3 Kasım 2012 Cumartesi

Dil Geleneği, Dilin Tarihselliği ve İş Bankası Yayınları'nın Hasan Âlî Bey'in Diline Müdâhale "Yetkisi" Hakkında "Söylem"

Sadeleştirmeler bazan dil lezzetine, dilin şiirine, anlam zenginliğine, metnin çok katlılığına, uslûba, metinlererası bağlantılara tasallut anlamına geliyor. 

Ahmet Haşim'in Gurâbaayı Lâklâkan, Frankfurt Seyahatnâmesi ve Müslüman Saatlerine müdahale Hâşim nesrinin musikîsini, inceliklerini elimizden almıştı.

"Anlaşılır kılmak" metni edebî metin olmaktan çıkardığında ne anlaşılır kılınır oluyor kavraması kolay değil!

 Hasan Âlî Bey'in Mevlana'nın Rübaî'lerini çevirisine müdahale ise alışıldık zamane edisyon dayatmasının geçmişe taşınması biçiminde olmuş. Kimin müdahale ettiğini maalesef öğrenemiyoruz.

Çeviri'nin Hasan Âlî Bey çevirisi olması için noktası virgülüne kadar O'na ait olması gerekir. Bir müdahale gerekecekse bunlar çıkmalarla dipnotlarla desteklenir, beslenir, gerekçelenir.

İş Bankası Yayınları'nın sorumluluğu altındaki tahrifat "aslının aynı" oluşun ne olup ne olmadığını kavramamışlığın yeni, popüler, son zamanlardaki baskın türü: "Türkçe tercümesi ise günümüz yazım kuralları gözetilerek yenilenmiştir." (Rübaîler 2007, S. 3)

"Günümüz yazım kuralları" ne demek? Çoğu kez keyfi bir dayatma sözlüğü!

Ortalama bir sözlüğe itirazım yok. Ancak bunu dil ustalarına, klasik metinlere, klasik çevirilere motamot uygulayamazsınız!

Benim "gerçeklik" dediğimi "hakîkat", "hakîkat" dediğimi "gerçeklik" yapan; "gerçekliğin hakîkati"nin ne olduğunu bilmeyen bir anlayışla az karşılaşmadım. "Tarihî" dediğimde "fanilik"e de gönderme yapıldığını bilene pek rastlamadım.

Esin Afşarın sevdiğim sesiyle:
".... gitti cancağızım
yeni şeyler söylemek gerek" dendiğinde iş bir sözlük bulup aktarmak sanılıyor, hattâ "kafiyeden kurtulmak" bir kurtulmuşluk hissi vermiş olmalı birilerine. Oysa "cancağızım/lâzım" kendini daha fazla hissettiriyor, eksiklik daha yoğun hissetitricidir kendisini!

Diyelim ki İş Bankası Yayınları'nın editörleri Hasan Âlî Bey'den daha ustalar, metne, doğu klasiklerine hakimler, farsçaları var, o dönemin dili, dünyası, ufku hakkında bilgi sahibiler ve bunu yeni dil toplumunda bize de "aktarıyorlar": Yine de yaptıkları doğru değil!

Hasan Âlî Bey'in çevirilerine itiraz olamayacak mı? Tabiî ki olacak! Oldu da zaten. Bunlar şerhedilir. Temellendirilir. Ancak, dilin her döneminin birbirine özdeş musikisi olmadığını; değiş tokuş edilen kelimelerin anlam, çağrışım ve seste örtüşmediğini bilmek de gerekiyor.

Diyelim ki İş Bankası Yayınları'nın editörleri etimoloji allâmeleri. Sadece yazılımı güncelliyorlar. Yine yanlış! Yazılım güncellemeleri de dilin dönemsel lezzetini, hâkikatini, kullanım oyunlarını, dil anlayışını görmemezlikten gelicidir. Dilin dinamiğin olmadığına kadar gitmez sadece; dilin ufkunu, dilin ve dil kullanımının tarihselliğini de kaçırır. Bir çeviriyi okurken çevirenin ufkuyla da karşı karşıyayız. Ben editörün ufkunu ne yapacağım ki?

İş Bankası editörleri diyelim ki sadece basit ayarlamalar yaptılar. Nokta, virgül, inceltme işareti, masum müdahaleler. Peki onlar neden okurun Hasan Âlî Bey'in dil praksisi ile, yanlışı doğrusu ile karşılaşmasını istemiyorlar? Düşünmemişler, bir kabahatlari yok diyelim: Okumanın, anlamanın, karşı karşıya gelmenin zamansallığının ne kabahatı var peki?

Cânâ, câna aynı cana ile karşılanabilir mi? Klasik bir metindeki "ara" (papağan), "arâ" (çıplak, üryan), "ârâ" (oylar, reyler), "ârâ" (süsleyen, güzelleştiren, donatan) aralık'ın "ara"sı ile aynı yazılabilir mi? Daha başka "ara"larda var!

Klasik bir metinlerin vezni ile oynanıyor iki de bir:  İş Bankası yayınları Hasan Âlî Bey çevirisi vezinsiz olduğu için şanslı. Şanslı fakat hatalı.

Elimde eski metin yok, karşılaştırmayı yaptıktan sonra (hafızamdan, gelenekten yola çıkarak konuşmak istemediğimden örnek vermedim, irkildiğim yerler olduğu halde! Bakalım yanlışlar Hasan Âlî Bay'in yanlışları mı imiş!)

Dil kullanımın dönemsellikleri, tarihî şekillenişleri yok edilerek, dümdüz edilerek dil bilinci sağlanmaz. Tersine, aynı dönemin içinde de hızardan geçirmemek gerekir edebî metni!



Zamanım bu kadar idi... Gerisini siz tamamlayın, yanlışım varsa öğretin ey Hakîkatli Okuyucular!



(HAMİŞ: Yetiştirebilmek için düzeltmedim. Gözden geçirilecek, dil hataları var, ancak bu müsveddedeki yanlışlarım bana aittir, başkalarının diline, dilin tarihselliğine, dönemlerin dillerine ve kurallarına müdahale etmedim henüz:))

29 Eylül 2012 Cumartesi

Fütüvvet'e Düşman Bir Tasavvuf!

Adamlık, mertlik, yiğitlik, kadunluk, komşuluk, insanlık, dürüstlük, daha iyi insan olmak gibi şiarlar önem sırasını yitirip ayak altına alınmaya başlanınca geriye sadece Aziz Petrus geleneği kalıyor: "İnan!"

İnansın da neye inansın? İnandığı nedir?

İnanç inandığın şey ile özdeş değildi bizim geleneğimizde.  Faniliğimiz, bir tarihte oluşumuz; bir zamandan mekandan anlayışımız, hakikatin sahibi değil yanılması kaçınılmaz yorumcusu olmamız, teorinin hakikat özeti ya da usaresi olmadığı anlayışı; praksis ve fronesis anlayışı bizde beslendi, ilerletildi ve batıya hem praksis felsefelerine hem de yorumbilgisine aktarıldı.

Bu büyük geleneğin sanal takipçileri ise "inanın, yorumlamayın!" diyorlar. Oysa yorumlayanın inanç meselesi vardır. İnanç ezber değildir. İnanç hakikat şifresini ele geçirmişlerin işi değildir. İnanç hakikatin sahibi olmadığımızdan, herşeyi bilemezliğimizden yola çıkar. İnanç dogma değil, arifane tevazu işidir! En azından tasavvufun tasavvuf olduğu zamanlarda bu böyleydi! Karşıtlarını yanında taşısa da onların da gündemini belirliyordu.

Bugün Gelenek diyalektik düşüncesinden; praksis ve fronesis anlayışından; tranzendental temellendirmelere karşı toplumbilimsel temellendirişi ve monolojik felsefe geleneği karşısına diyalojik geleneği çıkarışından uzak; şekilde, geçmişinin gölgesinden ibaret bir gösteriler dünyasında yaşıyor.

