10 Nisan 2012 Salı

Izdıraplı veya Erken Ölüm "Öteki"ne mi Mahsustur?

İşine geleni ölüme, vaad edilene, ilahî adalete örnek gösterenlerin söylediklerinde haklılık payı var mı? Genç ölüm, ızdıraplı ölüm, nesiller boyunca benzer şekilde ölüm birilerin ötekilerden iyi ya da kötü olduklarına işaret mi?

Sabırla, hastalıkla sınanmayı bilmeyen eyüpleri, eyüplüğü de bilmez. Başkalarının ızdırapla sınanması, genç ölümleri ya da erken ayrılıkları bir diğerlerini seçilmiş, dokunulmaz kılmıyor.

Peygamber torunları vahşetle katledildiler. Peygamberler hastalıklarla, ayrılıklarla yüzleştiler. Her kim genç ölmeme garantisinin olduğunu iddia ediyor, başkalarının hastalıklarını dillerine doluyor, en hayırlı ailelerin nesillerce erken ölümlerle yüzleştiklerini unutuyorsa hakikate, hastalıkların, ölümlerin, kalımların hakikatine zulüm ediyordur.

İnsanları beğenmeyebilirsiniz. Yaptıklarını tasvip etmeyebilirsiniz. O halde eleştirirsiniz. Siz, onların yaptıklarını yapmazsınız.

Kendi ölümüne güle oynaya gitmek, cenaze törenini bir düğüne, eğlenceye çevirmek başkadır, ki çokbilmişler onların ölüme güle oynaya gitmelerini yermişlerdir. Husumet beslediklerinizin ölümlerinde sevinçten debelenmek, onları hastalıkları, "zamansız ölüm"leriyle eleştirmek başka. Onların gülüp oynamalarına da insanlık itiraz etmiştir.

Başkalarının acılarına sevinmek başkadır, kendi acını olgunlaştırıcı bulmak başka. Acıyı bal eylemek ne sadizmden konuşmaktır ne de mazoşizmden. İnsan, "acı asildir" derse bela aranmasını önermez, belâda olana bunu bir fırsata çevirmeyi önerir. "İnsan ölümlüdür!" derse ölümü aramayı, hızlandırmayı değil, ölüme de hazır olmanın kültürünü işaret eder. Hayatlı olmak, hayata yatkın olmak sanılanın tersine ölüme hazırlılık işidir. Hayatı kabullenen, hakkıyla yaşayan ölümle daha erken yüzleşebilendir her daim.

Kovulan aşık maalesef en çirkinimiz, en iticimiz, en imkanları kısıtlımız değil. İstediğini almışla, alamamış, almamış aynı kaba konduğunda insanların hayatla asaletlenmesini yermekteyken buluruz kendimizi. Sanki fedakârlık, tereddüt, yanlış karar, çıkarbilmezlik ayıptır.

Engebelerle, güçlüklerle, hastalıklarla, itilip kakılışlarla insan oluyoruz. İlk girdiğimiz imtihanı kazanarak, ilk baçvurduğumuz işe alınarak, ilk ticaretimizde başarı kazanarak, ilk yazımızla şöhret edinerek insanlığın tecrübesini kazanmıyoruz. Kazanımlar kaybediş, kaybedişler kazanım meselelerin çeşitli düzeylerinde, yüzeylerinde.

Hayatlarını alçaklıkla kazananların bazan kazasız belasız görünen hayatları seçilmişliklerine işaret değil. Madenlerde boğulanlar, tersanelerde paramparça olanlar, kimyasal üretim işçilerinin eriyen ciğerleri, işgale uğrayan mazlumların ibadethanelerinde katledilişleri lanetlenmişliklerine, günahkârlıklarına işaret değil.

İşaret aranacaksa hep başkalarının felaketi üzerinden kendisini onaylayanların gözleriyle aranacak bir şey değil.

İşi hiç ters gitmeyen zalim yöntemini doğru bulur, dünyanın akışının yarattığı alışkanlığı onun hakikatinin ifadesi sanır, tecrübeye kapalılıkla, doğru olduğuna emin olduğu yoluyla tökezler.

İyi insanların, mazlum halkların ise belki hakikatlilikten, hakikatten, adaletten vazgeçip kendilerini ezbere, işlerine gelene adadıklarında işleri ters gider. Bunun ne kanunu var, ne de kuralı.

Hakikatinden kopmuş hayal, ideal, yöneliş çökertir, tökezletir. Kötü olan hayal değildir. Estetiğin alanı hakikate ufuk verir. Sömürgecinin elinde ise önyargısını, ukalâ bakışını süzüp inceltip dayatır.

Onlarca nesildir dedelerim genç yaşta öldüler. Onların direnişleri, katkıları, emekleri, fedakârlıkları bizlere daha uzun ömür olarak geri döndü. Şimdi bizler daha mı hayırlıyız? Barışın, komşuluğun, kardeşliğin kıymetini bilemedikçe? Başkalarının acılarını kendi sevincimize kaldıraç yaptıkça?

Başkaları yanlış düşünebilir demiyorum, çoğu kez düşünüyorlar diyorum. Yanlış düşünülendeki payımızı vurguluyorum burada, başkalarının kendi sorumluluklarını dilime dolamadan! Tartışma, eleştiri, itiraz olmadan, kurumlaştırılmadan, başkalarına aklı başında itirazda bulunmadan, tartışmaya açık durmadan kimseleri yanlışlarının sorumluluklarıyla başbaşa bıraktığımızı düşünemeyiz!

Eleştireni tehdit ettikçe, eleştrimizi aşağılama, kötülüklerini isteme üzerine kurdukça başkalarının yanlışlarında kendi sorumluluk payımızı büyütüyoruz, artırıyoruz, yükseltiyoruz. "Her koyun kendi bacağından asılır" kabahatin bireyselliğini vurgular. Ancak, sadece son tahlilde. Fikrimizi söylemedikçe, düzeltici ve demokratik bir argümentasyonu esirgedikçe insanları kendimizce yarım hakikate mahkûm ediyoruz. Anlama anlaşmadır, düşünce ilerletilmesi konuşma diyalektiği içerisinde ilerler.

Bastırdığımız, yok saydığımız başkalarının hatasındaki kendi katkılarımız, şekillendiriciliklerimiz.

"Düzelticilik" daha hatasızlarca yapılmaz, bir kavramı daha düzeltelim: İtiraz, ikna olmadığımızın gerekçelerini sunmadaki gayretimiz, dinlememiz, karşı tarafın bize bir şey söylediğine inanmamız söz konusu olmadığında karşı tarafa bir katkımızın olabileceğini hayal dahi edemeyiz. Karşı tarafın söylediğine açıklık bizim kendimizi kavrayışımızı geliştirecek olan.

En doğru önermeye cahil inanıyorsa, o doğrudan yola çıkışı doğrudan doğru bir sonuç çıkarmasını garanti etmiyor. Yanlıştan yola çıkan ve bunu eleştiriye açan insanın ise yanlışa kapılanacağını düşünmek akıllı bir iş değil. İnsanın hakikatliliği ne tamamen yola çıktığı doğru ve yanlış tarafından belirleniyor ne de haklılık veya haksızlık kimsenin tekelinde.

Haklılık iddiası tevazu, hakkaniyet, sorumluluk işidir. Haklı insan başkasının kusurunda kendi kusurunu bulup kapatabilen, başkasını düzeltme işini kendisini düzeltme işi görebilen insandır.

Haklılık iddiası kendini iddaya atmak değildir, kendisini hakikatle düzeltebilenin öncelikle kendisine yöneltebildiği eleştirel iddiasıdır. Efendim.