24 Ekim 2011 Pazartesi

Jean Paul Sartre'a İftira Olarak "Cehennem Başkaları(dır)"

Şimdilerde "munis" ve "cici" bir "başkalık" ve "ötekilik" kavramı revaçta. Bazı anlamlarıyla felsefedeki "başkası"na yabancı olmasa da.

Felsefede "başkasının beni" sorunu bugün intersubjektivite teorilerine (öznelerarasılık kuramlarına) giden yolun ortalarında bir yerde. Sosyal Ontolojinin ele aldığı sorunlar zamanla sosyolojik sosyalpsikolojinin (yani psikolojik sosyalpsikolonin değil) çalışma alanına girmeye başladı. Bunda hem Herbert Mead'in çalışmalarının katkısı var hem de (bazılarına bir çeviri azizliği ile abartıldı diye düşündürse de) Sigmund Freud, Durkheim ve diğerlerinin katkıları.

Bizde? Mevlânâda çocuk oyun oynayarak akıl geliştirir. Mead'e giden yolda zamanında boş durulmamış sanıldığının tersine.

Sartre'ın intersubjektivite kuramına katkısı büyüktür. Bakışla algısal (perseptüel) bir bakışı; başkasıyla donduran, ifşa eden, sanki fotoğraflayan, sabitleyen, insanı bulunduğu yere çakan bir bakış kasdettiğini hatırlatalım. Bakan, çivileyen, sömürgeleştiren bakışın sahibidir başkası. Herkesin herkese bakışında izole edilebilecek bir şey var burada.

Başkası farklı, değişik olan değildir burada. Başkası bakışına, (önyargıya hapsedişine?) yakalandığımızdır

Peki, Sartre'da diğer anlamıyla ikinci şahıs olarak başkası yok mu? Var. Var ama, buradaki cehennemi kuran, ateşleyen, bizi terleten, insiyatifimizi, özgürlüğümüzü unutan o değil ki?

Sartre'de insan olduğu değil, olmadığı. Yani bir proje. Birisi bir hırsıza bakıyor diyelim. Pis hırsız diyor içinden. Pis hırsız! Hırsız, kızkardeşini hayat kadınlığından kurtarmaya çalışıyor, didiniyor çırpınıyor gece okuluna gidiyor, sanat öğreniyor, derdi bütün çaldıklarını geri ödemek, ama hasta annesi, çaresiz kardeşleri için kız kardeşinin kendisini satmasını engelliyor. Hırsızlıkta geri dönülmez bir yola girebileceğinin farkında ya da değil. Ama hırsızlık dışında kazanmaya da çalışıyor çırpınıyor. Hırsızlığı yüceltmiyor. Utanıyor halinden.

Başkası Hırsıza olduğunu, şu an ne olduğunu sabitleyerek bakıyor, iftira atmıyor. Ne olduğunu görüyor. Ne olacağına aldırmıyor. Hırsız ise ne olduğuna itiraz ediyor, "çalmadım!" demiyor. Ben çalmadan çırpmadan yaşamak için çırpınan bir insanım, çalmayacağım, çırpmayacağım diyor. "Ben bir projeyim" diyor, bir başka anlamıyla. Kendisini tanımladığı şey, henüz olmadığı, uğruna çırpındığı, ter döktüğü şey. Belki de hiç bir zaman ulaşamayacağı bir şey.

Seni bir başkası gördüğünde, Mevlânâ'nın aslında bir tefsir olan dizelerinden yola çıkarak anlatırsak Sartre'nin dediğini: Kusurlarını güneş gibi aydınlatıyor, (gelecek) güzelliğini gece gibi karartıyor, siliyor.

Seni bir başkası gördüğünde donduruyor, mahcup ediyor, utandırıyor, eziyor.

Başka türlü bakan, adam gibi bakan yok mu peki? Var ama, primordial değil. Bunu elbette Sartre söylemiyor, ben diyorum. Sartre bu kaçış, itiraz, hayırlamada bir hayır görüyor. Bu itiraz, yerin dibine geçme halinde diyoruz ki: Hayır, ama, fakat, binanaleyh.. ben bu gördüğün ben değilim, ben buyum ama şu an olduğum değilim, ben henüz olmadığımım, olmaya çalıştığımım, olmak üzere olduğumum!

Sartre kahrolsun sömürgeci başkası demiyor. Der gibi oluyor mu bazan? Belki. Ama, bir üstünkörü bakışın; hapseden, donduran, esir eden; hatasını çirkinliğini kusurunu yüze çarpan bakışın hepimizde olduğunun farkında olarak konuşuyor. Bunun temellendirici, kurucu, primordial bir özelliği var, bunu da Sartre söylemiyor ben söylüyorum, bir başka deyişle söylüyorum, felsefesinin özelliklerini hapsetmek için değil: Sartre bir fenomenelog. Husserl, Heidegger gibi. Üstelik bizim geçmiş etellektüel geleneğimize hiç de ters düşer bir düşünce tarzı/geleneğinden değil. Ters düşse ne yazardı?

Okunması zahmetli, yoluna düştüğü çözümü bulabilmiş değil. Ancak bin bir eksikliği gediği kapatıyor. Romancı olarak nasıl bulursunuz bilmem. Varlık ve Hiçlik okunmadan zamanımıza şahitmiş gibi hiç mi hiç konuşulmaz demeyeyim, ama, onun ve onun gibilerin gayretini ve başarısını (ve başarısızlıklarını) göstermeden o kavramlar hakikati konuşmaz.

Tefsir ile ilgili söyledim durdum: Orjinal metin alıntıları dahi yorumdur, alakalı alakasız bağlamlarda sunulur, alakalı alakasız ufuklara yerleştirilir. Kendisini ve hakikatini perdelemişlikten hakikatini ele verdiğini iddia ederiz. Oysa yaptığımız anlama müdahale, hakikate müdahaledir.

Öte yandan, en kötü yorum bile tartışmaya açıktır. Yorum olanı yoruma kapattığımızda başlar çoğu sorun.

Bildik kelimelerden, okuduğumuz roman ya da kitaplardan yola çıkarak ahkâm keserken de halimiz bu: Kendimizi hakikatin sahibi yapıyoruz, "eğer şunu şunu kasdettiyse ya da kasdetmediyse" demedikçe.

Hikmetin semantiği yok. Semantiği bilip unutmuş insanın tevazuda duruşu gerekli sadece. Efendim.

Arzeyleriz gündüz hayalimizden, gece düşümüzden.