Her gün yeni bir şey söyleyen, teoriyi genişleten, işleten anlayış bunu teorinin hizmetinde yapmıyordu: Tersine derin entelleküel duruşu hem kendi hayatını, hem hayat anlayışını sürekli işleyen, hatadan öğrenen, yanlışla da temizlenen ve düzelen bir anlayışın kendisini ifadesi idi.

Kainatı okumak, kainatın ayetlerini okumak ile Kitabı, kitabın ayetlerini okumak aynı oluş, oluşum, insanlık düşüncesinin bir parçası idi.

Tekniği kullanmayarak, sadece oyuncak ederek parya olmadık: İnsanlık anlayışımızı terkederek paryalaştık! İnsanlığı da çukura sürükleyebilirdik: Batıda özellikle sol düşünce insanlık değerlerini bir ölçüde ayakta tutabildi ise bizim ayakta tutup aktardığımız bir düşünce damarının, insanlık anlayışının sonucunda oldu.

Batıdaki inanç ve bilim kavgası ilk çağlardaki  teori ile praksis tartışmasının temellerinden koptuğu bir diskurda kavgadır ve iyi ki düşüncenin bağımsız alanlarına, bağımsız düşüncenin hür ve demokratik diskuruna tasallut edememiştir.

İnsan olma, daha iyi insan olma, komşuluk, sadakat, adaletle davranmak gibi dertleri olmayanların ne bilme ne de inanma dertleri vardır. Onlar ezberden, sınanmaya kapalılıktan, duyarsızlıktan ibarettir!

Aziz Petrus? Temsili bir Aziz Petrus idi. Ezbercilerin, ezbere Aziz Petrus'u.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

"Yanlış Adam Kaçırmak"?

Kaçırılan adamın "yanlış"ı "doğru"su olmaz!

"Adam kaçırmak yanlıştır!" demezseniz, evrensel iddialarda bulunulamayacağını da söylemeye gidersiniz!

"Kaçırılmayı hak etmiş" insanların olabileceğinin kapısını açık tuttuğunuzda "kaçırma ve kaldırma"yı onaylar ve evrenselleştirir duruma düşersiniz.

Yargısız infazları ve güçlünün adâletsiz hukukunu eleştirdiyseniz adâletin adam kaçırma dengesi ile sağlanmayacağını da düşünebilmeniz gerekir.

Fiili durumlarda ne olup bittiğinden dahi önemlidir bazan gerekçelemelerde vurgulananlar: İnsanlık anlayışınızın temellerini sunmakta olduğunuz için!

Hüseyin Aygün'nün kaçırılması ile Türkiye'de adam kaçırma meselesi gündemin merkezine alınmıştır. Kamuoyu adam kaçırmanın mantığını gündemden çıkaracak baskıyı kurmadan durulmayacaktır.

Yalnız Hüseyin Aygün değil tüm kaçırılanlar serbest bırakılmalıdır!

İnsanın bırakın insan hakları savunucusunu; kendisini bir zamanlar  kaçıranı dahi kaçırma hakkı, hukuku yoktur!

Güllüoğlu'nun GDO Lobisine Tavrı Üzerine

Güllüoğlu'nun 29 çeşit GDO içeren hammadde ithali için başvuruda bulunan (üyeleri arasında Ülker ve Eti'nin bulunduğu) Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu TGDF'den çekilmesine müteşekkirim.

Bu kuruluşun hiç bir üyesinin ürettiklerini almayacağımı, yemeyeceğimi, ikram etmeyeceğimi bildiriyorum Efendim.

13 Temmuz 2012 Cuma

Türkiye Neyi İşitmek İstemiyor?


Türkiye insan kaynaklarını toplumu gererek verimsizleştiriyor.
İktisadî büyüme ve kalkınmayı doğaya, çevreye ve yaşam kaynaklarına düşmanlığa çeviren arkaik bir ”ilerlemeci, modernist ve ihtilâlci” ekonomist-liberal aydınlanma ideolojisi hâddinden fazla güç kazanmış durumda. Kaba marksizmde de eleştirilmiş, kültürün rolünü indirgeyen bir ekonomizm; kaba, indirgenmiş ve ihtilâlci bir modernizm muhafazakârlık adına gündemde tutuluyor!
Cari açıkların düzeyi ve enerji açığı doğal kaynaklarımızı (geleceği ipotek ettiren bir tarzda) elden çıkarmaya fazlasıyla gönüllü bir mahfile emanet etme gerekçesi olabiliyor.
Hukûk bir ihtilâl hukûkuna dönüşme tehlikesini gösteriyor, adâlet beklentisi yasamanın hukûk planlamalarına rağmen düşüyor.
Ücret politikaları sosyal yardım politikaları, merkez bankası politikaları gibi yönlendiriliyor. Adâlet düşüncesi ile ücretlendirme buluşamıyor.
Bürokrasinin ideolojik ortaklılıklar üzerinden gruplaştırılması ile sağlanan pratik yarar ilerde toplumun eşitlik, adalet, kardeşlik anlayışını temellerinden sarsacak bir ayrışmayı yaklaştırıyor! İmtihanlarda soru çalınabiliyor ve faiilerin yaptıkları yanlarına kâr kalıyor, kayırmacılık, adam yerleştirmecilik, ele geçirmecilik toplumda eleştirilirken dahi ”doğal” karşılanabiliyor.
Kimlerin başına ne geleceğini tellâl gazeteciler ilân ediyorlar, yargının bile böyle bir yetkisi hakkanîyette yok iken. Bunlar normal bir toplumda hukûk devleti olmamanın, eşitsizliğin, ayrışmanın göstergeleridir.
Obama’nın seçim kaybetmesi; İrân’ı üzerimize kışkırtmaya niyetli ülkeler varken demokrasimizi stabilize etmememiz; yargı erkini sekterize etmemiz, avukatlar bilgilendirilmezken yargı işlemlerinin ve dosyaların propaganda gazeteciliğine açık tutulduğu kanaatinin kamuoyunda güçlendirilmesi; dava öncesi adliye önlerinde ”teşhir” için dağıtılan, savunma açısından ulaşılmaz kılınan kategorideki belge, cd ve ”delil”ler; üretime yönelmişken çalışanları angaje etmememiz, söz haklarını kısıtlamamız anlaşılır gibi değil.
Delil toplayanlar yargı sonucunu etkileme yolunda propagandaya bulaştırılırlar ise hem topladıkları deliller güvenilirliklerini, hem de yargı kararları meşruiyet kaynaklarını, kararlar bağımsız muhakeme süreçlerini yani hukûka uygunluklarını, halk da güvenliğini ve adalet altında yaşama güvencesini yitirmiş olur. Bu delillerle verilmiş hakkanî kararların dahi uluslarası bağlayıcı hukûkî platformlarda geçerliliğini yitireceğini birilerinin akıl etmemesi hayra alâmet değil. Hukuk çiğnenerek alınmış ”adil” kararlar ”şüpheli” lehine ise kararlar onaylanacak; hukuk çiğnenerek ”mahkûm” aleyhine alınmış, hakkanî olduğu düşünülen kararlar mahkûm edilecektir. Bu adalet politikasıyla hedeflenen sanki gözaltı ile verilen ceza ve kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmalardır, adâlet değil!
Adalet beklentisi körleştirildiğinde ”liberal” bir iktisat, işleyen bir toplumsal hayat, dış politikada tedbirli bir tutarlılık söz konusu edilemez!
Türkiyenin iç ve dış reel politikaları, politika temellendirmeleri ve gerekçelemeleri örtüşmedikçe, toplumsal dayanışma adetâ istenerek zayıflatıldığında (olasılıkları düşük de olsa) güçlü dış politik ve iktisadî savrulma dalgalarına karşı hazırlıklı olduğumuzu düşünmemiz zor. 

