fırlatmazdı ezan sesi, oparlörler
yagınlaşmadan, uzaktan müezzinlik keşfedilmeden önce.
Ezanda anlamın yanında hissedilen kemali arayan
insanın çağrıyı seslendiren uysallığı; sırtları örten, sarıp sarmalayan
şefkatiydi.
Şehir şehire benzemez. Çorum’un akustiğine, sesine
müdahale Çorumun kulağından, ruhundan, yüzyılların zevkinden, anlayışından
taşıp da gelmeli. Geleneğe müdahale edilmez. Gelenek birbirini işitenlerin sesine
yönelerek inceltilir; kelime anlamıyla terbiyeden, okuldan, zorlamadan
geçirerek değil.
Müzik anlayışını, kavrayışını eğitecekseniz
ihtimamı, zerafeti, inceliği veren hayatın dünyasına insanları çekerek
eğitirsin. Etrafındaki hayatı küçümseyip, çekirdeğe yönelirsen bir özettedir
gözün, çekirdeğin içinde değil!
Ramazan rahat bırakılırsa, insanlara ve yılların
emeğine kulak verilirse ramazan gecesi kendi sesini bulur. Gürültüden rahatsız
olan hastalar, yaşlılar, gece çalışıp gündüz uyuyanlar varsa başka. Yine de
neşesiz, sevinçsiz ramazan olmaz. Eski müzik de dinî, millî, ladinî diye birbirlerinden
tamamen ayrıştırılıp fütüvvetteki anlam bütünlüğünden koparılmaz. Sen
içinden sessizce geçsen bile, senin sokağının sesi kısılmakta! Adlarını
hastanelere, parklara vermek üzere paylaşamadığınız insanların etraflarındaki
hayatı, onların hayat dünyalarına geçiş kapılarını silmekteyiz.
Eski İstanbul'da ramazan eğlenceleri davul zurnalı
taşradan daha sesli, daha renkli idi. Eğlencelerin dışlayıcı olmamasına, hayatı
ramazanı olmayanlara daraltmamaya eskiler çok dikkat etmişlerdir. Ramazan
neş’esinin temellerinden birisi ramazan ruhunu bir ihtimam olarak âlemle
paylaşmaktır! Reşat Ekrem, Refî Cevat, Ahmet Râsim ne güzel anlatırlar.
Bakırcıların çekiç seslerinin musikîsini okumak,
bir düğünün sevincini heyecanını ve ritmini yaşamak, bir çocuğun coşkusunu
hissetmek; hüzünlü bir aksam; herkesi, her şeyi yitirdiğin bir akşam diz vura
vura oynamak ve rızayla boyun eğmek bu topraklara yabancı bir şey değildi.
Aşkla, hürriyetle ve
kenardan geçerek!