12 Temmuz 2012 Perşembe

Çorumda Ramazanda Zurna ve Oyun Havası Yasağı









Düğünler mukabeleye çevriliyor.
Mukabeleler ise panayıra. Herkesin elinde bir telefon, patlayan flaşlar.
Dede Efendinin Rast Ayini. Telefonla ses aktaran yeni muhafazakarlar.
Ellerinde gazozları ve patlamış mısırları eksik. Çocuklarına "dur sus" demiyorlar. Geleneğe zulüm. serbest bırakılmış bir şımarıklık. İnsanlar zikirde, gözlerine flaş patlatılıyor. Uyarıldıkları halde. Hayvanat bahçelerinde maymunlara sigara veren ayıları dürten aşksızlar bu kez de ayin dağıtıyorlar. Zihin dağıtıyorlar. Herkes duruma alışık. Benden başka tepesi atan kimse yok sanki.

Ha evet, olduydu eskiden: Girip çıkan, Ayinin ortasında içeri dalan seyircileri kovan bir ses sanatkârına "konser sandı ayini!" diye kızmıştık. "Ayar tutturamadı" diye düşünmüştük. Sen misin kızan!

Mikrofon elimde olsa aynı şeyi yapardım, galiba, yani... Muhakkak!

Ayinler panayır alanlarında yapılır oldu.
Panayırlar ayinleri istila ediyor.

Büyük Taarruz günü "haydi eller havaya".
Sahurlarda ise "ceddin deden" ile uyanacağız.
Düğünlerimizde semazenler dönecek allı morlu tennurelerle.
Müsamere cepkeni bile giydiriyorlar, pulları eksik.

Çocukluğumda Kut ül Ammare Gününde sinsin oynanırdı. Karayılan çalardı zurnayı. Kuttül Ammare, Çanakkale, İstiklal Harbi gazileri tempo tutarlardı, mesela fidaydaya. Torunları oynardı... oğullar babaların yanında ağır takılırlardı, düğünler, kutlamalar hariç.

Milli bayramlarda da çalınır oynanırdı. Çoşkuyla, vakarla. Geceleri fener alayı, sinsin. Gündüzleri cirit.
Dini bayramlarda da neşeli havalar, oyun havaları çalınırdı meydanlarda.

Nerede yanlış yaptık Ey Şeyh Galip,  güzel galip, güzel dost...

Neşesiz, zevksiz, ihtimamsız, musıkîsiz, renksiz, tek düze bir hayat değil di ki bizlere taşıdığınız...
...

Bu yazıdan önce kaleme alıp bir yerel gazeteye göndermiştim, buyrun:


Zurna Sâdâsı

Her müzik türünün, formunun bir anlamı, işlevi var. Uyutan, sakinleştiren, huzur veren bir seyir ve ritmik yapı askerî müzikte tercih edilmez. Adrenalin yükselten bir müzik akışı da genellikle ayinlerde, şiir resitallerinde (kasîde, gazel gibi) öne çıkarılmaz. Her şeyin yeri yurdu vardır.
Zurna (sûr-nây) mehter takımlarının da vazgeçilmezlerindendir. Kıvraktır, tınlaması ahşaptır, kırılgan ve ataktır, oynaktır. Kolay taşınır. Zurnada peşrev olmaz diyenler (ki olmuştur) güreş peşrevlerini kast etmezler: Zurnasız, peşrevsiz ve cazgırsız bir karakucak düşünülemez.
Güreşteki peşrev aslında pehlivanların sâlavatlaşıp selâmlaştığı, kanat atıp birbirini tarttığı zeybek oyununa benzeyen ancak daha kıvrak ve yoğun, estetik, hâle vücudu ve ruhu hazırlayıcı; sakatlanmaya maddî ve manevî anlamda tedbir sağlayan; güreşe seyircinin dikkatini yoğunlaştıran bir ritüeldir. Pehlivanlar orta noktası rakipleri ile kendi aralarında olan aslî daireyi yer yer kesip davul zurna, rakip pehlivan ve cazgırı merkez alırlarken ya da kendilerinin etrafında da genişleyen talî ve kişisel daireler çizerlerken gökte vakûr kartallar süzülür, yay kuyruklu çoban köpekleri gerinir, bülbüller akşam bahçelerinden zurna ile atışmaya girerlerdi.

”Emmiler, Emmiler, türkmen de emmiler, vay anam vay, bir oğlum olsaydı da verseydim hocaya, vay, vay anam vay”: Harfleri sökecek, kitaplar devirecek ve bir gün Kut'ül Ammare’ye gönderilecekti. Çocuktum. İnönü Zaferi İlkokulu’nun önünden geçen kanalın karşı tarafındaki çukurlarda gebere (frenkçesi ”capris”) toplayan çocuklara yukardan bir ihtiyar gülümseyerek ”bak orada da kalmış çocuklar” diye işâret ediyor, yardımcı oluyordu. Beş yaşında olmalıyım, eve yeni taşınmıştık. Bir yerlerden davul zurna sesi geldi, kamyon kasasına doluşmuş gençler ”hüdayda” oynayarak geçtiler. ”Düşmezler mi Dede?” diye sordum. ”Düşebilirler!” dedi yaşlı adam kaygıyla. ”Niçin kamyonda oynuyorlar, anneleri babaları kızmıyor mudur?”. Güldü.  ”Askere gidiyorlar!” dedi. ”Peki niçin oynuyorlar, annelerinden ayrılmaya üzülmüyorlar mı?” dedim. ”Yok!” dedi, ”şehitlik kavuşma onlar için!”. Çok daha sonraları, bu buruşuk yüzlü, ütülü pantolonlu, kısık sesli, güleç, hafif kambur, ufak tefek, ceket cebine madalya ilişik adamın bir Kut'ül Ammare gazisi olduğunu öğrenecektim. Osmancık Taburu ile Basraya gitmiş, ağır yaralı olarak esir alınmış ve Mahmut Emmi’mizle birlikte bir gemiyle Hindistan'a esir kamplarına gönderilmiş olanlardan.

Kurtuluş günlerimiz, milli bayramlarımız artık pop konserleriyle geçiştiriliyorken, askeri törenler ”militarist” bulunurken; yeniden bando, mızıka, mehter tartışması açmak şu makus hafızasızlığımız üzerinden bizimle alay etmek değil mi?
Osmanlı kıyafetleri ile mehter çalınacakmış. Güzel, çalınsın. Fes gelenekmiş, takılacakmış. Ne zamandan beri gelenekmiş? Tamam, taksınlar. Bir zurna mı gelenek değilmiş?
Zurna Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yokmuş. Varsın olmasın. Çorum’da, Tokat’ta, Osmancık’ta, Kargı’da, Merzifon’da, Hacıköy’de, Hamamözü’nde, Mecitözü’nde, Alaca’da, Sungurlu’da, İskilip’te, Dodurga’da da mı  yoktu?
Nerede yoktu? İstanbul'da mı? Bursa, Edirnede mi?
Zurna Anadoluda, Balkanlarda, Kafkasya'da, Asya içlerinde, Orta Doğu ramazanlarında yok mu imiş? Bunu hangi müzikolog iddia edebilir?  Hangi etnomüzikolojik çalışma bunu kanıtlamakta?

Çocukluğumuzun ramazanları davullu zurnalı idi. Bilhassa Osmanlı zamanında yetişmiş insanların istek parçaları, davul-zurnacılara mükâfaatları, yataklardan neşeyle kalkışları, hattâ sokağa inip oynayışları eski ramazan neşvesinin mukabeleler, hatim ve sakal duaları, mevlitler, davetler, diş kiraları, ramazan pideleri, hurmalar, zeytinler, mevsim salataları, mesnevî okumaları akşam oynanan "yüksük" gibi oyunlar, pişmaniye (tel tel helva), misafirine mermer üstünde çeşit çeşit akide şekeri yapan ev sahipleri, sahurda kokusuyla uyandığımız zurnadan daha etkili olan ıspanaklı (pancarlı) börekler, ıhlamur ve çay kokusu, çocukların tekne orucu unutulur gibi değil.
Çalınan parçalar süregiden bir geleneğin, duruşun vâkârın ifâdesi idi. Her evde hâlâ kayıpların, şehitlerin sızısı vardı. Sadece Babaannemin beş ağası (ağabeyi) Osmancık Taburu ile Çanakkale'ye gitmiş ve bir daha dönmemişti. Babamın amcası Basrada yaralanıp esir düştükten sonra yedi yıl hindistanda esir kalmıştı. Geri döndüklerinde getireceklerinin konuşulduğu, gaz lâmbası ışığında oturduğumuz; külde ayva, küp armutu, havuç ve patates gözlenen, arada Munise Teyze’nin küçük oğlu Kâzım’ı dizinde uyutarak halk hikâyeleri anlattığı bir gece gelen davul zurna sesine pencereden kulak kabartan Babaanneme uzaklardan, Ağalarından gönderilmiş bir mektubu okutan neş’eyi, nağmeyi ”gayde”yi unutamam. Davul zurna sâdâsı hürriyetimizin kubbesinde kanat çırpan gelenekti.

"Mehter besteleri" oldukça yeni besteler, genellikle eski üzerine tahminler. Eski mehter marşları hakkında pek fazla bilgi yok. Zamanla bazı bilgiler ortaya çıkmayacak diye bir şey de yok, ancak, iki de bir yasaklamaya, yok etmeye çalıştığımız halk müzik geleneği olmadan ne mehterde kullanılan ayak ya da makamların seyirlerini bilen müzisyen kalır, ne de müziğimizin yaşayan ruhu, çerçevesi. Kadensler, melodik işlemeler, akış ve dinamik ancak halk ve divan geleneklerinin bugüne aktarılmış katmanlarından çıkarılabilir, bir ölçüde ve sadece imkân kapıları olarak.
Tek parti dönemi kültür mühendisliği ile eleştiriliyor. Oyun havası ve zurna yasağında söylem halk şikayeti, gürültü, ûlviyet, ramazan rûhu üzerinden olsa da yapılan kaba aydınlanma ihtilâlciliğinden bir müdahaledir!
Oyun havalarını yasaklamaya, toplum mühendisliğiyle çalınmaz hale getirmeye kalkıştığımızda halk kültürünün ruhuyla oynarız, birikimimizi toz toprak altında bırakırız. En kırılgan zamanında, en zayıfladığı asırda, ruhunu kaybetmeye başladığı dönemde. Bela Bartok’un Macar Ruhunu melodilerimizden çıkarmaya ve yeniden kurmaya çalıştığı topraklarda gerçek hazinelerimizi aşındırmakla iştigal etmiş oluruz.

Fütüvvet’i bilen, onun etrafındaki hayat tarzına da saygı gösterir. Yiğitler oynarlardı, evet, oynamayana da "adam" demezlerdi. Bugün bundan kaç kişinin haberi vardır ki? Cirit, güreş ve sinsinsiz bir kutlama, anma, (festival anlamında) eğlence yoktu. Sohbetle, yarenlikle, bin bir yolda kalışta pişer, insanlaşır, hayatı sever, ölüme sıcak bakarlardı. ”Adamlık!” diye bir niyâzları vardı: Gelen her şey haktandı, pişirir, öğretirdi. Ayrılıkla, acıyla yaşamayı bilirlerdi. Acıdan bal çıkarırlar, ekşimezlerdi. Yolda kalanın hakkı’na riâyet ederler, ulûfe beklemezler, zamana geniş bakarlardı.

Binlerce yılda şekillenen kültürler yukardan aşağıya elden geçirilemez. Yapılan da, elde kalan da deforme edilir sadece.
Zurna müzik aletleri tarihindeki yeri müstesna bir üflemeli sazdır. Kıvrak klarinetin de, kadife sesli obua’nın da dedesi, ninesidir. Dünya tarihindeki izlerimizi yalnız izotop analizleriyle, gen tekniği ile ölçüp biçmiyoruz. Müzik aletleri bulguları aletlerdeki (pentatonik v.b.) skala açkıları ile bize hangi seslerin kullanıldığı gösteriyorlar. Kemik kavallarda, tutuş ve yıpranma noktaları çok belirgin oluyor,  ahşap ve metalde de öyle. Güçlüler, duraklar, yedenler bir ölçüde okunabiliyor, eşyaların dilinden "seyre" dair bir şeyler kestirilebiliyor. Ahşap kalıcı değil, metal ise tarihsel olarak yeni.

Halk müziği, divan (enderûn) müziği olmadan mehter müziği de olmaz! Kullanılan materyal skalalar dışında bir de makam seyri diye bir şey var, Efendim. Makam seyri, kültürdür, uygulama ve devamlılıkta değişerek aynı kalır, hayat bulur.
Eski müzikteki ses aralıklarını halk müziğinin sazlarından, seyirlerini kazılarda bulunan aletlerin yıpranma noktalarından  kurgulamaya çalışan insanlar için bu işin kırıntıları, döküntüleri bile önemliyken; yaşayan, devamlılık arzeden kaynağı, cevheri, zenginliği nasıl ziyan ederiz? Siz nasıl geleneğin yaşayan kısmını atıl hale getirirsiniz? Buna nasıl izin verirsiniz, bu şehrin insanları, aydınları? Sizin de dedeleriniz, nineleriniz bu hırıltılı, içten seslerle acılarını paylaşıp düğünlerinde oynamadılar mı? Sahurlarda bu seslerle uyanmadılar mı? Bu seslerle güreş tutmadılar mı?
Bir ümmet olmamız, halk olmamıza, millet olmamıza engel mi? Bu müdahale yeni mi aklımıza geldi? Her bir insan diğerlerine her açıdan tâbî olmalılar diye bir şey var mı? İnsanlar ayrı ayrı yaratılışta değil mi? Gelenekleri dümdüz etmemize yol açacak kararları vermemizin meşruiyetini bize kim vermekte? Toplum mühendisliği ne zamandan beri meşrû oldu?

Ramazanda çalınan havalar usta bir davulcu ve zurnacı için toplumla interaksiyonda, alışverişte belirlenir ve aktarılır. Keyfi bir repertuar oluşmaz. Ramazanda çalınanlar kolay uyandıran, neşeyle uyandıran havalardır. Bunların bir kısmı dönem-tipiktir. Bir kısmı halk ruhunun derûnunu yakalar. ”Topal Koşma”, ”Emmiler” gibi.
Ramazan davulculuğu hem eğitim, hem gelenek ister. Devamlılık içinde aktarılır ve yenilenir gelenek. Kopuşlar dahi devamlılığın kapsamındadır, mühendisliğin müdahaleleri hariç.
Zurnasız şehir davulculuğu dar şehir sokaklarının mimarisi, akustiği, karşılıklı minarelerden yükselen  ve doğal insan sesiyle okunan ezan sesi; İstanbul’un, Bursa’nın, Edirnenin şehir planlamasının bir parçası olan emperyal akustik ile düşünülmelidir. Çıplak insan sesinin sabasıyla meselâ,  uyuyacaklar uykuya, abidler ibadete gönderilir, hastaların sırtı örtülürdü bir zamanlar.
İstanbulda davulcular mani okurdu. Zurna’yı işlevsiz bırakan bir neden de kısmen budur belki. Belki değil.
Davul zurna bütün türk coğrafyasında bir takım olarak ele alınmaktadır! Ramazanlarda davul-zurna takımlarının ayrışması zorlanmış mıdır, yoksa davulcu tellâllara görev verilmesiyle mi bu ayrışma var sayılmıştır?
Açıklamalar hakîkatin kendisinin ifâdesi değildir: ”Evler bahçeliydi, pencerelere davul zurna yaklaşamaz, bir mesafe oluşurdu. Zurnasız davulun derin uykuda olanları uyandırabileceğini sanmıyorum. Uyandırma da, insanın en neşeli, en hoş zamanlarının müziği ile olurdu!”. Şüphesiz hepsi de doğru olabilir.
Sabah ezanına uyanmak başkadır: Uyku ritmi ona göre ayarlanırdı. Sabah ezanı hastayı, yolcuyu, yorgunu uyutur, ezanı bekleyeni uykusundan kaldırırdı. Kimseyi yatağından fırlatmazdı ezan sesi, oparlörler yagınlaşmadan, uzaktan müezzinlik keşfedilmeden önce.
Ezanda anlamın yanında hissedilen kemali arayan insanın çağrıyı seslendiren uysallığı; sırtları örten, sarıp sarmalayan şefkatiydi.
Şehir şehire benzemez. Çorum’un akustiğine, sesine müdahale Çorumun kulağından, ruhundan, yüzyılların zevkinden, anlayışından taşıp da gelmeli. Geleneğe müdahale edilmez. Gelenek birbirini işitenlerin sesine yönelerek inceltilir; kelime anlamıyla terbiyeden, okuldan, zorlamadan geçirerek değil.
Müzik anlayışını, kavrayışını eğitecekseniz ihtimamı, zerafeti, inceliği veren hayatın dünyasına insanları çekerek eğitirsin. Etrafındaki hayatı küçümseyip, çekirdeğe yönelirsen bir özettedir gözün, çekirdeğin içinde değil!
Ramazan rahat bırakılırsa, insanlara ve yılların emeğine kulak verilirse ramazan gecesi kendi sesini bulur. Gürültüden rahatsız olan hastalar, yaşlılar, gece çalışıp gündüz uyuyanlar varsa başka. Yine de neşesiz, sevinçsiz ramazan olmaz. Eski müzik de dinî, millî, ladinî diye birbirlerinden tamamen ayrıştırılıp fütüvvetteki anlam bütünlüğünden koparılmaz.  Sen içinden sessizce geçsen bile, senin sokağının sesi kısılmakta! Adlarını hastanelere, parklara vermek üzere paylaşamadığınız insanların etraflarındaki hayatı, onların hayat dünyalarına geçiş kapılarını silmekteyiz.

Eski İstanbul'da ramazan eğlenceleri davul zurnalı taşradan daha sesli, daha renkli idi. Eğlencelerin dışlayıcı olmamasına, hayatı ramazanı olmayanlara daraltmamaya eskiler çok dikkat etmişlerdir. Ramazan neş’esinin temellerinden birisi ramazan ruhunu bir ihtimam olarak âlemle paylaşmaktır! Reşat Ekrem, Refî Cevat, Ahmet Râsim ne güzel anlatırlar.
Bakırcıların çekiç seslerinin musikîsini okumak, bir düğünün sevincini heyecanını ve ritmini yaşamak, bir çocuğun coşkusunu hissetmek; hüzünlü bir aksam; herkesi, her şeyi yitirdiğin bir akşam diz vura vura oynamak ve rızayla boyun eğmek bu topraklara yabancı bir şey değildi.
Aşkla, hürriyetle ve kenardan geçerek!

23 Haziran 2012 Cumartesi

Derya Türkan, Murat Aydemir: Ahenk




















Kemençe: Derya Türkan
Tanbur: Murat Aydemir

Kayıt: Erkin Hadimoğlu
Mix: Cengiz Onural

Albüm: CD
İstanbul, 1998
Golden Horn Records

Tür: Klasik Türk Müziği
Etiketler: Solo, Taksim, Birlikte Taksim, Yüksek Performans

İçindekiler:

1. Sultani Yegâh
Müşterek Taksim

4:15
2. Sultani Yegâh Peşrevi
Tanburî Refik Fersan
8:03
3. Ferahfeza Saz Semaisi
Udi Şerif Muhittin Targan
4:22
4.Tanbur Taksimi
Ferahfeza - Acemkürdi
3:46
5. Acemkürdi Saz Semaisi
Kemani Cevdet Çağla
7:16
6. Muhayyer Peşrevi
Tanburî Cemil Bey
5:30
7. Muhayyer Isfahan Müsterek Taksim
5:30
8. Isfahan Saz Semaisi
Tanburi Cemil Bey
4:10
9. Uşşak Sirto
Tanburî Necip Gülses
3:17
10. Kemençe Taksimi
Suzinak
2:45
11.Suzinak Saz Semaisi
Kemani Tatyos Efendi
4:10


 Toplam Zaman:
54:24

Kısa Değerlendirme:

Müşrerek taksimler ve birlikte icralar karşılıklı müzik cümlelerini söndürmeden, birbirine baskın çıkmadan, kendi ayırd edilebilir ses aralıklarında aynı anda kalarak kaydedilmiş.

Eserler sazların ses aralıklarına düzenlerine uygun ve akustik sesi öne çıkaran bir dikkatle icra ve kayıt edilmiş.

Selenler (harmonikler), orta aralık dışındaki frekanslar abartısız, sayısal teknikler öne çıkartılmadan; sazların tınılarını  orta ses aralığına yığılmadan işitilebiliyor.

Tanpınar'ın Huzurunda Ferahfeza Ayin üzerine yazılanların böylesi bir kaydın tonu, sesi, "sound"u, icra tekniği, ile anlaşılabilir kılınabileceğini düşünmedim değil.

İcra olgun bir müzikal duruşun ifadesi. Yarışan, kapışan çekişen sazlar değil konuşan bir araf söz konusu. Müzik budur!

Türk Müziğinde çok seslilik incelemeleri (Türk Müziği tek sesli değil, makamsaldır!) böylesi icralar ve kayıtlar üzerinden daha kolay sürdürülebilir. Mesele müziğin çok seslendirilmesi değildir elbette, çok sazlı seyirlerin, paralel/müşterek taksimlerin ses ve ton kaybı olmadan, ses ve tını aralıkları üst üste yığılıp adeta tek bir genel saza indirgenmediği usta ve klasik tavra sadık icralarının, ciddi kayıtlarının kulaklarımıza sunulmasının ufuk açıcılığıdır.

Ben Spotify abonesi olduğumdan CD'lerin bitmiş olmasından etkilenmedim. Satın almayı düşünenler için Itunes'da satışta olduğunu, çeşitli müzik siteleri ve net radyolarından dinlenebileceğini belirtelim.

Tavsiye ediyoruz. 

Kayıt için 10 üzerinden 10 puan
İcra için 10 üzerinden 10 puan vermeyi uygun bulduk


7 Mayıs 2012 Pazartesi

CHP: Gelenekten Geleceğe (1)

1. CHP'de neler oluyor?

CHP bir dönüşümün sancılarını çekiyor. Ne yapılması gerektiğinin anlaşılması, dönüşümün konjunktürünün denk gelmesi, toplumsal dinamiklerine kavuşması hem bir farkındalık, tecrübe, örgütlülük, hem de sabır ve zaman gerekitiriyor.

CHP sadece kimliğini aramıyor, aynı zamanda toplumu temsil etme, toplumsal tasarımların bir praksiste oluştuğunu hatırlamaya doğru gidiyor.

Yeni şeyler eskinin reddi ile değil, ezberin hayata dayatılmaması, dün için söylenenin bugünün anlaşılması üzerine kurulmadığının farkedilmesi iledir.

Siyaset düşüncesi, siyasî tasarımlar bir praksiste, yani hayat içinde, faal olarak, aklı başında eyleyerek, eleştiriye ve yanlıştan öğrenmeye açık durarak oluşur, genişler, yenilenir. Yenilik icatlılık değidir, bir yerde ve bir zamanda kök salmışlıktan bakıyorluktadır.

Siyaset "nasıl olsa yanlıştan öğreniriz!" cahilliği ya da açıkgözlülüğü ile yürütülmez. Bilgi, tecrübe ezbere dönüştürülmeden hayata, halka, insanlara, dinamiklere, sorunlara bakarak, varolanı yeniden yorumlayıp temsil etmeye soyunarak bihakkın siyaset yapabilirsiniz. Aksi, "siyasetçilik yapmak" olur.

CHP kendisini bulmak durumunda. Ancak beklentiler, dayatmalar, müdahaleler ve meslekten siyasetçilerin ikbâl dertlerinden olmasa da ufuksuzlukları yüzünden biraz gecikecek görünüyor.

2. Dayatma ile kastınız?

Kimileri kendilerini memleketin sahibi görüyor, kimileri kendilerini bir düşüncenin/ideolojinin bekçisi olarak. Kimileri "hükümet komiseri", kimileri "parti komiseri", kimileri "kriter eşiği", kimileri "bilim, doğru, iyi ve güzel"in temsilcileri olarak müdahale ediyor ve kendileri gibi olmayanları iteklettirmeye çalışıyor ve itip kakma kültürünü ayakta tutmaktan başka bir şeyi canlı tutamıyor.

Öldürmeyen güçlendirir. CHP'ye çok müdahale oldu. Küçülmeyi bile tercih edebildi CHP müdahaleleri onaylamadığından.

CHP'liler halktan ve hakikatten başka patronları olmadığını kapalı kapılar ardında mırıldanmaktan vazgeçmeli, dik durmalı, doğru bildiklerini okumalıdırlar, açık açık, dobra dobra.

Demokratik siyasetin konsensus ve imkânlardan yola çıkma işi olduğu unutulmadan! Çılgınlık, gelecek zamanların imkânlarını kullanmak fırsatı bulunduğunda iş bitirerek değil değil, imkânlar adaletle ve geleceği yağmalamadan krediye dönüştürüldüğünde olur. Siyasette çizgiyi aşmalar bile "muhasebe" işidir.

3. CHP nasıl canlanabilir?

Siyasî kültür olarak dayanışmacı, çoğulcu, eleştiri ve tartışmaya açık bir yolu seçip hayata geçiremezseniz toplumsal dayanışmanın da partisi olamazsınız. Demokrat olmayan bir gelenek bir biçimde destek alıp çökene kadar meşruiyetini koruyabilir, ancak, bu bir demokraside, temsilî demokraside işlemez. Demokratsanız temsil edeceksiniz, fareli köyün kavalcısı gibi doğru/sihirli melodiyi aramayacaksınız. Söyleyeceğiniz zaten içinde yaşadığınız toplumun, dünyanın hakikati.

Halka yağcı olmak değil, onlardan aldığının hakikatini bulma, bir toplumsal veya siyasi tasarıma dönüştürme işi bu bahsettiğim.

Halkın taleplerinin kölesi de olamazsınız, halkın çobanı da.  Genel çizgilerde kalmak, özel taleplere eğildiğinizde temsilî ölçüler tutturmak durumundasınız.

"Hayır!" da dersiniz, size "hayır!" denilmesine açık da durursunuz. Yapmak istediğinizi kısıtlayan ufkunuz değilse, imkânlar, dengeler, şartlardır. Size "hayır!" denilmişse, beceriksizliğinizin göstergesi değildir bu. Siyaset ilgi, süreklilik, konuların takibini ister. Bazan siz talep edersiniz, bazan talep edilirsiniz. Yükselişteyken "odun koysak seçtiririz" demeyi düiünecek olursunuz, düşüşteyken ne yapsanız nafiledir.

Doğru rüzgâr, elverişli konjunktür de önemlidir, tesadüf saydığınız olay akışları da. Durumu yönetmek, yönlendirmek için bir parti, kurum, gelenek olmanız, bir dayanışma kültürü ve etiğinin şekillenmiş olması lâzım gelir.

CHP şu haliyle bir parti, bir halk hareketi, bir kurum değil. Ancak tarihi, hukuksal, tüzel anlamıyla bir parti. CHP'nin hakikati, hayatta şekillenmesi bir kitle partisi kalıbında. Bunlar sıfırdan başlaması anlamına gelmiyor, tersine, iktidar kazanmış partilerden daha uzaklara yönelebilecek bir ufukta yerleşikliği söz konusu. Geleneği, geçmişi, değerleri var sayılırken olmadığından bahsedilebilmesi kendisini hayatla ve hakikatle düzelten bir praksiste şekillendirmemesi ile alâkalı.

Eleştiriyi, talebi, toplumsal ilgiyi, derdi, tasayı alacaksınız; hem kendinizi hem de ezberiniz olmaması gereken tecrübeyi, bilgiyi, ilgiyi yorumlayacaksınız, yani, aktüalize edecek, sınanmalarına izin vereceksiniz. Toplumun ilgileri ile siyasi perspektif buluşmadan ne tasarımlardan bahsedebilirsiniz, ne temsil meselesinden ne de demokrasiden.

4. Şu anda CHP'nin yapması gereken ne?

Ne yapılmasının iyi olduğunu tarihin sonunda anlarız. Ancak tecrübe, akıl, izan bize bir şeyler söylüyor. Doğru geleni yapar, hakikatle esnersiniz.

"Teori" ya da "ideoloji" kavramlarına bir düşmanlığım yok, ancak, gündelik hayattan, siyasî gerçeklikten, praksiste olmaktan gelmeyen ve genel kuramlara, anlayışlara, ideolojlere katkı sunup onları genişletip düzeltmeyen bir anlayıştan teori ezbere, ideoloji yanlış bilince dönüşüyor. Yalanla yaşıyor, yalanla oturuyor, yalanla kalkıyorsunuz. Yalanla yaşama bir göz bağı. Siyaset bostan beygiri gibi yerinde dönerek yapılmaz. Herkes bunun farkında, ancak ezberi ezberle, kısır döngüyü içe kapanmakla aşmak hiç bir zaman için mümkün değil.

CHP'nin atması gereken ilk adımlardan birisi üyelerin partide söz sahibi olmalarını sağlamaktır. Bunu önce delegelik sistemini işleterek mi yapar, başka türlü mü gerçekleştirir karışmamızın anlamı yok. Tepeden inme delegeler, yukarıdan aşağıya adaylarla olmaz. Geçiş dönemi, olası kurultay savaşları bahanesi ortadan kalktı. Herkes istediğini yerleştirmeye, kendisini kurtarmaya uğraşıyor gibi görünüyor.

Üyelik sayısı sürekli artar, toplumsal endişe ve kaygılar kavranır ve yorumlanarak toplumsal eleştiri ve önerilere dönüştürülebilirse insanların çeşitli konulardaki tavrı da sürekli değişerek senkronize ve stabilize olur.

5. Herkesin kendi adamını yerleştirmesini saçma ve gereksiz buluyorsunuz yani?

Anlamsız buluyorum. Biz gençlik hareketinde en düşmanca ortamlarda, en ağır baskıların altında insanlardan destek alabiliyorduk. Üç iken beş, beş iken on, on iken yüzler, binler olabiliyorduk. Modern iletişim teorileri popkültürel gevezelikten ibaret. İnsanın temel özellikleri iki günde bir değişmiyor: Konjunktürel olan kayıplara karışır.

Kapsamlı iletişim teorileri açık diskur, baskı ve sansürsüz bir iletişim ve anlama anlaşmanın nasıl mümkün olduğu konusu dışında bir şey söylemez, bir kılavuz sunmaz. Elde olan meseleyi anlamak, konuya dair bir fikir oluşturmak için yeterlidir. Hayata dönersiniz. Reklamcınıza ya da bilinçaltına işleyecek iddianıza değil. Hakikati olan iddia çığ gibi büyür ve hedefini bulur zaten!

Dinamik bir örgütlenmede ezbere taraf olan insanlar bile ilgileriyle, alâkalarıyla, kaygıları ve sadakatleriyle yönlenir, yönlendirilebilirler. İyi siyasetçiler konuları, kaygıları hakikatleriyle buluşturur. Bu buluşturma hem gündemin şekillenişiyle olur hem de belâgatın alanında, yani, hitap ettiğinin ufkunda formüle edilerek. Ondan aldığını ona sunmak durumundasın zaten, istediğinin senin anlayışında ne anlama geldiğinin ona sunulması zaten konunun hakikatinde buluşma meselesidir de. Siyasî diskur doğal olarak talepleri hem işler, hem gözden geçirir, hem de talep edeni değiştirir. Bundan siyasetçi de kaçınamaz. Doğru dürüst siyaset yaparsan değişir ve değiştirirsin, daha geniş bir ufukta buluşarak, doğru bildiğinin doğruluğunu güncelleyerek, aktüalize ederek, hayatla buluşturarak.

CHP ölü şairler topluluğu, arkaik bir sekt değil. Toplumsal dinamikle ilgileniyor, akan zamanda tutarlı kalmakla beraber akıyor, eyliyor, düşünüyor, ilgileniyorsanız insanlarla ortaklık kuracağınız ve onlarla ayrışacağınız noktalar sürekli değişecektir.

İnsanları kaale alarak, bildiğinizi öğreterek, yani onlardan öğrenerek, kardeş bilerek, kullanmayarak, haklarına sahip çıkarak, meseleyi onların ve sizin kişisel çıkarlarınızın üzerine çıkararak "onun adamı bunun adamı" meselesini aşarsınız.

Kemikleşmiş, hakikatsiz, adaletsiz bir sadakat zulmün siyasetine yakışır. Hem gerçekçi değildir, hem insanı zedeler, ters yönde sosyalizasyondur, insanlığı çözer.

6. Bir geçiş dönemine kapalı değilsiniz sanırım?

Değilim, olmamamız gerekir. Ama geçici öneriler, uzatmalı, sonsuza kadar gitmeye talip bir geçicilik anlayışında sunulursa olgun hoşgörüyü de bayar, bıktırır, yorar.

Yoruluyoruz, bıkıyoruz, usanıyoruz.

Burada dikkat edilmesi gereken şey şu: Görünürde demokrat olanlar ile görünürde anlayışsız, sabırsız olanları birbirlerinden ayırt edecek bir aletimiz, detektörümüz yok. Siyaset ezberle, görünürdeki gerekçelerin sıralanmasıyla açığa çıkmaz. Bir çok uzlaşmaz görünen tavır daha geniş bir ufukta verimli bir biçimde bir araya getirilebilir, birbirlerini tamamlayıcı oldukları gösterilebilir.

"Geniş bir ufuk"ta bir ölçüde yönlendiricilik de var elbette: Farklı kavrayışların, ilgilerin ortak buluşma noktalarına doğru gitmelerini sağlamak ille de dahiyane bir hareket değil, dayanışmanın açıldığı yön bu.

7. Dayanışma yok mu, ya da yok mu oluyor sizce?

Dayanışma revanş topluluklarında oluşuyorsa, intikamın birleştiriciliği dışında bir insanî yönü, yönlendiriciliği yoktur. Oysa (toplumsal) dayanışma insanın kişilik, bireysellik oluşturma hanesidir. Dayanışma varsa insan var. İnsan varsa dayanışma var.

Toplumsal dayanışma sekteye uğratılıyor, evet. Yarım toplumsallaşma, güdük toplumsallaşma birey düzeyinde kişilik bozukluklarıyla; toplumsal planda, kollektif planda biraraya getirilemezlik, bir arada tutulamazlık, ortak nokta bulamazlıklarla da gözlemlenebilir, en kolay şekliyle ifade edersek.

Aslolan dayanışmadır. Toplumsal dayanışmayı program edinen bir siyasî parti gurupçuluk, ikbâl, günü kurtarma derdiyle boğuşmaz.

Gün "risk alma" yani toplumsal dinamiklerin önünü açma zamanıdır.

8. Normal bir toplum değil miyiz yoksa?

İnsanlar hiç bir şeyin çaresini kendiliğinden, oturdukları yerden bulmazlar. İnsan olmak varolanın üzerine oturma işi değildir. Bir toplum olarak devam etmek de yan gelip yatarak olmaz. Sürekli "zahmet edeceksiniz". Sürekli emek vereceksiniz. Hangi gül bahçesi kurmakla devam ediyor? Gül ile bülbülü hikâye ediyoruz, ama, bir de bahçıvan var. Emek var, aralıksız, biteviye. Hiç bir bahçenin, kurumun, kuruluşun, anlayışın geleceğine yönelik garanti belgemiz yok. Çalışıp çırpınacağız, hatalarımızdan öğreneceğiz, ama "hata iyidir, öğreticidir!" demeyeceğiz. Öğretici olan hatadan vazgeçme duygusu, anlayışıdır, bir başka açıdan.

"Normal olmama" bir başka toplumu normal olarak ele aldığımızda saçma sapan bir iddia. Kendi dinamiklerini kıran, boşlayan, unutan bir anlayışı düşündüğümüzde gayet ciddi bir yarımlık, sığlık.

Kurultay savaşları, kapışmalar tek başına CHP'nin sorunu değil. Demokratik bir zeminde dökülüp saçılmamız, toparlayıcı olamamamız bir ölçüde insanî, toplumsal sorunlara da tekâbül ediyor.

Bir başka açıdan önderlik, ufuk, perspektif sorunu. Bu şahıslarla değil, dönemlerle, zamanlarla alâkalı. Bir şeyler zamanla olgunlaşıyor. Bunu hızlandırmak bir ölçüde mümkün: Hayat karşısında kapalı durmayarak. Risk alacaksanız burada alacaksınız. Toplum olarak, toplum içinde davranış olarak şekillenmelere uğrayacaksınız.

Bu kadar bireycilik, bu kadar bireysel korku, tedirginlik, kısa vadelilik normal değil. Bu kadar normal olmama haline gömülü olmak ille de anormallik değil.

Bazı toplumsal sorunlarımız var. Bu her ülkede var. Yeterince sınanmadan hiç bir toplum açıklarını farketmez. Güçlü yanlarının üzerinde yükselmek ise bir kaçış, hakikatten uzaklaşma değil.

Biz güçlü yanlarımızın üzerinde değil, korkularımızın üzerine inşa ediyoruz siyasetimizi. Bu aslında karar teorileriyle siyaset belirlemek gibi bir şey. Anormal değil. Normal de değil. Yanlış. Sadece yanlış.

9. Karar Teorileri mi yanlış ya da yanlışa yol açan?

Yok, hayır! Karar teorileri ile düşünemezsiniz. Siyaset belirleyemezsiniz. "Elektiriği şöyle mi böyle mi sağlayayım, fabrikayı oraya mı kurayım buraya mı kurayım, hangi ham maddeleri işleyeyim, Sofie hangi çocuğunu kurtasın?" diye modeller oluşturur, seçenekleri gözden geçirirsiniz. En kötü ihtimale açık alternatifi eleyip en iyisini/kârlısını mı seçeyim; doğrudan en iyisini/kârlısını mi seçeyim; en az zararlısını mı v.b. modelleştirir, gözden geçirirsiniz.

İnsanlara, tabiata birim başı paha biçip hesaplayarak karar teorilerini kullanan "sosyal refah devletleri" de var. Gene de kararlar daha karmaşık preferensler kullanarak, ihtiyaç hiyerarşileri kurarak veriliyor.

Kararı veren dayatılan karara da mahkûm, çoğu kez.

Bizde korkularımızın üzerinden siyasi çizgi, dil, hakikat iddiası belirleme durumu söz konusu. Bu siyasî diskurun, hayat dünyamızın baskılardan azad(e) olmadığına işaret ediyor. En az riskli yol seçiliyor diyelim, başımıza geleceklerde mi aranıyor risk, seçtiğimiz yolun topluma getiri/götürülerinde mi?

Nükleer santralin çöküşü ile kaybedilecek insan, insan sağlığı, canlı bazı modellemelerde para birimi ile puanlanıyor. Buna risk puanı da verilebilirdi. Öyle ya da böyle, bir karşılaştırma modeli oluşturuluyor kaza belâ durumları için. İnsanî bulmama hakkına sahibiz, saçma da bulabiliriz. Bizde bu "ne düşüneceğimiz"e bile uygulanırken asıl uygulama alanlarında saçma, gayrı insanî ya da sığ bulabiliyoruz. Hiç bir karar modellendirildiği gibi alınmıyor hakikatte, hiç bir düşünce de korkuyla ehven-i şer hesabına dönüşmüyor.

Ehven-i şer hesabıyla seçilmemiş de olsa, düşünce kendisini ele veremiyor, hakikaten ne savunulduğu diğer savunulanlarla özgür bir diskurda karşılaşıp gözden geçemiyor. Korku, baskı ve müdahalelerin diskuru kapatmasındandır, karartmasındandır bunlar.

10. Burada "neden düşüncemiz sığ görünüyor"a da cevap arayabilir/bulabilir miyiz?

Zahirdeki sığlık zaten savunucusu tarafından gözden geçirilmeye değer görülmediğinden bir kollektifte hakikatiyle sınanmış düşüncelere dönüşemiyor. Zahirdeki sığlık, sığlığın ideolojisine dönüşüyor.

Sığlık, her hangi bir ideolojinin kendisindeki sığlığın ifadesi değil. Üzerinde tartışılmamışlığının, hakikatinde ele alınmamışlığının sonucu. Tüm siyasi partilerimizdeki sığlık düşündüğünü söylememe, söylediğini düşünmeme ile alâkalı ve "pragmatik" olmakla alakalı değil.

Düşüncemizin olmadığına dair yanılsamamız demokrasimizin olmaması, akademik özgür bir diskurun olmaması ile alâkalı. Sanıldığının tersine, düşüncemiz var, hiç de sığ değil ancak "kenardan geçmekte". Marjinallik ifadesi değil, çünkü varoluş tarzımızla da alâkalı.

Cemaatlaşmalar her şeyin bir cemaatinin, topluluğunun olması anlamıyla olumlu iken; kapalı topluluklar, kapalı dayanışma toplulukları olarak gerçek toplumu ve toplumsallaşmayı marjinalize edicilikleriyle olumsuzlaşıyorlar.

Sol dergiler eskiden tartışma dergileri iken bugün aslında marjinal olan ana akım sol dergiler bir "sapmış düşünce" bulup ona saldırabiliyorlar, onunla tartışacaklarına, ona kapı açıp ufuk sınayacaklarına. Tema dergileri daha da beter, iç sınanmaya bile kapalılar.

Düşünce kenarda, "marjinalde" devam ederken marjinal değil, "kenardan geçiyor".  Diğer ülkelerde düşünce sönerken bile merkezde ve işe yarıyor, bizde canlanırken bile sürgün, sürülmüş ve bir katkıda bulunamaz görünüyor. Entellektüel dergiler ve çevrelerin antientellektüalizmin kaleleri olduklarını; olumsuz anlamda, yani dışa kapalılık anlamında cemaatleştiklerini gözlemlediğimizi vurgulayalım. Kenardan geçen kendi topluluğunu kuramıyor: Özgür, yamultulmamış diskur kenarda kalmanın işi değil. Kenar kuşatabilir, merkeze yürüyebilir. O halde, merkezdeki çürümeyi, tahkim edilmiş düşüncesizliği, ihtimam eksikliğini, dayanışma düşmanlığını kenara almamız, toplumsallaşma dinamiklerine tabi kılmamız lâzım.

(devam edecek)





25 Nisan 2012 Çarşamba

"Kararınca Ego": Daha Neler İşiteceğiz?

Kararınca ego, biraz ego, ego fazlalığı diye bir şey yok!

Ego eksikliği diye bir şey olsa olsa (sosyal)psikolojik, pisikopatolojik bir sorundur, anomidir. Kişilik eksikliğidir.

Ego fazlalığı da olmaz. Egonun kendisi zaten zar zor oluşuyor. İnsan nasıl kendisinden taşacakmış şaşarım.

Ego'nun özdeşliği yani ben'in özdeşliği kavramı insanın bir akılda bütünleşmesi, toplumsallaşması sorunudur, kişi ve birey olma süreci sorunudur. Ego bir toplumsallşmada kendisini bulur şekillenir. "Ego Identity"deki "identity" türkçede "kimlik" değil "özdeşlik" ile karşılanır (bkz. "identical") .

İnsanın birey olarak başkalarıyla ortak yanlarına türkçede "kişisellik" diyoruz (bu konuda söyleyeceği olan insanlar) ve başkalarıyla ayrışan yanlarına "bireysellik" diyoruz. Birey kişiliğini daha çok eğitimden (daha çok okul, bir ölçüde aile) bireyselliğini de terbiye ile alıyor (daha çok aileden, hayat çevresinden, bir ölçüde okuldaki toplumsal interaksiyonlar v.b'den).

Gündelik hayatta "birey"e "kişi" de denilebiliyor. Birisi daha çok bireyselliğini geliştirmiş, öteki kişiliğini diye bir şey yok.

Ayrımlar analitik ayrımlar, yoksa aynı insanın ayrıştırılamaz bütünlüğü içerisinde gözlemlenebilir. Bir kopma, bölünme, ayrışma varsa gözlemlenebilen bir kişilik bozukluğu da vardır ortada.

"Vatandaş" olarak "kişiselliğimizi" sergiliyoruz, "vicdan" olarak ise "bireyselliğimizi" diyelim. "Vicdansız"ların insanlıklarının yarım, az gelişmiş, sorumluluk olarak şekillenmemiş olduklarını söylediklerimden çıkaracaklarımız ise yanılmıyorlar. Kişiselliğin bireysellikten daha çok gelişmesi insanı daha toplumcu yapmaz. Paldır, küldür, düşüncesiz, dayatmacı, kaba, hoyrat yapabilir ya da tersini, silik, itirazsız, yani dengesiz.

Gelişmiş bir bireysellik, genellikle, gelişmiş bir kişiselliğe de tekabül eder. Zaten insanın toplumsal değer olarak aldıklarına itirazı, şerh düşmeleri, karşı gerekçeleri ile bireysellik açılır, serpilir. Ne kadar az sosyalize olmuşsa değer sistem(ler)i içinde, insan, o kadar az itiraz eder, şerh koyar, bireysel tavır belirler.

Tasavvufta da bazan popülerkültürel kavramımsılara başvuruluyor son yıllarda: Oysa ben'den geçmek dünyaya "fransız kalmak" meselesi değildir. Bireyciliği yenmek, takılıp kaldıklarımızdan kopmak, acılarımızı yenmek, affetmek, affedilmeyi istemek, insanlaşmaktır.  Burada ayrım koymalardan tekrar ortak yanlara geri hareket de var, ancak bu bireysellşmişlikten  sonra "biz"e yeniden harekettir.

Bencil olmama, diğerkâm olma kişiliğini tahkim etmişlikle alâkalı değil. Kişilik kazanma ömür boyu devam eden bir süreçtir. Olup bitmez. Olgunlaşma bu anlamda şarttır, güzeldir, insanlaşmadır.

İnsanın kendisinden geçmesi kişlik edinme süreçlerinden kaçış değildir. Olgunlaşmayı herkesin yarım bıraktığı, olup bitmiş gördüğü noktada daha yeni ulaşılmış bir eşik olarak görme, bu yolda devam etmedir.

İnsan bazan insanlaşmayı seçer, bazan da hayatı insanı.

İnsan kendisini kurban da görür, kasap da. İkisini bir arada görmekten ibaret de değildir olgunlaşmanın yolu. İşi gücü olanın sorun çöze çöze, yanlışlarından öğrene öğrene ilerlemesi entellektüel bir tercihten çoğu kez daha sağlam bir karar(lılık)dır.

Efendim.